https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yazı-yorum okurlarına kendinizden ve kitabınızdan bahseder misiniz? 

Her şeyden evveliyi kitapların, iyi yazarların izini sürmeye gayret edenbir okurum. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce de yazmaya çalışıyorum. Mühendislik eğitimi almak niyetiyle geldiğim İstanbul’dakendimi bir sanat tarihçi olarak buldum.Hayatın öngörülemezliği diyelim…Yazarlığım da okumalarımın bana yetmediği bir yerde başladı sanırım.

Artık yazdıklarım okur ile buluşabilir dediğiniz noktaya gelecek olursak…

Sanatta yüzyıllardır süregelen çok kıymetli bir gelenek var: Usta-çırak ilişkisi. Birçoğuyla hiç tanışamayacak olsam bile benim de “ustam” dediğim, yazdıklarını ders kitabı gibi evire çevire okuduğumbirçok yazar var. Tanzimat’tan günümüz edebiyatına değin geniş bir yelpazenin kıvrımlarında var olmaya devam ediyorlar, edecekler. Onlar var oldukça da benim çıraklığımbitmeyecek. Sözün özü, onlardan aldığım güç kuvvetle yazdıklarımı okurla buluşturma noktasına gelebildim.

Öncelikle Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’in oluşum sürecinden bahseder misiniz? 

Yirmili yaşlarımın henüz çok başında birtakım yazma denemelerinde bulunmuştum esasında. Fakat bir türlü içime sinmeyen, bana bir yanıyla hep eksik gelen ürünler çıkıyorduortaya. Bu, yazma hasleti olan biri için zorlayıcı bir düşünce, sıkıntı veren bir his. Sanatsal üretime dair daha geniş ve derin bir perspektif kazanmam gerektiğinin farkındaydım. Sanat tarihi okumaya karar vermem de böyle bir düşüncenin ürünüydü aslında. Plastik sanatların yanı sıra sinema, tiyatro gibi dalları da daha yakından takip etmeye başladım o dönem. Öte yandan aktif öğrenciliğimde yazmaya hep devam ettim. Neticede kitaba giden yol da böyle böyle örülmüş oldu.

İlk öykü ‘Pul Biber Yangını’ karakterimizi de epey yakmış olmalı, baskın erkek karakterimiz, kendinden daha baskınını görünce afallıyor. Tabiri caizse kendinden delisini görünce sopasını saklıyor. Kaybedişi, kazanmayı, inişleri ve çıkışları futbol ile kurgulamışsınız. Hikayenin çıkış noktasından biraz bahsedebilir misiniz? 

Birbiriyleçatışan birçok unsuru barındıran ve aynı zamanda tüm zıtlıklarıyla bir arada yaşamını sürdürebilen bir topluluğunbileşenleriyiz İstanbul’da. Kentin çelişik gibi duran parçalarının yan yana hizalanan, hatta kimileyin iç içe geçen hâli beni heyecanlandırıyor. Bu karşılaşmaları, bu çapraşık anlarda kurulan iletişimi ve etkileşimi gözlemlemeyi seviyorum. Pul Biber Yangını öykümde biraz lümpen bir karakter söz konusu. Böyle bir karakterin gözünden Kurtuluş’a bakmak, bildiğinden farklı hayatlarla ve deneyimlerle karşılaştırmak istedim onu. Karakterimi ilk kez geldiği bu semtte, alışık olmadığı türden bir kadının masasına koyduğumda olabilecekleri merak ettim. Kurtuluş, bu öykünün atmosferini kurmak adına uygun bir yer gibi geldi bana.

Öykülerde canlı betimlemelerle beraber akıcı bir anlatım da dikkat çekiyor. Argo sokak jargonu da kısıtlamadan olması gerektiği gibi verilmiş. Dili kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Bilhassa diyaloglarda, sözcükleri günlük yaşamdanereye denk düşüyorlarsa öyle kullanmayı tercih ettim. Çünkü yazdıklarım okurakişisel hafızasından, yaşadığı sokaktan vs. tanıdık şeyler çağrıştırsın istedim. Argo meselesine gelince… Bu tür kullanımlardan kaçamayacağınız anlar oluyor yazarken. Hâl böyle olunca daönünüze birtakım zorluklar çıkıyor. Benimdikkat ettiğim en önemli şey bu dili bir hünermiş, meziyetmiş gibi göstermeden ve zaten hastalıklı olan bazı kanalları beslemeden yazabilmek. Umarım başarabilmişimdir.

Öykülerin bütününe baktığımızda atmosfer mahalle olarak kullanılmış. Bir okur olarak benim gibi birçok insan adına; daha bağlayıcı, daha tanıdık ve daha içten olduğunu söyleyebilirim. Okur samimi öykülerle baş başa kalıyor. Sizin için mahalle neyi temsil ediyor? Sanki geçmiş günümüze taşınmış gibi.

Ele almaya çalıştığım şeylerin, insana dair birtakım evrensel durumları işaret etmesi önemli benim için. Bunları yazıya dökmeye başladığımda ise tanıdığım bildiğim bir ortamdan faydalanmayı mantıklı buluyorum yazarlığım adına.

