https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Elimde bir kitap, balkondaki sallanan sandalyemde oturuyordum, annem bize çay yapmış. Usulcacık yanıma yanaştı ve ne okuduğumu sordu bana. Kitabı gösterdim, Asılacak Kadın’ı. Biraz kitabın bir dönem yasaklı olduğundan, hakkında dava açıldığından ve Pınar Kür’ün savunma yazısından bahsettim anneme. Bir kadın olarak annem de merak etti bu hazin hikâyenin romanını; ancak bu olaydan bir hafta sonra annem daha fazla okuyamayacağını, gönlünün bu acıyı kaldıramadığını söyleyerek kitabı bana iade etti. İşte ben de Pınar Kür’ ün yazdığı Asılacak Kadın romanını incelemeye aldığımda annemin söylediği sözleri söyledim kendime, ”gönlüm bu acıyı kaldıramıyor”. Kitabın gerçek bir olaya dayandırılması ve kan donduruculuğu, kelimeleri ardı sıra dizeleyip de bu yazıyı yazmaya başlamama engel oldu sanki.

Roman ilk kez 1979 yılında Bilgi Yayınevi tarafından basılmıştır. 1983 yılında Yazdı ve 1984 yılında da Can Yayınları tarafından yayına çıkarılmış. Asılacak Kadın, 1986 yılında Başar Sabuncu tarafından yönetilen bir filme konu olmuştur. Türk sinemasını farklı ülkelerdeki festivallerde de temsil etmiştir bu film, bu acı hikâye. Her nasılsa(!) Pınar Kür’e bu kitabı yüzünden dava açılmış ve “yalnızca cinsel tahrik” için yazıldığı iddia edilerek yasaklanmıştır Asılacak Kadın. Bir nevi kitaptaki yüksek derecede cinsel şiddete maruz kalan Melek, iki kez hüküm giymiştir: Birincisi hâkim kalemi kırdığında, ikincisi ise roman yasaklandığında.

Romanın konusu, yaşlı bir adamın (Hüsrev Bey) genç hizmetçisini (Melek) nikâhına alıp onu sapıkça fantezileri için kullanması ve sonunda adamın bir cinayete kurban gitmesi biçiminde özetlenebilir. Asılacak Kadın üç ayrı bölümden oluşur. İlk iki bölüm bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır. Üçüncü bölüm ise Melek’i içinde bulunduğu cinsel şiddetten Hüsrev Bey’i öldürerek kurtarmak isteyen Yalçın karakterinin yazdığı bir mektup şeklinde devam eder.
Davanın baş hâkimi Faik İrfan Elverir’in kendi iç sesi ile konuştuğu ilk bölümde; hakimin çalkantılı duyguları, geçmişinde nefret ve kin beslediği annesi, kardeşi ve karısı, tüm bunların etkisi ile Melek karakterine bakış açısı konu olur:

“ …Utanmadan bana yutturmaya çalışıyor yalanlarını. Hiçbirine inanmadım. İnanmıyorum. Bir kere insan sırf ağabeyini okutmak için fabrikalarda çalışıyorsa şununla bununla oynaşmak aklına gelir mi hiç. Pis bunlar pis. Aysel de yaşasaydı kötü yola düşerdi mutlaka. İyi ki çabucak ölüp gitti. Sorsan Allah bilir onu da benim verem ettiğimi iddia ederler. Pis bunlar. Kökünden pis. Hepsi de yalancı. O Melek orospusundan farkı yok hiçbirinin.”

Hâkimlerin içinde bir de kadın var davada, Maferet Hanım. İrfan karakteri ona da nefret kusar kendi içinde, yine sırf kadın olduğu için:

“Fakat o Maferet inatçısı muhalefet şerhini koymadan edemedi. Sanki başı göğe erecek. Sonuç değişmiyor ki. Sırf kadın olduğu için işte. Hemcinsini koruma arzusundan. Sanık erkek olsaydı yine itiraz eder miydiniz diye sorduğumda o ukala kaşını kaldırması neydi öyle.”
“Kadından hâkim olmaz. Olamaz. İşte bu kadar. Hüküm vermek işi kadınların başından çok aşkın bir şey.”
Hâkim, kendisini aldatan karısı ile cinsel şiddete defalarca maruz kalan Melek’i aynılaştırır ve sanki Melek’in idamını isterken karısı Nihal’i de öldürür:

“Nihalin gözleri bir sürü insana parlıyor. Nihalin gözleri hiç kapanmayacak mı? Meleğin gözleri de açık. Meleğin gözleri kara. Her türlü pisliği yıkıyor üstüme o Meleğin gözleri. Meleğin gözleri ne zaman kapanacak. Kapanmayacak mı? Ya asmazlarsa. O zaman Nihali öldürmek zorunda mı kalacağım. Kim çekecek Nihalin cezasını. Ya asmazlarsa. Asmayacaklarsa. Bütün cezaları ben mi çekeceğim?”

