https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Tanıdık topraklarda, tanıdık yüzlerle çevrili tanıdık günlerde, mutlu ve mesut yaşarken insan,
en yakın dostu bir anda kendisine yüz çevirirse ne olur? Bir gün önce aralarından su
sızmazken, bir gün sonra “seni artık sevmiyorum” derse mesela? Sessizce razı olabilir mi
doğru dürüst bir açıklama dahi yapılmadan, tek taraflı alınan bir karar ile aniden dayatılan, bu
adı konmamış ayrılığa? Kendisini kötü hissetmeden, olgunlukla yol verebilir mi kendisini
artık istemeyen dostuna? Yoksa kendi varlığını kendince hak ettiği yere konumlandırmak
adına savaşır mı var gücüyle?
Peki ya diğer taraf? O ne hisseder böyle durumlarda? Mesafe koymak, yapmak istediklerine
vakit ayıramadığını fark edip de, nazikçe en yakın dostuna “biraz daha az görüşelim”
diyebilmek, yargılanma, eleştirilme korkusu olmadan tercihini başka uğraşlardan ve başka
kişilerden yana kullanmak, kısır ilişkiler ekseninde kısıtlanıp körelmek yerine yeni nefes
alanları yaratmaya çalışmak göründüğü kadar kolay değilse bir de? Ne yapsa olmadığını, ne
söylese anlaşılmadığını görüp “pat!” diye söylemek istemez mi isteklerini? “Ne olacaksa
olsun, inceldiği yerden kopsun” diyerek bir anda kesip atmak istemez mi bağları? Böylesinin
belki de her iki taraf için de daha kestirme, daha az acılı bir yol olacağını düşünmez mi?
Çok katmanlı bir film, Inisherin’in Ölüm Perileri (orijinal adıyla The Banshees of Inisherin).
Kara mizah ustası, bol ödüllü, Altın Küre ve BAFTA gediklisi İrlandalı yönetmen, senarist ve
oyun yazarı Martin McDonagh, dışlandığı bir ilişkide yitirdiği onurunu geri kazanma çabası
içindeki bir insanın hisleriyle, kendini boğucu bir ilişkiden canhıraş bir şekilde dışarıya
atmaya çalışan bir insanın hislerini ustaca çarpıştırırken, arka planda İrlanda iç savaşına ayna
tutuyor, insan doğasının ikircikliliği üzerinden.
Yer, İrlanda açıklarında küçük bir ada. Tarih, Nisan 1923. Kahramanlarımız, bir iç çatışma ile
başlayıp, dozu giderek artan savaşa dönüşen benlik arayışı içerisinde. Fonda ise, sadece bir yıl
sürmesine rağmen bağımsızlık savaşından daha fazla can alan ve nesiller boyu sürerek
günümüze kadar gelen bir kutuplaşmaya zemin hazırlayan iç savaşın çatışma sesleri. Filmin
sonunda iki arkadaşın çatışması bitecek mi, yoksa tıpkı iç savaş gibi farklı bir yöne mi
evrilecek? Eskiye dönüş olacak mı? Yaralar sarılıp kırılan parçalar onarılabilecek mi? Yoksa
her şey değişip, hayatlar dönüşecek mi?
Yarattığı hikâye ile, boyutu ve nedeni ne olursa olsun, savaşların geri dönüşü olmayan yıkıcı
etkilerine dikkat çekiyor McDonagh. Bir arada kardeş gibi yaşayan insanların bir anda
birbirine ezeli düşman kesildiği, anlamsızca sürüp giden çatışmaları sorgulatıyor. Her şey

yolunda giderken ve gidebilecekken, arayış içindeki huzursuz ruhlarımızın çomak soktuğu
yaşam çarkına ve bu çarkın dişlileri arasında ezilip giden değerlere mercek tutuyor. Ada
hayatına direkt etki etmese de, ara sıra uzaktan duyulan ve bir anlığına bile olsa hayatı
durdurup, içten içe huzursuzluk yaratan çatışma sesleri ile iki karakterin çatışmasını ince bir
ustalıkla örtüştürerek, içten dışa ve dıştan içe, katman katman yayılan huzursuzluğun nasıl da
insan ruhunu ve tüm yaşamı ele geçirdiğinin altını çiziyor.
