https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

14 Şubat Öykü Günü için tek soruluk bir röportaj serisi fikri aklıma düştüğünde İzmir’de hava soğuk ama açıktı. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu ve benim tek derdim evimin arkasında devam eden inşaatın yarattığı çevre kirliliğiydi. Sonra 6 Şubat geldi. Şubat ayı bitmek bilmedi. Uzun süre bitecek gibi de görünmüyor. Bütün bunlar olmamışken ben öykü kitaplarını tekrar tekrar okuduğum, dinlediğim ve bazılarını satır satır ezberlediğim benim öykücülerime aşağıdaki soruyu sordum:

“Sait Faik, “Yazmasam deli olacaktım…” derken Marquez “İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır,” demiş. Peki ya siz Sevgili Yazar? Sizin anlatacaklarınız nereden kökleniyor? Öykünüz parmaklarınızın ucundan nasıl filizleniyor? Öykünün sizdeki karşılığını bizlerle paylaşmak ister misiniz?”

Onlar cevapladı, ben bir türlü yazamadım. İzin istedim. Satırlarını bugüne kadar bana emanet ettiler. Artık emaneti bu değerli kalemlerin okurlarına teslim etme zamanı geldi.

Erendiz Atasü

 

”Bende öykü yazma fikri ve ihtiyacı, hayatın ve kadın olmanın anlamı üstüne yoğun biçimde düşündüğüm yirmili yaşlarımda belirdi. O zamana dek, hayatın içinde kendiliğinden gelişmiş sağlam bir edebiyat kültürü edinmiştim. O kültür olmasaydı, yazdıklarım bir şeye benzer miydi, bilemeyeceğim. Anneannem ve babaannemi, onların ardından annemi, teyzemi çözümleyebilirsem, kendimi çözümleyebileceğimi düşünüyordum. İlk kitaplarım Kadınlar da Vardır, Uy Karadeniz uuy (Lanetlilier),  hatta üçüncü öykü kitabım Dullara Yas Yakışır’daki birçok öykü, bu şekilde oluşmuştur.

Hayat çok geniş, çok çeşitli. Hep söylediğim, feminist bilincimin durduğum zemin olduğu, görüşümü sınırlandıran ufuk çizgisi olmadığıdır. Daha sonra hayatın her alanı beni esinler oldu. Sanat eserlerinden, bir dönem mekanlardan etkilendim. Tarihi bir mekânı özellikle sessizlikte gezerseniz, adeta küçük bir mucize gerçekleşir, şimdinin üstümüzdeki baskısı kalkar ve duyarlığımız sanki geçmiş zamana dokunur. Bugünlerde, yaşadığımız acı deprem felaketi yüzünden, deprem bölgesinin bildiğim yerlerini, özellikle Antakya’yı düşünüyorum ve içim yanıyor. 1997 de gezdiğim tarihi kent için ve özellikle oradaki mozaik müzesinden esinli Mozaik adlı bir hikâye yazmıştım. Galiba UÇU adlı kitabımdadır. Kaybettiğimiz onca insan ve ihmal yüzünden yitirdiğimiz tarihi mekânlar için içim yanıyor. Belki bu acıya dayanmak için bir hikâye yazarım, bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, edebiyat yaratıcılığının mutluluktansa ıstıraptan kaynaklandığıdır.

 

Ethem Baran 

Yazmasam, ben, ben olmazdım. Yazarak yüklerimden kurtuluyorum. Başka türlü nasıl yaşardım bilmiyorum çünkü aklım erdi ereli yazının içindeyim.

Anlatacaklarım gelip beni buluyor. Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Ben arıyorum, aradıklarım da karşıma çıkıyor kendi belirledikleri bir zaman diliminde. Hikâyelerle çevrili bir hayatın içinde yaşıyoruz ve onların hangilerinin öykü ya da romana dönüştürüleceği yazarın tutumuna, edebiyat anlayışına, duyuşuna, duruşuna vb. bağlı olarak değişir. Kâğıdın yüzüne düştüğü noktada da buna göre şekillenir.

