https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

 

İşte kıymetli bir huzursuz. Neden yaptığını ve nasıl başladığını bilmiyor. Adam. Kendine bir görev vermiş, tüm zamanını buna harcıyor. (s.7) Onur Akyıl’ın “Rast” adlı ilk öyküsü böyle başlıyor. Yazar, dünyanın yükünün altında kalan insan evladını anlatıyor öyküsünde. Başkalarının toprağını atmayı görev edinen iyi insanları. Üstü dünyanın toprağıyla örtülmüş, onu altından kurtaracak, çekip çıkaracak bir kurtarıcı. Fakat adamın-kurtarıcının- çok derine kazdığı yerlere toprak yağıyor ve yeniden dünya doluyor. Bu sefer daha fazla üstelik. Sadece bir ses kalıyor geriye. Tarihin yok edemediği o ses, üstelik gittikçe artarak. Yazar, kadın olgusunu burada yok edilemeyen ses olarak kullanıyor. Gündelik hayatın dayatılan kuralları, baskısı,  ölümden beter hale gelmiş meseleler kazıldıkça çoğalıyor. Duyarlı adam kazdıkça saplanıyor bu gündelik bataklığa, bu sefer kendisi kurtulmak istiyor, o kargaşanın içinden.

Uzun süredir edebiyat dünyasında yer alan Onur Akyıl, Eylül 2023’de Alakarga Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabı “Bağ” ile okuyucuyla buluşuyor. Kitapta on altı öykü yer alıyor.

    Yazar kitaptaki öykülerinde çoğunlukla hayata karşı duyarsızlaşamayan, aynı zamanda negatifliği de önemsemeyen kendi sorunlarını çözememiş, topluma kendini kabul ettirmeye uğraşmayan bazen de delirmeye bir adım kalmış tipleri merceğine almış.

Genel anlamda öyküler birer ironi yumağı haline gelmiş görünse de onları bir bir açıyor yazar. Okudukça öyküler, aralarında kurulan bağla daha anlaşılır oluyorlar. En sonunda acaba hepimiz öyle bir durumun içinde mi yaşıyoruz, diye soruyoruz kendimize. İzleyici değil de olayın bir parçası haline geliyoruz. Bu belirsiz durumlar farklı bir yansıma yapıyor okuyucuda.

“Adalet” adlı öykü rüyada gibi geçiyor örneğin. Yazar her öyküyü kendi gerçekliğinde kurgulamış. Sanki rüya gören bir insan anlatıyor o anda yaşadıklarını. Aslında bir boyun eğiş öyküsü. İnsanın son yüzyılda başka çaresinin olmadığını ancak oraya getirildiğinde farkına vardığını okura hissettiriyor yazar.

Verdikleri her cevapta, aslında insan olmadıklarını ispatlamaya çalışıyorlar, doğalarını reddetmeye girişiyorlar, cesurlar ve zekiler, aptal ve zayıf olduklarını kabul etmişler. Her şey her şeyin tam tersidir. (s.14)

İçinde biraz duygusu kalmış bir insanın, boyun eğecek birini gördüğünde yaşadığı öfke. Rüyayı başka bir evren olarak gören yazar sorgucularla aralarında geçen olayları anlatıyor. Dünya’ya dönmeyi ister miyiz, diye bize bir soru sorulsa, acaba biz ne söyleriz. Ne olursa olsun dönmeyi mi?

“Dürbün” adlı öyküde insanın küçük bir dürbünü kendi yolculuğuna çevirmesi anlatılıyor. Bu arada hayatın gerçeği devam ediyor bir taraftan. Ta ki insan dürbünle bakarken kendini gördüğünde en büyük zararı yine kendisine veriyor.

“Savaş” adlı öyküsünde yazar kent insanına, kadın erkek ilişkileri üzerinden modern hayat nedir, onu sorduruyor okuyucuya. Kadın gözüyle aydın erkeğin kadın sevmezliği. Kitabın en beğendiğim öykülerinden.

Aydınlık seven adamlar, kadını sevemiyor. İnsanı sevmiyor, insanları seviyorlar ya, hah işte aynı onun gibi; kadını sevmiyor, kadınları seviyor. Sonra dedi ki kendi kendine, acaba bir ben mi böyle düşünüyorum, yok canım.(s.35)

İnsanları sorguluyor kadın. Nefret ediyor bir bakıma onlardan. Tek nedeni o bir insan. Erkekliğin her şekilde gösterilmesi. Küçüğünden büyüğüne kadar. Öğretilmeye gerek kalmadan. “Doğanın pasaportu” Kışın uzun sürmesinden yakınıyor. Kış her şeyin kışı. Kış genel anlamda kış. Üstelik şehir kadar. Yalnızlığını çoğaltıyor. Kadın başkalarının bıraktığı yaralar üzerinden bir de kendi geçiyor. Kış mevsimi kadının mücadelesine benzetiliyor. Sonra perdeyi açtığında bahar gelmiştir artık. Yaralarına bakar omuzlarındaki. Kabuk bağlamaya başlamıştır baharla birlikte. Adam savaştan kaçarak kurtarıyor kendini, kadın havada kayboluyor ama yere düşmüyor. Küçük iki çizikle kurtarıyor.