Hikâye, son derece basit, insani bir durumla başlayıp beklenmedik olaylara çıkan dar
koridorların içinden geçiriyor izleyenin zihnini, “şimdi ne olacak?” merakı ile “hadi canım!”
hayretleri arasındaki gelgitlerle sarsıyor. Konfor alanından çıkarıyor, hayatın her anında
karşılaşılabilecek durumları ve sonuçlarını sorgulatıyor, hayata ve ilişkilere başka bir açıdan
bakabilmenin önünü açıyor. Her biri farklı değerleri temsil eden ikonik karakterleri ile insanı
irdeliyor. Kimileri güvenli çemberlerin içinde, alıştıkları rutinlerde, sorgulamadan yaşayıp
giderken hayatı, kimilerinin en yüksek dağlara tırmanmak istemesinin altındaki ihtiyacın fark
edilebilmesi için zemin yaratıyor. Hepimizin, hayatın bir yerinde birileri tarafından
reddedilmiş olduğumuz ya da olabileceğimiz gerçeği düşünüldüğünde, film, bir taraftan,
kendi kendimize bile kabul ve itiraf etmekte zorlandığımız durum ve duygularla bizi
yüzleştiriyor, diğer taraftan da ince mizahıyla bu yüzleşmenin rahatsız edici kasvetinden
uzaklaştırıp küçük nefesler aldırıyor. Böylece bir çıkış kapısı bırakıyor daralmış ruhlara,
sonuna kadar sorgulayabilsinler, cesaretlerini kaybetmesinler diye.
Hepsi bu kadar mı? Hayır, elbette değil. Sembolizm bolca kullanılmış filmde. Öyle ki,
neredeyse her sahnede, kullanılan renklerden objelere, hayvanlardan isimlere kadar her şeyin
bir anlamı ve bir mesajı var. Bu bakımdan bir kez izlenerek anlaşılacak bir film değil
kesinlikle, keşiflerin tadına varabilmek için en az iki kez izlemek gerekiyor. Kullanılan her
metaforun, her objenin bir diğer sahne için ipucu oluşturduğunu bilerek, dikkatle, mümkünse
not tutarak izlemek, alınan keyfi arttırıyor. Örneğin Siobhan’ın (Kerry Condon) bahçeye astığı
çamaşırların ve giydiği kıyafetlerin renkleri dikkat çekici. Kırmızı, turuncu ve sarıyı bolca
kullanıyor Siobhan. Turuncu, İrlanda’da Protestanlığın rengi olarak biliniyor. Sarı cesaretin ve
özgüvenin, kırmızı ise gücün, tutkunun rengi. Parçalar bir araya getirildiğinde Siobhan’ın
kişiliği hakkında epey ipucu veriyor, öyle değil mi? Ayrıca evlerin kapı ve pencerelerinin de
kırmızıya boyanmış olduğunu görüyoruz. İrlanda’da kırmızı rengin ölümü ve laneti evlerden
uzak tuttuğuna inanılıyor. Katolik inancında da, kırmızı renk İsa’nın kanını temsil ettiğinden,
koruyucu olarak kabul ediliyor. Fimin genelinde ise, Kelt kültürünün baskın renkleri olan
yeşil ve kırmızı ön planda. Doğruyu söylemek gerekirse filmin bu kadar etkileyici olmasında
renklerin rolü çok büyük. Gerek doğanın canlı, koyu yeşili, gerekse kostümlerde ve
dekorlarda kullanılan renkler, son derece mistik ve sembolik bir hava yaratıyor. Yeşil renk
yaşamı, canlılığı, üretkenliği, umudu ön plana çıkarırken, evlerde ve dekorlarda kullanılan
koyu ve kasvetli renkler insanların umutsuzluğunu simgeliyor. Ve yaratılan kontrast, iki ucu
alabildiğine çarpıştırıyor. Fazla söze gerek kalmadan çok şey söylemek bu olsa gerek.
Görüntü yönetmeni Ben Davis de tebrik edilmesi gereken isimlerden bu açıdan.