Hayatında hiçbir kadınla duygusal ve düşünsel birlik kuramamış olan İrfan, Melek’i “bal gibi orospu” sözüyle kız kardeşi Rukiye, karısı Nihal ve “içi dışı her yanı pis” sözüyle annesi ile özdeşleştirir. Ataerkil anlayışa sahip olan yargıcın görüş alanı kadınların yalnızca cinsellikleriyle sınırlıdır.
Kitap ikinci bölümüne “Melek’e Hücrede Gelenler” başlığı ile devam eder. Bu bölümde Melek’in yaşadıkları kronolojik bir sıralama olmaksızın yine karakterin iç ses konuşması olarak bilinç akışı tekniği ile aktarılır. Melek’in yöresel şivesi ile yazılmış olması okuyucuyu afallatacak derecede gerçekçi ve doğal durmaktadır. Pınar Kür bu bölümle alakalı olarak savunmasında şunları söyler:

“ Ben bu kitaba başlamadan önce çok kapsamlı bir dil araştırmasına giriştim. Melek’in geldiği yörede hangi kelimeler, hangi biçimde, hangi anlamda kullanılır? Diline yerleşmiş olan sözcüklerin hangilerini altı yaşına kadar yaşadığı köyde, hangilerini on iki yaşına kadar kapıcı kızı olarak kaldığı dairede öğrenmiş; hangilerini köşke getirildikten sonra yaşlı kadının Osmanlıcasından, hangilerini kalfa kadının İstanbul Türkçesinden, hangilerini Hüsrev Bey’in Fransızcasından kapmış?”

İkinci bölümde Melek’in hayat hikayesini de öğreniriz. Melek küçükken babasını kaybetmiş bir kızdır. Üvey babası ve annesi Melek’i dedesine bırakarak gideceklerdir; fakat o sırada dedesi vefat edince Melek’i de alıp İstanbul’a göçerler. Bir müddet sonra Melek’in yükünden kurtulmak isteyen aile, kızı bir yalıya hizmetçi olarak gönderir. İşte bu yalı, kısa süre içerisinde Melek’in mezarına dönüşecek yalıdır. Melek, evin beyi olan Hüsrev karakterinin yatalak annesine bakmakla yükümlüdür. Hüsrev Bey, aşığı olduğu bir Fransız kadına takıntılıdır. Kimseyle çok iletişim kurmayan bir erkek olarak gözümüze çarpar. Hüsrev Bey’in annesi bir müddet sonra vefat eder. Melek’in asıl cehennemi Hüsrev Bey’in mahalledeki adamları eve getirmesi ve Melek’i istediği gibi kullanabilmek için nikâhına alması ile başlar:

“BAĞIRACAK BİTTABİ. TEMAS GÖRMEMİŞ BAKİRE.. DAHA DAHA CANHIRAŞHANE BAĞIRMALI Kİ… SEN DURMA, İŞİNE BAK. BÖYLESİNİ NEREDEN BULACAKSIN BİR DAHA?”

Erich Fromm’a göre cinsel sapkınlığa düşkün insanlarda sadistlik, cinsel uyanma ve boşalmanın bir şartıdır. Bu sapkınlığın sınırları bir kadına acı verme isteğinden tutun da onu küçümsemeye, zincire vurmaya veya başka şekillerde boyun eğişe zorlamaya kadar uzanır. Hüsrev, kimsesiz ve çaresiz Melek üzerinde cinsel sapkınlığını gerçekleştirir. Bunun için çeşitli erkeklerle cinsel ilişkiye zorlama, aşağılama, sözel ve fiziksel şiddet gibi birçok sadisttik tavır ve davranışta bulunur.
Melek’in tüm bunları karşı koymaksızın kabul etmesi, hiç kaçmaya çalışmaması, evin kalfasından bile yardım talep etmemesi akla “öğrenilmiş çaresizlik” ve “mazoşizm” tanımlamalarını getirir. Mazoşist kişiler, kendilerini küçültme, zayıflatma ve olaylara egemen olamama eğilimindedirler. Bu kişiler düzenli bir şekilde kendi dışındaki güçlere, tabiata, diğer kişi veya kurumlara bağımlı olduklarını belli ederler. Kendi istedikleri şeyi yapmaya değil, bu dış güçlerin buyruklarını yapmaya hazırdırlar. Genellikle “ben varım” duygusunu yaşama yetisinden yoksundurlar. Bunlar için yaşam denetleyemeyecekleri bir şeydir. Öte yandan, mazoşizm tanımlamasından ayrı olarak durumu ele alırsak Melek’in ortaya koyduğu tepkisizliği pek çok tecavüze uğramış insanın yaşadığı psikolojik bozukluklardan biri olarak da görebilmemiz mümkündür. Hangi açıdan bakarsak bakalım, Melek’in dava süresince konuşmaması da dâhil olmak üzere, koruduğu sessizlik “kişiliğin yok edilip kadının nesnelleştirilmesi” boyutu ile ele alınabilir. Melek artık bir insan olarak değil, bir nesne olarak varlık tabiatını sürdürür.