Ben notlar alarak çalışırım. Öykü zihnime düşüp tomurcuklanmaya başladığında not ederim. Kimi öyküler kısa sürede vücut bulur kimi de uzun yıllara yayılır; zaman içinde vazgeçtiklerim de olur, başka bir şeye evrilen de… Öykü iyice olgunlaştığında kapıyı tıklatır ve yazma zamanının geldiğini fısıldar. İşte o zaman bilgisayar başına geçerim. Çabuk yazanlardan değilim; cümleler üzerinde uzun uzun çalışırım. Zor yazarım. Bitirince yazar dostlarıma gönderir, onların değerlendirmelerini dikkate alırım. Demlenmesini beklerim, bu konuda da acele etmem.

Öykü bende bir tutkudur; hem okur hem de yazar olarak öykü vazgeçilmezimdir.

 

Handan Gökçek

Sait Faik çok haklı… Yazmak kendini size kanıtladıysa ve tutkuyla ona bağlandıysanız gerçekten deli olabilirsiniz. Tabii ki yazar her şeyden önce kendi deneyimlerinden, tecrübelerinden, okuduklarından, izlediklerinden köklenir ayrıca yazarın kendi kişisel tarihi de yazdıklarına sızar. Yazar önce görmeyi öğrenir, kimsenin göremediği detayları o görür, dert edinir kendine ve söylemek ihtiyacı duyar. Kısaca öykü bir meseleyle filizlenir bende… Öykünün bende karşılığı bir çığlıktır, irkiltir, soru sorar, şaşırtır.  Bizi iyileştiren şey yarattığımız eserden çok o eseri yaratma sürecimizdir.

Bazen bir görüntü, bazen bir ses, bazen bir sözcük hikâyenin çıkış noktası olabiliyor. Yazmak bir parça zorunluluk benim için, bazen durup sorarım kendime “Neden yazıyorum?”, bunun “Çünkü” diye başlayan birçok cevabı var aslında. Okuru rahatsız etmek için yazıyorum, soru sormak için yazıyorum, susmak için yazıyorum.

Öykü de roman da çok heyecanlandırır beni, daha doğrusu beni heyecanlandıran cümlelerin peşinden koşarım. İçinden geçmekte olduğunuz hikâye kendi dilini ve kendi türünü yine kendisi belirliyor. İllaki öykü yazacağım ya da illaki roman yazacağım diye hiç düşünmedim. Böyle düşünerek oturmadım yazının başına. Yazmak istediğim “mesele”yi hangi türde daha rahat aktarabilirim diye düşünürüm. Öykü kısa ve yoğun anlatımıyla sınırların içinde bir sınırsızlık fırsatı verirken, roman sınırsızlığın rahatlığını sunuyor. Tiyatro oyunu ise bir mekân algısı içerisinden bakmamı sağlıyor hikâyeye. Aslında hepsi birbirini besleyen türler. Farklı türlerde okumalar yapmak, yazı denemeleri yapmanın kalemimi de çok beslediğine inanıyorum.

 

Seyhan Hanotte

 