Renklerden başka semboller de bolca var filmde. Film izlemiyor, adeta bulmaca
çözüyorsunuz ki bu benim için filmi olağandışı yapan etkenlerden en önemlisi. Filmin
başlarında Dominic’in (Barry Keoghan) elinde gördüğümüz kancalı sopa Azrail’in asasını
temsil ediyor örneğin. Bir gün kendi cansız bedeninin bu sopa ile ölüm perisi Mrs McCormick
(Sheila Flitton) tarafından gölden çekileceğini bilmeden, merakla sopayı inceliyor Dominic.
Son sahnede yine ölüm perisinin elinde görüyoruz sopayı. Filmde pek çok kez gördüğümüz

sembollerden biri de haç. Küçücük bir ada köyünde küçüklü büyüklü bu kadar çok haç olması
şaşırtıyor. Din motifinin oradaki kültür ve yaşam tarzları üzerinde ne kadar etkili olduğunu
göstermesi açısından önemli. İrlanda’nın halen %70’i Katolik. 1920’lerde bu oran %80’in
üzerindeydi. Bu sebeple Protestanlar bir nevi kâfir olarak görülüyor ve hoş karşılanmıyor.
Pazar ayini için Papazı anakaradan getiren teknenin adı Norah, haysiyet, onur, ışık anlamına
geliyor. Takip eden sahnelerde papazın onur ve haysiyetini sorgularken buluyoruz kendimizi.
Bir yol ayrımındaki Meryem Ana heykeli, artık geçerliliği kalmamış bir ahlak ve adalet
bekçisi gibi duruyor. Zira iki eski dostun yolları bu heykel önünde ilelebet ayrılıyor, Padraic
ilk defa bile isteye bu heykel önünde birine yalan söylüyor. Zaten filmin ana temalarından biri
de ikiyüzlülük.
Hayvanları da simgesel olarak bolca kullanmış McDonagh. Örneğin Padraic’in (Colin Farrell)
eşeği Jenny. Eşek, İrlanda’da en fazla bulunan ve çokça sevilen hayvanlardan. Kültürde
önemli bir yeri var. Ayrıca katolik inancında barışı simgeliyor. Nitekim eşek öldüğünde,
barışın da, geri gelmemek üzere öldüğünü anlıyoruz. İki adamın inatçılığını vurgulamak için
gösterilen keçiler, sık sık gördüğümüz bir başka barış simgesi olan kuşlar, olan biteni izleyen
ve her şeyi anlayan bilge bir çift gözün sahibi beyaz at ve Colm’un köpeği iyi huylu Sammy.
Hayvanların İrlanda köylülerinin yaşamında özel bir yeri var, tüm köylülerin yaşamlarında
olduğu gibi. Kışın hayvanlarını eve alır, kalbe yakın tutarmış İrlandalı köylüler. Padraic de örf
ev adetlere bağlı, inancı kuvvetli o köylülerden ve kız kardeşiyle bu yüzden sürekli atışıyor.
Colm’un (Brendan Gleeson) evinde bulunan maskeler, daha filmin başında belirgin ipuçları
veriyor bize. Hatta Padraic, bu maskelerden bir tanesini, Colm’un evine, ona bakmaya
gittiğinde yüzüne takıp çıkarıyor. Bu maskeler, kahramanlarımızın gerçek kişilikleri yerine
kendilerine toplum tarafından biçilen ya da kendilerine uygun gördükleri rollerin simgesi.
Filmin sonunda maskeler düştüğünde, geriye bambaşka bir gerçeklik kalıyor.
“En İyi Film Müziği” dalında Oscar adayı olan filmin müziklerini, ünlü film müziği bestecisi
Carter Burwell yapmış. Daha önce Martin McDonagh’ın “Three Billboards Outside Ebbing,
Missouri” filminin de müziklerini yapan Burwell, Coen Kardeşllerin bestecisi olarak
biliniyor. Müzikler, Kelt kültürü motifleri, renkler, kostüm ve dekorlar muazzam bir ahenkle
birleşerek, mistik bir hava yaratıyor ve filmin sonuna kadar izleyiciyi bu büyülü atmosferin
içinde tutuyor.
