Bahardı kadın;
Adıyla çiçekler açtı,
Su gibi duru,
Mevsim gibi güzeldi.
Son kez oraya gittiğimiz zamanı hatırlıyor musun? Masalar, sandalyeler marangoz işiydi hani. Çok oturunca kıçımız ağrırdı. Hiç konuşmadan, saatlerce oturmuştuk son gecemizde.
Ütü aynı ütü, gömlekler askıda muntazam dizili, koltukların halıdaki izi belli, mutfaktaki fesleğenin yeri bile hiç değişmedi, ama… Bir onun gitmesi mi, diye ekledi arkadaki.
Bir köşem olsa keşke,
Savrulsam her rüzgarda
Savrulmak için bahane arasam veya
Dibinde otursam öyle, saatlerce rüzgarında.
İkinci kadeh bardağıma nasıl doldu bilmiyorum. Birimiz bir şey söylese devamı gelecekti aslında. Bu gergin ve bir o kadar da kederli ortam son bulacaktı. İkinci kadehten bir yudum aldıktan sonra “erguvan ağacı” dedi Mefruze Hanım.
Sarardı bak saksıda biten onca atlı karınca
Bize koşan esmer çocuklar umutla
Hiç doğmamış, Rüya gibi.
Terse akıyor zaman, saatler
Durdurun! Hadi!
Hiç yaşamamış, ölmemiş gibi.
Beton yığınları arasında her geçen gün daha fazla sıkışıp kaldığımı iç sıkıntılarımla anımsıyorum. Bir otobüse biniyorum sonra beni bilmediğim bir yere götürmesi umuduyla.
Senem, bu ilkbahar habercisi soğuk ikindi, aralık perdeden giren aksam güneşinde, kardan, rüzgârdan yeni çıkmış bir çiçek dalıydı. Diriydi, inceydi; Hacı Babanın övgüsüyle kamçılanmış yanakları al aldı.
Sattım hepsini. Bahçeydi, tarlaydı. Daha yok. En son ev. Onu da istedi. Verdim de yine gelmedi. Nice sene geçti. Elzem, dedi. Uçak pahalı. Borç var. Gönder ki geleyim. Söz!
Bir oğul.
Araç, henüz yeni hızlanmış fakat Atilla’yı görmemişti. Minibüs çamurlu bir su birikintisinden geçerek dönemeçe geldi. Atilla’nın pantolonu çamur içinde kalmış, ayakları pis bir suya bulanmıştı.