Bunu iki aşamada cevaplamak isterim. Biçim ve içerik olarak. Öncellikle şunu söylemeliyim, ben öykünün katı tanımlarının yapılmasını sevmeyenlerdenim.  Bunun nedeni de sizin sorunuzda saklı. Öykülerin her insandaki karşılığı farklı olabilir, hatta olması elzemdir. Hani derler ya anlatarak değil göstererek yaz. Tamam doğrudur, görsellik daha vurucudur, daha yapılması marifet gerektirendir, daha sanat işidir, daha sezdirilerek yapılan ve gücünü bu sezdirmeden alandır ama ustaca ve bir edebi lezzetle yapabiliyorsa yazar bırakalım anlatarak yazsın öyküsünü.  Yani ben o yazarlık atölyelerinde verilen “Çehov öykünün başında bir tüfek varsa o tüfek bir şekilde patlamalıdır, “gibi örneklerle yapılan öykü tanımlarına inanmıyorum. Çehov usta beni affetsin ama isteyen istidadı yetiyorsa o tüfeği sonunda patlatmasın ve patlatmamanın sezdirdiği anlamla derdini anlatsın. Demem o ki ben öykünün çok belli başlı, olmazsa olmazları dışında sınırlarının bu kadar kalın çizilmesine karşıyım. Bunu dediğimde şekil olarak öykünün bendeki karşılığı ortaya çıkıyor. Yani öykü benim için biraz amorf ve çılgınlığa açık bir tür.  Benim şekil olarak zevk aldığım öyküler ise kesinlikle edebi lezzeti olan, beni bu anlamda ihya eden (benim tarzımdan çok farklı olabilir) metinlerdir. Bunlar da ya anlatılmak istenenin olağanüstü bir yaratıcılıkla çatılan kurguyla verildiği ya da konu çok farklı olmasa bile yazar kumaşı gerektiren bir beceriyle dilin pek kıvrak, pek lezzetli olduğu yazınlardır.

Anlatacaklarımın konu olarak nereden filizlendiğine gelince bu da yazdığım dönemdeki yaşadıklarıma, şahit olduklarıma ya da okuduklarıma bağlı. Ama genel olarak nesnel ve ruhsal bağlamda herhangi bir yaşamsal zorluk çeken insanların hikâyeleri ve bu hikâyelerinin onlarda yarattığı ruh çalkalanmaları ilgimi çekiyor. Toplumsal, siyasal olayların, kişisel savaşların bireyleri soktuğu çıkmazlar, çaresizlikler, çalkantılar kısacası insan psikolojisi denen o derin kuyuda birikenler.  Hayat güzel ama en çok da trajik. Daha doğrusu dünya popülasyonunda hayat bir kısım insan için güzel. Beni trajik yanına düşenler ilgilendiriyor. Yazarken onların dizlerinin dibine oturup hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Sonra bazen, hayır hayır bazen değil çoğunlukla o kişinin dizinin dibinden kalkıp ruhuna dolanıyorum. Bir tiyatro oyuncusu gibi öykü kişisine dönüşüyor, öykü bitince de epey bir süre onun hislerinin kalıntılarını taşıyorum. Ta ki başka bir öykü kişisi yaratana kadar.

Böyle kendimi öykü kahramanlarıyla hemhal ettiğimde hikâyenin duygusu da daha görünür hale geliyor zira çok içten, samimiyetle, hissedilerek yazılmış oluyorlar.

Yazmaya devam edeceksem bunun için devam edeceğim; Öykülerimi okuyanın azıcık kalbi ağrısın ve oturup düşünsün neden kalbim ağrıyor.

Özetlersem benim için öykü ister bir mekânda ister bir insanın zihninde geçsin, okuyanın bakış açısını genişletip, bilmediklerini sezdirip, dünyanın ya da insanın bin bir haliyle tanıştırıp, algı ve duyumu dışındakilerin varlığından haberdar edip ona soru sordurtan insan hikayesidir.

 

Zeynep Kaçar

Sorunuz üzerine uzun uzun düşündükten sonra yazının başına oturma sürecimle ilgili ilginç bir durumun farkına vardım.

Oyun ya da roman yazmadan önce olaylar beynimde ve kalbimde şöyle gelişiyor. Gündelik hayata dair ya da daha derin bir durumun beni kızdırdığını hissediyorum. Hızla dikkatim ve düşüncelerim o duruma odaklanıyor. Giderek daha fazla düşünmeye, başka açılardan da bakarak eğrisi ve doğrusuyla değerlendirmeye başlıyorum. Kimseyle aklımdakileri tartışmayı becerememişsem zamanla bir baskı oluşuyor. Ardından bir gün birdenbire bunu yazmalıyım diye bir ses beliriyor zihnimde. Eğer uygun bir kurgu, hikâye ve karakter yaratabiliyorsam, sonrasında yazmaya başlıyorum. Bazen çöpe gitmesi gerekse de genelde ilerleyebiliyorum. Bazen de hiçbir yere vardıramadığım düşünceler olarak zihnimin karanlık sularına gömülüp gidiyor.