Bütün bu özellikleriyle, “Inisherin’in Ölüm Perileri”, aldığı tüm ödülleri hak ediyor
bana göre. “Altın Küre En İyi Senaryo Ödülü”, “BAFTA En İyi İngiliz Filmi” ve “Venedik
Film Festivali Volpi Kupası En İyi Erkek Oyuncu” ödülleri başta olmak üzere, ABD ve
Avrupa’da pek çok ödülü kucakladı film. Oscar’da 9 dalda aday gösterildi, Altın Küre’den 8
adaylık ve 3 ödülle döndü. “National Board Review” tarafından, 2022’nin en iyi 10 filminden
biri seçildi. Ayrıca pek çok festivalde birçok ödüle de aday gösterildi.
Bu kadar beğenilmesinde senaryonun sağlamlığı ve ustalıklı kurgusu yanında oyunculukların
da payı büyük elbette. Başrollerde, McDonagh’ın neredeyse tüm projelerinde yer alan
“kadrolu” oyuncuları Colin Farrell ile Brendan Gleeson, abartıdan uzak, doğal oyunculukları
ve İrlandalı köylü şiveleriyle, ilk andan itibaren seyirciyi hikâyeye kilitliyorlar. Dominic
rolünde Barry Keoghan, Siobhan rolünde Kerry Condon’un, izleyicinin duygularını harekete
geçiren, empati kurduran gerçekçi oyunculukları da son derece övgüye değer. Her ikisi de
mimikleriyle müthiş bir etki yaratıyor film boyunca. Her iki oyuncunun da yardımcı oyuncu
olarak ödül almış olması hiç de tesadüf değil. Fondaki kurmaca ada köyü Inisherin’in koyu

yeşil ve bakir güzelliği ise, insanların bakir duygularını vurguluyor adeta. Ve izleyeni direkt
içine alıp, karakterlerle, mekânla ve hikâye ile bağ kurmaya sevk ediyor.
Gelelim hikâyeye ve karakterlere…
Colin Farrell’in hayat verdiği Padraic, oldukça naif, hayatı geldiği gibi yaşayan, fazla
düşünmeyen, hayattan fazla beklentisi olmayan, nohut oda-bakla sofa evinde kız kardeşi
Siobhan (Kerry Condon) ve evcil eşeği Jenny ile mutlu, sade bir köylü. O, saflığın ve iyi
niyetin simgesi. En büyük eğlencesi, akşamları yakın dostu Colm (Brendan Gleeson) ile
Inisherin’in tek meyhanesine gidip içmek ve sohbet etmek. Küçük yerleşim yerlerinde adet
olduğu üzere, tüm adalılar bu biricik mekânda sosyalleşip, burada taşlarını döküyor. Burası
hem eğlenme, hem dinlenme, hem de arınma yeri onlar için. İlişkiler burada başlayıp burada
bitiyor, en önemli haberler burada duyuluyor, aktiviteler burada yapılıyor, gelenler burada
karşılanıp, gidenlere burada veda ediliyor, insanlar birbirleri ile hesaplarını burada görüyor.
Burası, tüm adalıların yaşamlarının, zaaflarının, suçlarının, arzularının ve insanlıklarının
görücüye çıktığı yer.
Peki, Padraic ve ondan sıkılan, onunla artık arkadaşlık etmek ve hatta konuşmak dahi
istemeyen, yıllarını boşa geçirerek yapamadığı besteler için zaman ayırmak isteyen, ardında
bir iz bırakma derdine düşmüş Colm, nasıl olup da bu daracık alanda, birbirleriyle
konuşmadan yaşayıp gidecekler? Padraic, en yakın dostu tarafından reddedilmiş, dahası
aşağılanmış olmanın onur kırıklığı ile kendini suçlayıp nerede hata yaptığını kendisini
yakından tanıyanlara sorup anlamaya çalışırken, arkadaşını, bir açıklama dahi istemeden,
sükûnetle kendi yolunda yalnız bırakabilecek mi?