Melek karakteri, evin kalfasının oğlu olan Yalçın’ın onu kurtarabileceğini asla düşünmez. Ona hiçbir şekilde güvenmez. “Onun diğerlerinden ne farkı var?” sorusu eril işleyişi sorgular niteliktedir. Yalçın karakteri, Melek’i sevdiğini iddia etse de diğerleri ile aynı şekilde onu bir nesne olarak görmekte de hiçbir sakınca duymamıştır. Yalçın, Hüsrev Bey’i gömerken Melek’e şöyle der: “Buraya gömülen senin köleliğin.” Melekse o güne dek “kölelik” kelimesini bir tek annesinin ağzından duymuştur ve yaşadığının bir çeşit kölelik olduğunun bilincinde bile değildir:
“Kulun kölen olam anam üvey ağama hep böyle der Hüsrev Bey hiç öyle laflar ettirmediydi kö-le-lik Yalçının uydurması hep.”
Üçüncü bölüm, tüm olanları Yalçın’ın açısından görmemize olanak tanırken bazı şeylerin toplumumuzda bir adım bile öteye gidemediğini de bize acı şekilde gösterir niteliktedir:

“ Dedikodu dönemi çoktan aşılmış, susma, yalnızca bakışlarla anlaşma dönemi başlamıştı. Koskoca bir mahallenin, kadınlı erkekli, böylesine korkunç, böylesine çirkin bir olaya göz yumması, suça (kimisi yalnızca susarak da olsa) katılması nasıl açıklanabilir? Gerçeği öğrendiğimde aklım almamıştı bunu. Şimdi düşünüyorum, duruşmada söylenenleri de değerlendiriyorum da, susanlar kendilerine inanabilecekleri bir yalan uydurmuşlardı anlaşılan: Bir erkek nikâhlı karısını istediği gibi kullanabilir. Kadın karşı çıkmadıkça, hatta resmen şikâyet etmedikçe kimsenin yasal olarak karışmaya hakkı yoktur. Böyle düşünüyorlardı besbelli. Yüzyılların alışkanlığı böyle düşünmeyi olağan kılmıştı onlar için.”

Kitapta ezen-ezilen-kurtarıcı üçgeninin dinamiği ve çelişkileri vardır. Asılacak Kadın’ı oluşturan üç bölümde İrfan, Melek ve Yalçın konuşturulur; fakat tüm bu olaylara sebebiyet veren asıl kişi susturulmuştur: Hüsrev Bey. Bu kişinin zavallılığı ve zorbalığı, kitapta hiçbir bölümde kendi ile konuşturulmamış olması dikkate değer ayrıntılardan biridir.
Pınar Kür savunmasında, kitabının “ cinsel tahrik” olarak görülmesine verdiği yanıt oldukça sarsıcıdır:

“Ben, Asılacak Kadın’ı okuyup da Melek’e ve Yalçın’a acımayacak birini tasavvur ve tahayyül edemiyorum. Melek’in acımasızca kurban edilişini “cinsel tahrik” olarak görmek, Asılacak Kadın’ın ar ve haya duygularını incitmek amacıyla yazıldığını söylemek; örneğin, savaş aleyhtarı bir romanda, cephelerdeki perişanlığı, acımasızlığı, boşu boşuna ölmenin ve öldürmenin korkunçluğunu betimleyen sahneleri, “savaşa kışkırtma” olarak nitelemek kadar akla uzaktır.”

Asılacak Kadın, gerçeğe dayandırılmış basit bir olay kurgusundan daha çok eril tahakküme başkaldırı olarak yazılmıştır. Bazı çevrelerce rahatsız edici bulunması ve engellenmeye çalışılması belki de bu sebepledir. Kadının toplumdaki yerinin, yalnızca erkeklerin değil, diğer kadınların da yargılayıcı zihniyet ve bakış açılarının cesurca ele alınmış olması bu kitabı bugün de konuşuyor olmamızı sağlamaktadır. Son zamanlarda çokça tartıştığımız bir konu olan cinsel, psikolojik ve fiziksel şiddet toplumumuzda hala çözülmemiş bir yara olarak varlığını sürdürmektedir. Umuyorum ki bu toplumsal zihniyet bir gün son bulacaktır.

Kaynaklar:
Asılacak Kadın Ya Da Suskunluğun İzdüşümü, Roman Kahramanları Dergisi 2013, Sayı 13, İlyas Tunç
Bir Sadistin Karanlık Nesnesi Olarak Düşmüş Kadın, Söylem Filoloji Dergisi 2017,2(2) 213:219, Yrd. Doç. Dr. Türkan Yeşilyurt