https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Aynadaki gözlerim artık yaşamıyor gibi bakıyordu. Sabah, öğlen, akşam ne zaman aynada göz göze gelsek bunun değişmesi için dualar ettim. Yalvardım defalarca, “eski ışıltımı gülüşüme yakıştır” diye. Zaman, kırık bir cam şişesinden sızan su gibi ilmek ilmek işliyordu gözlerime. Üstelik saçlarımda beyazlamıştı artık, eski güzelliğim kalmamıştı. Yüzüm, buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibi kırış kırıştı. Yanaklarıma asılmış dert torbaları onları aşağıya çekmeyi başarmıştı. Aldığım abdest suları can versin diye ruhuma, dualar dizdim tespihime. Daha çok erken dedim, her şey için daha çok erken…

Saatin hiç bilmediğim ve artık hayatımı saatlerle ölçmediğim bir vakitte hava almak için biraz dışarı çıktım. Güneş mesaisini aya devretmiş. Ay da var gücüyle aydınlatmaya çalışıyor yeryüzünü. Hava buz gibiydi. Sokak lambasının altında uçuşan kar tanelerini izledim dakikalarca. Hepsi aynı yönde sicim sicim yağarken en önce yok olanın ışığa ilk kavuşanlar olduğunu fark ettim. Durdum bir an nereye gitsem diye düşündüm. Bütün şehri ayakları altına alan ve yollarını benim eskittiğim bir park geldi sonra aklıma. Sessiz sakin kimselerin uğramadığı bir park… Yalnızlığım ve ben salıncaklarda umutlarımı sallar belki biraz da kendi kendime sohbet etmeyi denerdim. Kendimle konuşacak bir şeyler bulmayı başarabilirdim…

Ne kadar yürüdüm hatırlamıyorum, parka vardığımda ilk gördüğüm bankın üstünde biriken karları kolumla iterek üzerine getirdiğim gazeteyi serip kendime oturacak bir yer ayarladım. Tüm yarım kalışlarımı bu parkta anlattığım için kendime, bu parkı benimsemiştim. Sahipleneceksem eğer bir şeyi ben de bu parkı sahiplenmiştim. Bankın üstünde üşümekten iki büklüm olmuş bir ben, kenarımda epey gün görmüş bir çınar ağacı, cebimde kursağıma dizilmiş taşlar, cebimde sakladığım kitaplar, cebimde annem vardı…
“Beyazlar giyindim de siyahlarla doldum” dedi iç sesim. Bu bahsi kapatalım dedim ama her şey için çok geçti. İçimdeki hâkim kalemini kırmış sözü kendisine almıştı. Yıllarımı nasıl eskittiğimi yanımdaki çınar ağacı anlattı. Ben dinledim. O anlattı ben iç çektim… Ömür dediğim şeyin sadece beş harf olmadığını menekşe kokulu hayatımdan anladım.  Sümüklü böcekler bile arkalarından izler bırakırken iz bırakamadığıma gücendim. “Eskiden…” dedim. “Eskiden ne kadar da güzel gülerdim…” Ben çocuk gülüşlerimi beton zeminlere serdim. Kalbimi kitap aralarında kuruttum. Kanayacağını bile bile tuttum o keskin yanlarınızdan. Bana gelince dahada keskinleşti her yanınız. Tutunmak için o son dala, var gücümle savaş verirken o dalı kökünden kestiniz. Sonra ben pes ettim. Savaşamadım sizlerle. Ağırlaştım, mutsuzlaştım, yaşlandım… 
Karla karışık birkaç yaş aktı gözlerimden, iç sesim birden sustu. Benim için en çok üzülen o oldu zaten hep. Kanayan her yanımı güzel sözleriyle o sarmaladı. Yaralarımın geçmesi için ne kadar üflenmesi gerekiyorsa o kadar üfledi. Bazen geçmiş dedik bazen geçmemiş…

Toparlanmam biraz uzun sürdü. Yerimden kalkarken getirdiğim gazete parçasını bankın kenarına bıraktım belki benden sonra birileri daha gelir diye. Kalktım ve yürüdüm. Yorgun gözlerimi kapatıp yolumu bulamamak pahasına öylece yürüdüm… 
Günlerden cuma ve ben artık hissizleşmiştim. Yanaklarımda taşıdığım dert torbalarını şimdilerde ise gözaltlarımda taşıyorum. Yıllar geçtikçe ıslanmış bir pamuk gibi ağırlaşıyorum. Ağırlaştıkça daha da dibe batıyorum…  İnanın ben bu kuyudan nasıl çıkılır bilmiyorum… Şimdi siz söyleyin bana,  bu kuyudan çıkamıyorsam eğer bu Yusuf olamayışımdan mıdır?