“Mezuniyet” hâlâ geçmişinde yaşayan, mezuniyetlerini bir türlü bırakamayan insanların öyküsü. Alegorik bir mezuniyet öyküsü. Bir gün yaşlandığında tepki gösteren çarpık zihnin buna direnç göstermesi. Mezuniyete gitmeyen başka şehirlerdeki gençlik arkadaşlarının peşine düşmeyen adam onun yerine ilginç bir şey yapsa. Tören, mezuniyet töreni, uzun ve kırıcı konuşmaların bıraktığı bir izler değil midir kimilerine.

“Anaerkil” adlı öyküde, adamlar içeri girerken duvardaki harita, yeni harita, yere düşer. Fakat bu bilinen bir harita değildir. Dağlar, denizler, ovalar ve dahası yerlere saçılır. Değişen dünyaya uyum gösteremeyen adamlar.

Tıpkı, “Beklenti” adlı öyküde yaşananlar gibi. Farklı bir anlatıyla başlıyor öykü. Gözü kapalı oyun seyredenlerin durumunu okurken kendimize dönüyoruz bir taraftan. Bize dayatılan görmemizi istedikleri dışında bir şeyden haberimizin olmadığı gözü bağlı hallerimizi.

Onur Akyıl, “Taş” adlı öyküsünde çok yabancı olunmayan olayları kendi çizdiği resim üzerinden anlatıyor. Mafya, karışık adam ve üçüncü adam. Aynı hücredeler. Mafya sürekli yerden taş topluyor. Adamın yerin derinliklerine kendi ağırlığıyla çekilmesini çok güzel anlatıyor yazar. Zaten en karanlık zamanlar etraftan topladığımız taşları ceplerimize koymamızla başlamıyor mu, diye sordurtuyor düşünene.

“Sıcak Etkisi” yazarın bir deliliğin termometresini tuttuğu bir öyküsü. Bazı alışkanlıklar bizi nasıl çileden çıkarır? Bir deli düzeni nasıl değiştirebilir? İnsanın ne zaman ne yapacağını kimsenin bilmediği gibi. Bu bir alışkanlık ya da takıntıya da dönüşebilir. Nereye kadar gider bunun sonu? Yazar, termometre üzerinden çok keyifli anlatıyor bu öyküyü.

“Piyango” öyküsü, her bilet aldığımızda kurduğumuz hayaller, parayla dolu ceplerimiz. Hayaller hayaller. Üstelik yanılsamanın gerçek zannedildiği bir durumda. Yazar öykünün gücüyle inandırıyor okuyucu bir an için.

“Tasma” tasmalanan bir adamın tek ziyaretçisinin böcek olması. Adam böceklerden iğreniyordur oysa. Yazar bu bağı çok güzel kurmuş. Bütün kitabın ana teması sayılabilecek vurucu cümleyi burada söylemiş. Ancak boynumuza tasma takılınca düşünmeye başlarız ya nedenini. Beklenmedik şeyleri sevmeyi de o zaman öğreniriz. Fakat özgür olan böcek bile olsa tasmalı insan olmaktan daha iyidir.

İnsan sakinliği anlaşılacağı üzere büyük bir gerginlik, korkunç bir felakettir. İnsan sakinliği, insanlığın sonunun yakın olduğuna dair en büyük kanıttır ve elbette yaşamdaki en büyük günahkârlar sakin insanlardır. (s.107)“Yumurtalar” adlı bu öyküde Onur Akyıl, aslında sakinliğin insanın başına nasıl dertler açabileceğini anlatıyor. Hayatta sakinlikle kurulan bağ her zaman kurtarmayabilir insanı. Tam tersine felakete sürüklediği de olur. İyi görünen huylar bizim sonumuzu getirebilir.

Elbette, Onur Akyıl’ın Bağ adlı öykü kitabındaki bu kişiler kahramanı oldukları anlatıların birer öğesi, her öykü bir kişinin öyküsü. Yazar, durum ve olay kadar kişilerin de anlatıcısı. Başa gelenler üzerinden ruhsal durumlarını, onlarda bıraktığı izleri kurguladığı bu tiplerle anlatıyor. Onur Akyıl, kişileri ne tamamen isyancı yapıyor ne de onları yüceltiyor. Onlar yaşanılan acımasız hayatta ironinin birer parçası. O zaman sadece bireyin değil toplumun da olumsuzlukları, aynı zamanda bu ironiye katkı sağlayanlar.

Yaşadığı ortamla uyumsuzluk, yalnızlık ve başarısızlık ortak yazgısı sanki öykülerin. Çoğu isyan etmekten vazgeçmiş, ne yapacağını bilemeyen, dünyadaki yerini dahi tespit etmek de zorlanan insanlar. Bir bakıma ait oldukları toplumun cisimleşmiş hali onlar. Yüzleştiği yer, bu insanlarla toplumun. Onur Akyıl bize yeniden sorgulatıyor, insanlık nereye gitmiş, dedirtirken. İroni. Bu güçlü aracı cesurca kullanıyor öykülerinde. Bunu yaparken alegoriler, bilinç akışı, kimi yerde distopik bir yaklaşımla düşsel dünyalar kurarak atıyor taşını gideceği yere.

Hayatla kurduğumuz bağ, bazen bizi sevenlerle olduğu kadar nefret ettiğimiz, iğrendiğimiz şeylerle de mümkündür.  On altı öykünün yer aldığı kitapta yazar, hayata tutunmak için kurulan bağları başarıyla anlatıyor. Bir bakıma hepimizin bağlarını.