Ama öykü yazarken kızgınlık ve ardından gelenlerle yola çıkmıyorum. Bir detaylar dünyası orası. İnsanın küçük bir alanda, küçük bir olayda yaşadığı duygularına odaklanıyorum. Hepimizin gündelik dünyada yaşayabileceği basit zaaflar ve minik yol ayrımları belki. Öykülerim o yüzden daha yumuşak. Daha uzlaşıya açık. Merhametli yanım ağır basıyor yoğun olmayan, daha herkese yakın duyguları anlatırken.

 

Ayla Burçin Kahraman

 

Öykülerim konularını gündelik yaşamdan alıyor. Şahit olduğum veya bir başkasına anlatılırken duyduğum insan hâllerine hikâyeler uyduruyorum ben. Bir şekilde zihnime girerek kendini var eden bu karakterlerin sıradan hayatlarına manevralar ekliyorum. Her insanın içinde taşıdığı, belki kendilerinin bile varlığından haberdar olmadıkları, saklı kimlikleri açığa çıkaran ânları öyküleştiriyorum.

Gerçek dünyadan yansımalarla kurguladığım öykülerimin, zihnimdeki tek kelimelik karşılığı “ayna” sanırım. İnsana doğru tutulmuş, paralel bir evreni gösteren, gerçek dünyanın hangisi olduğunu bakış açınızın belirlediği parlak bir ayna.

 

 

ErkanKaraaaslan

Anlatının köklendiği yer zamana, mekâna, karaktere göre değişiyor. Ama kısacası toplumsal olanla aramıza birtakım çelişkiler giriyor ve bu çelişkiler zamanla kimliğimizin birer parçası haline geliyor sonrasında bu çelişkiler yazıyla, resimle, müzikle sanatın farklı alanlarında ürünlere dönüşüyor. Her zaman olmasa da yazdıklarım çoğunlukla bu şekilde kökleniyor diyebilirim.

Öykünün filizlenmesi de biraz önce bahsettiğim temelle şekilleniyor. Sonrasında anlatıyı ayakta tutmak için bir strateji belirlemek gerekiyor. Bu amaca ulaşmak için kullandığımız yöntem ve tekniklerle de kendi yolumuzu/yollarımızı açıyoruz. Bunu bazen bilinçli ama çoğu zaman farkında olmadan yapıyoruz. Bu yollar kimi zaman çatallanıyor ve başka yerlere de sapabiliyoruz. İşin doğası gereği yolların değiştiği gibi yürüyen de değişebiliyor ve günün sonunda arkamızda bıraktığımız izlerle öyküyü filizlendiriyoruz.

Okumak bir ihtiyaç, yaşamımın bir parçasıydı ama öykünün ya da kısacası yazmanın bendeki karşılığı ‘çaresizlik’ diyebilirim. Korkuların, kaygıların, eli kolu bağlı hissetmenin, ölümün ve tabii ki yaşamın toplamından oluşan koca bir çaresizlik. Mağara duvarlarındaki resimler, masallar, destanlar insanın anlattıkça, konuştukça, yazdıkça kendini tamamlamaya çalıştığını gösteriyor. Kısacası insan anlatmaya hep teşnedir. Genel olarak benim yazı uğraşımın temelinde de sanırım bu durum var fakat bu sadece bir tespit, yani öykülerimde bu minvalde derin mevzular olduğu anlamına gelmesin!

 

Sezgin Kaymaz 

Ben herhangi bir mesaj vermek için yazmadım hiç. Akıl vermek, yol yordam göstermek için de yazmadım. Sadece yazmak istediğim için yazdım, yazıyorum.