İnsan, tekâmülün bir gereği olarak, yaşadıklarını anlamlandırmak ister. Anlaşılmak ve kabul
edilmek ister. Olduğu hâliyle sevilmemek, kabul edilmemek ise, ağır bir taş gibi ezer insanı,
un ufak eder. Böyle bir durumda kalan insan, hayata tutunabilmek için, mesnetsiz bahanelerle
de olsa kendi duruşunu savunacaktır elbette. Çünkü sanıldığı kadar kolay değildir böyle bir
durumun içine düşmek, istenmemek, tercih edilmemek. Üstüne bir de sıkıcı olarak
nitelenmek, küçümsenmek, ötelenmek. Özellikle de her gün konuşmaya, birlikte vakit
geçirmeye, dertleşmeye, eğlenmeye alıştığımız bir kişinin birdenbire “çık hayatımdan, seni
artık sevmiyorum” demesi ve iletişimi tamamen kesmek istemesi, çoğumuz için pek de kolay
anlaşılacak ve alışılacak bir durum sayılmaz, öyle değil mi?
Bu bakımdan reddedilmek, (özellikle de en değer verdiğimiz kişiler tarafından) oldukça ağır
bir duygu. Günümüzde kadın cinayetlerinin de, ilişkilerdeki pek çok sorunların da temelinde
reddedilmenin bu dayanılmaz ağırlığı yatmıyor mu? Sırf reddedilmemek için katlanmıyor
muyuz değerlerimizle, kişiliğimizle örtüşmeyen durumlara ve hatta küçümsenmelere ve
aşağılanmalara?
Kahramanımız Padraic de, basit düşünen, günlük yaşayan, en iyi arkadaşı bodur bir eşek olan
sıradan bir köylü olarak işte bu ağır duygunun altında kalıyor. Bir yandan arkadaşının
beklenmedik davranışını anlamlandırmaya çalışırken, diğer yandan zedelenen onurunu
kurtarmaya çalışıyor. Bir tarafta kötü bir şey yapmadığını kanıtlama çabası içindeyken, diğer
tarafta arkadaşının birdenbire sırtına yapıştırdığı “sıkıcı” yaftasının gerçekliğini sorguluyor;
zira ne yaparsa sıkıcı olmayacağını bilemiyor. Colm, müzikten, yaratmaktan, bestelerinden,
dünyaya bir iz bırakmaktan bahsedip, boş konuşmalarla günü geçirmek istemediğini
söylediğinde şaşırıyor, çünkü onun için bunlar boş değil, hoş konuşmalar. Ona yaşadığını,

varlığını hissettiren anların, nasıl olup da arkadaşına sıkıcı geldiğini anlamak onun için çok
zor. Bu yüzden, kendine zarar vermekle tehdit etmesine rağmen Colm’dan uzak duramıyor.
Ne yapıp edip olan biteni anlamlandırmaya ve kendince bir çözüme ulaştırmaya çalışıyor.
Peki, Colm neden basitçe uzaklaşmak ve ilişkinin akıbetini zamana bırakmak yerine, kendine
zarar vermekle tehdit ediyor Padraic’i? Dahası tehdit etmekle kalmayıp gerçekten kendine
zarar verecek kadar ileri nasıl gidebiliyor? İsteği, o her zaman yapmak istediği besteleri
yapmak, kemanını çalmak değil mi? Yoksa gerçekte istediği bu değil mi? Sadece Padraic’i
cezalandırmak mı yapmak istediği? Ya da Padraic üzerinden kendini mi cezalandırmaya
çalışıyor kendine zarar vererek? Boşa geçen bir ömrün intikamını mı alıyor kendinden?
Öfkesi gerçekten Padraic’e mi yoksa başka bir şeyler mi var ruhunu için için kemiren? Belki
de gerçekte o kadar da yetenekli olmadığını düşünüyor ve kendisi için en önemli olan
parçasını yok etmekte buluyor bu saplantıdan kurtulmanın ve kendini rahatlatmanın yolunu?