Deniz Poyraz okumak, normal seyrinde yolda giderken aniden karşınıza çıkan bir duvara toslamak gibi oldu benim için. Kimi öykülerin sarsan etkisinden çıkamadığım oldu. Birazda bizleri hayal dünyasından çıkarıp, gerçeklerle yüzleşmemizi, hâlâ varlığını sürdüren sorunlarla baş başa kalmamızı sağlıyor. Yazar elbette toplumda yaşanan, karşı geldiği, üzüldüğü, yani kendine dokunan ve içselleştirdiği şeyleri yazar. Bizi bu kadar etki altında bırakan olayların sizin üzerinizdeki etkisi ne oldu? 

Etkisi oluyor elbette. Hatta şöyle bir düşünce/yöntem geliştirdim zamanla: Anlatmak istediğim şey beni sarsmıyorsa okuru hiç sarsmaz. Öykülerimi bu türden bir içgüdüsel referansla yazmaya başladım. Günlük hayatımda da kendimi kolayca kandırabilen, avutabilen, ikna edebilen biri değilim; bu hâlim yazarken işimi kolaylıyor biraz.Ele alacağım meselelerin üzerimdeki etkisini ölçüp biçebilmek adına…

Kitabınızda; beklentiler, özlemler,  takıntılar, mutsuzluklar, geçmişe takılıp kalmalar, umut bekçileri, geçim sıkıntısı, tecavüz, seks işçiliği gibi pek çok toplumsal ve bireysel sorunu işliyorsunuz. Sizi bu temaları işlemeye iten nedir? Yazar, suskun kitlelerin konuşan dili midir? Ne dersiniz?

Suskun kitlelerin konuşan dilibaşta devrimciler olmak üzere aydınlar ve entelektüellerdir bence. Yazarın böyle bir ödevi olduğunu düşünmüyorum ben pek.Vicdan sahibi olması yeterli bana kalırsa. Öte yandan, yazar toplumsal meselelerin çözümüne herkes gibi katkı sağlamaya çalışabilir. Haksızlığa, hukuksuzluğa itiraz edebilir. Geniş kitlelerle el ele kol kola aynı pankart altında yürüyebilir. Ama sanatıyla baş başa kaldığında, sadece sanatına karşı sorumlu olmalı. Sözünü ettiğiniz temalar da modern bireyin durumuna dairipuçları. Ben de içine doğduğum toplumun bir parçası olarak yazdığım için, ister istemez işliyorum bu temaları.

Sanat/edebiyat istemediğimiz, yapamayacağımız, yaparsak bizi yaralayacak dayatmalara karşı durma konusunda bize yeni yollar açabilir mi?

Sanatın en büyük işlevlerinden biri de sözünü ettiğiniz bu durum bence. Hem dünyaya bu kadar bağlı hem deyok olacağının bu denli farkında olan bir varoluşa bir idrake sahibiz.Varlığının bir iki kuşak sonra unutulacak olmasıinsanı zorlayan bir düşünce. Bu anlamda, sanat direnme gücü veriyor biraz. En çok da ölüm düşüncesine veanbean süren yok oluşunbaskısınakarşı…

Bir gün kurgu olmayan bir şey yazmayı düşünüyor musunuz? Ülke gündemindeki olaylar ile ilgili kaleme almak istediğiniz şeyler oluyor mu?

Öncelikle, bireysel hak ve özgürlükler konusunda pek parlak bir ülkedeyaşamıyoruz. Adalet kavramıyla olan ilişkimiz iyice zayıflamışdurumda. Tabii bu durum insan ilişkilerine, toplumsal yaşama da yansıyor. Yeteneğim olsa bu konular hakkında yazmayı arzu ederdim belki.Ama neyse ki fikrini, görüşünü, sesini soluğunu kendime yakın bulduğum yazarlar var bu alanda kalem oynatan. Onlarınmetinlerini okumak da güzel.

Hayatınızın bir haftasını roman kahramanı olarak geçirme şansınız olsa, kim olmak isterdiniz? Neden?

Okurken kendimi en çok özdeşleştirebildiğim roman karakterleri, yazmayla derdi olan karakterler olmuştur hep. Belki de bu yüzden aklıma ilk gelenJackLondon’ınMartin Eden karakteri oldu.

Okur eleştirilerine biraz göz attım, yorumlar gayet yerinde ve bir misyon, sorumluluk yükler tarzda. Bir okur şöyle söylemiş ‘’Edebiyatımızın güzel kalemlere ihtiyacı olduğu bir anda geldi.’’  Bir sonraki kitabınız ile alakalı bir beklenti içerisine girecek okurlar. O zaman bizi neler bekliyor? 

Şanslıyız ki edebiyatımızın keşfetmekle bitmeyecekkadar güzel kalemleri var. Bunların birçoğu da çağdaşım olan yazarlar…Sorunuza dönecek olursam, yazarlık bolca artı-zaman gerektiren bir iş. Kafamda bir şeyler var tabii; ama yazarlığa ayırdığınız vaktin sizin iradenizin, hayallerinizin dışında da birçok belirleyeni olabiliyor. Bizi neler bekliyor, şimdilik ben de merak ediyorum.

SÖYLEŞİ – ZEYNEP EŞİN -06.09.2018