Ama neden yazmak istiyorum; asıl sorduğun bu, değil mi?

Vallahi bilmiyorum. Ömrümün bir ânında olsun, “Yazmazsam kafayı sıyırırım.” duygusuna kapılmadım ve de, “Dur, şu gördüklerimi, işittiklerimi, öğrendiklerimi, bildiklerimi bir kenara not edeyim de ileride anlatırım.” demedim hiç. Yazmak istedim ve yazdım, sebebini düşünmeden.

İçinden, aklından, kendi başından ya da başkasının başından geçeni kendi kabulleriyle anlatarak diğerleriyle paylaşmak, duygu aktarımının yegâne yolu olsa gerek. İletişim; belki bunun için yazmışımdır.

Ama ilk üç romanımı yazıp yazıp çekmeceye koyduğum ve orada unuttuğum düşünülürse, belki iletişmek için de yazmamışımdır.

Bilemedim.

Cidden, sorunu gördüğümden beri düşünüyorum, “Yazmayı seviyorum ulan!”dan başka bir cevap gelmiyor aklıma.

Nasıl yazdığıma, senin zarif ifadenle, anlatacaklarımın nereden köklendiğine, hikâyelerin parmaklarımın ucundan nasıl filizlendiğine gelirsek, hesapsız, plansız ve programsız diyebilirim. Başladıktan sonra kahramanları kendi hâline bırakıyor, hiçbirine rol biçmiyor, işlerine zinhar karışmıyor, yardım da etmiyor, karşılarına da dikilmiyor, nasıl biliyorlarsa öyle etmelerini seyrediyor ve gördüklerimi yazıyorum, yani rüzgâr şu yandan esiyor, ben bu yana eğiliyorum, bu yandan esiyor, ben şu yana eğiliyorum; ilhama bırakıyorum macerayı.

İşte böyle.

 

SÜREYYA KÖLE

Kendini yazan bir kere yazar. Yazmaya devam edebilmek için yaşamın içindeki öyküyü görmek, fark etmek gerekir. Bu anlamda öykü her yerde, her şeyde. Bu noktada algıda seçicilik devreye giriyor elbette; hangi konularda duyarlılık sahibi olduğunuz, yaşama nereden baktığınız önem kazanıyor.
Bir şey demeyen, temelde bir derdi olmayan öykülerin de istekli bir okur grubu olabilir; oluyor da. Kafa dağıtıyorum, gibi türlü gerekçeyle öykünün yazarına alkış tutabilir, okuduğu bu türden bir öyküyü yere göğe sığdırmayabilir. Mesele, yazar ne yaptığının gerçekten farkında mı? Öncelikle neden yazdığının?
Şu soruyu arada kendimize sormak gerekiyor belki de yazmasam edebiyat ne kaybederdi? Vereceğiniz yanıt, “hiçbir” şey ise size ve sizi okumak için zaman harcamış olanlara geçmiş olsun. Yok öyle değilse, bu sorunun karşılığı sizin yönelttiğiniz soruların da ortak bir yanıtı olabilir rahatlıkla. Bu, sizin hangi iddiayla yola çıktığınızın yazmakla derdinizin ne olduğunun da bir işareti.
İnsana dokunan, yolu insandan geçen, temelinde duyarlılık barındıran öyküler yazmayı ve okumayı seviyorum. Öykünün küçücük ayrıntılardan başını uzatıp yazarını ve okurunu yakalamasını kıymetli buluyorum. Bazen bir ses, bazen bir görüntü, bazen bir duygu sizi yeni bir öykünün başına geçmeye zorlayabilir. İyi ki de öyle. Yoksa hepten sevimsiz olurdu bu dünya, hepten çekilmez.
Öykücü dostlarıma buradan selam olsun! Her birinin Dünya Öykü Günü’nü ayrı ayrı kutluyorum. Yazmaktan ve okumaktan hiç kopmayacağımız aydınlık, güzel günler dileğiyle…

 

METİN NART

Bir gün yine iyi saatte olsunlara karışmıştım. Sanırım Hayırsız Ada üzerindeydik. Benim soluma, Ankara’ya giden birinin sağına denk gelir Burgaz Ada, bi baktım, hani bir heykel var, işte o taraftan bir sarı-turuncu gagalı. Havalandı yavaştan, yükseldi-yükseldi, doğruca bizim V’nin en sonuna, tam da bu fukaranın yanına yerleşti.