Aslında Colm’un kendine ve dolayısıyla etrafındakilere verdiği zarar, bir nevi onun iç savaşı
ve iç savaşın bütüne verdiği zararın naif bir anlatımı aynı zamanda. Savaşlarda asla bir
kazananın olmadığı, her iki tarafın da kanının oluk oluk aktığı, hepimiz tarafından bilinen, son
derece rahatsız edici bir gerçek. Colm’un, durup dururken arkadaşına sırtını dönüp, arkadaşı
konuşmakta ısrar ediyor diye kendini cezalandırması ne kadar delilikse, durup dururken
kardeş bildiklerine düşman olmak, bu düşmanlık uğruna kan dökmek veya kendi kanının
dökülmesini göze almak da o kadar delilik. Üstelik bu savaşlar, savaşan taraflar dışında pek
çok masum insana da zarar veriyor. Ama nedense savaşlarda adını sanını bilmediğimiz
binlerce insanın kanı sebepsiz akarken sessiz kalabiliyor ama kanlı canlı, adlarını ve
hayatlarını bildiğimiz, kişilikleriyle bağ kurduğumuz insanlar söz konusu olduğunda dehşete
düşüyoruz. İşte bu yüzden Padraic ve Colm için üzülüyoruz. En çok da, bu anlamsız
çatışmanın ortasında kurban olan eşek Jenny’ye üzülüyoruz. Hiçbir şeyden haberi olmayan,
kendi halinde yaşayıp giden masum bir varlığın böyle saçma bir savaşın kaybedeni olması
(tıpkı savaşlarda yitip giden masum çocuklar gibi), hayatı bir kez daha sorgulatıyor
farkındalıklı beyinlere. Ölen sadece bir eşek değil şüphesiz, Jenny’nin cansız bedenini kendi
battaniyesine sararak, aslında kendi içindeki iyi niyeti, barışı ve umudu da gömüyor Padraic.
Dominic : “Eskiden en iyi kalplinin sen olduğunu düşünürdüm. Meğer sen de onlar
gibiymişsin.”
Padraic : “Belki de yeni ben budur.”
Padraic’in kız kardeşi Siobhan (Kerry Condon), Colm’u gayet iyi anlıyor. O da Colm gibi
derin düşünen bir ruh. Değişimin ve cesaretin simgesi. O da var olanla yetinmiyor, adanın ve
ada ilişkilerinin, insanı çepeçevre sarıp esir eden, kaçacak yer bırakmayan, düşünceleri ve
duyguları hadım eden alışkanlıklarını, değer yargılarını ve inançlarını kabullenmiyor. O da
daha yüce bir yaşam amacı peşinde. Hatta belki de Colm yaptığı çıkışla, onun içindeki arayışı
görünür kılıyor farkında olmadan. Farklı biri Siobhan, o dünyaya ait hissetmiyor kendini. Hiç
kimse ait hissetmediği yerde kalmak istemiyor da, gitmeyi ancak bazıları başarabiliyor. Farkı
yaratan ise cesaret kuşkusuz. Siobhan’ın bu cesarete sahip olup olmadığı bu bakımdan bizi
ilgilendiriyor, çünkü hepimizin ait hissetmediği bir yerler var bu dünyada.
Dominic (Barry Keoghan), filmin çözümlenmesinde son derece önemli bir karakter. Adanın
delisi. Ama belki de herkesin sandığı gibi bir deli değil. Çünkü insanların kalplerini görüyor
ve onların yüksek sesle dile getiremediklerini dile getirme, alt metinleri deşifre etme görevini

yükleniyor, tüm sahteliklerin, “mış gibi”lerin arasında. Olanca saflığıyla, “olanı” dile
getiriyor. Bu bakımdan dürüstlüğün ve masumiyetin simgesi olarak öne çıkıyor. Aynı
zamanda bir ayna Dominic. Padraic ona bakarak, Colm’un kendisini onun gibi görüp
görmediğini sorguluyor. Kendisine aptal derken, aslında Dominic gibi olduğunu mu
kastettiğini, güzel bir şey olduğunu zannettiği iyi niyetin ve nezaketin aptallık olarak mı
görüldüğünü düşünüp endişeleniyor. Dominic’i adadaki pek çok insandan daha kabul
edilebilir bulan Siobhan bile Dominic’in aşkını istemiyor. Dürüstlük ve masumiyet, dolaysız
olarak kendini gösterdiğinde insanı ne çok korkutuyor. Belki de insan aklı ve egosu, bu
kavramlarla uyuşmuyor. Nitekim maskeler düşüp roller değiştiğinde ve de insanı insan
olmaya iten tüm filtreler ortadan kalktığında, Dominic’in de kaderi belli oluyor.
Mrs McCormick (Sheila Flitton), adanın cadısı. Aynı zamanda filme adını veren (The
Banshees of Inisherin) fenomen. Kelt kültüründe yeri olan “Banshees”, yani “Ölüm Perileri”,
gelecekteki ölümleri haber veren periler ya da cadılar olarak anılıyor. Filmde, Mrs
McCormick, önemli kırılma anlarında ve karakterlerin yaşayacağı dönüşümler öncesinde bir
haberci olarak aniden karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda izleyicinin merakını arttırıp dikkatleri
farklı yönlere çekiyor. Konuların ve karakterlerin birbirine bağlanmasını ve hikâyenin
kesintisiz akmasını sağlıyor. Bu anlamsız savaş nasıl sona erecek? Kim veya kimler ölecek?
Günün sonunda iyilik ve masumiyet mi kazanacak tüm zamanlarda olduğuna (ya da olması
gerektiğine) inandırıldığımız şekilde, yoksa kötülük mü ele geçirecek ruhları, gerçek dünyada
an be an deneyimlediğimiz biçimde? Ya da daha kötüsü, tüm savaşlarda olduğu gibi herkes
mi kaybedecek? Umut geri gelecek mi, yoksa geri dönüşü olmayacak biçimde yok mu
olacak?
Film, benzersiz bir macera vadediyor izleyiciye. Kürekleri olmayan bir kayığa bindiriyor ve
kâh durgun sularda, kâh fırtınada hiç durmadan yol aldırıyor. Güldürürken gülümsemesini
yüzünde donduracak şekilde dehşete düşürebiliyor örneğin. Ya da, son derece sıradan bir
hikâye olduğunu düşündürürken birdenbire konuya dâhil olan bir karakterle sıra dışı bir
deneyime yol aldığını hissettirebiliyor. Özetle söylemek gerekirse, sürekli olarak hisleri
dalgalandıran, duygudan duyguya geçirerek seyirciyi adeta hipnotize eden bir kurgusu var.
Sıradan gibi görünen bir olayın nasıl bir savaşa yol açabileceğini, sıradan insanlar üzerinden
ustalıkla anlatıyor McDonagh. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, hem senaryo, hem
yönetmenlik açısından çıtayı oldukça yükseğe çekiyor. Aynı zamanda bir tiyatro yazarı
olmasının verdiği avantajla, küçük dokunuşlar yapmayı iyi biliyor, ilgiyi ve merakı canlı
tutmak için, seyirciyi hiç bırakmıyor. Patlamayacak silahı göstermiyor, Çehov’un deyişiyle.
Adeta bir tiyatro tadı alıyoruz izlerken; sahneler arasında bağlantı kurmanın ve keşif
yapmanın keyfini yaşıyoruz doyasıya. Ve farkında olmadan “küt!” diye dâhil oluyoruz
hikâyeye. Bazen taraf tutarak, bazen resmin dışına çıkarak anlamlandırmaya çalışıyoruz olan
biteni.
Çünkü insanız günün sonunda ve tıpkı filmin karakterleri gibi, süregiden iç ve dış
çatışmaların arasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz el yordamıyla. Kötülük çevirse de
etrafımızı, öfke ve intikam duyguları sarsa da yüreğimizi, içimizde bir yerlerde neyin yanlış
olduğunu biliyoruz. Tek yapmamız gereken, yaşadıklarımızda anlam ararken biraz daha kulak
vermek sezgilerimize. Dış sesleri susturmak bir an için ve içimizden yükselen isyanı
dinlemek. O zaman belki istenmediğimiz yerde kalmamak da, reddedilmenin ya da
reddetmenin doğal olduğunu kabullenmek de, hayallerimizin peşinden gitmek de daha kolay

olacak. İşte o zaman gerçekten özgür kalacak ruhlarımız ve belki de yaşam gerçek anlamını
bulacak.