Gürpgürp vuruyor kanatlarını ama ben ne kadar nefes nefeseysem o, o kadar sakin. Yanımda gördüm ya onu, içimdeki kuşlar da havalandı. Kalbim bir pusula, elim ayağım curcuna durumları. Ne yapsam ne yapsam derken aklıma geldi, rahatlamak lazım, cebimden kanyak matarasını çıkarttım, önce ona uzattım. “Ulan köftehor, gitmeden evvel bırakmıştım ya, ver madem,” dedi. Bir fırt da ben aldım. “Balık çeşitlerini bilir misin,” dedi denizi gösterirken. “Yok abi,” dedim. “Ben onları bile yazdım,” dedi, “zaten yazmasam deli olacaktım.”

“Doğrudur abi,” dedim. Birer fırt daha aldık. “Sen pek bir kartlaşmışsın, gecikmedin mi yazmak için,” dedi. Tam dudaklarım büzülmüş, titremeye başlayacaktı, çat enseme tokadı patlattı. “Şaka be şaka, sen de yaz, zararı yok, kıyamet mi kopar. Ama her fırsatta yaz, çok çok yaz,” dedi.

Çok yazmalı, çok çok yazmalı. Şımarttı ya biraz, konuya balıklama daldım. “Üslup mu, olay örgüsü mü? Hikâye mi baskın, tema mı, tül perde mi? Arabanı nereye park ederdin abi? Final peki? Sömenli mi, ankesörlü mü…” Benim fren patlamış, bayır aşağı salıvermiştim kamyonu.

Hişt hişt, hişt hişt. Döndüm ki, “İzne ayrıldı Sait Abi, çok selamı var, malum şubat ayı dersin millete,” diye sesleniyor heykeline doğru süzülürken.

Çok yazmalı, çok çok yazmalı. Bir bardak soğuk su iyi olurdu.

 

DENİZ POYRAZ

Öncelikle zihnimdeki mesele bolluğunu savmak için yazıyorum. Kafam bir nebze rahatlasın diye, dert edindiğim birtakım şeyleri, kurguladığım karakterlerin omuzuna yüklüyor ve onlarla hikâyeler kuruyorum. Beni yazmaya itense okuduğum iyi kitaplar, karşıma çıkan nitelikli yazarlar oluyor. Yazdığım her şey okuduğum iyi metinlerle beraber şekillendi, şekilleniyor. Belki klişe gelecek ama iyi bir okur olmadan güzel metinler üretmeniz mümkün değil. İnsan bunca okuma yapınca da “hikâye anlatmayı” yavaş yavaş kavramaya başlıyor sanırım; kendi hikâyelerini anlatmanın sayısız yöntemini öğreniyor… Dertleri, sıkıntıları, sevinçleri ve öfkeleri benimkine benzeyen insanların hikâyelerini anlatmaya böyle heves ettim. Öykünün bendeki karşılığı tek kelimeyle özgürlük. Hem biçim hem içerik bakımından sonsuz ifade biçimiyle şekillenen, bazen kısa romanla bazen şiirle iç içe geçebilen akışkan bir tür. Bir o kadar da incelik ve emek istiyor.

 

MEHMET FIRAT PÜRSELİM

Cemal Süreya, Bu Bizimki şiirinde,Kökü dışarda bir aşk, / Dante ile Beatrice’inkine / Fena öykünüyor,” demiş ya, benim anlattıklarımın da kökü sokakta, sokaktan kökleniyor. Kenara çekildiğiniz halde yengeç gibi size omuz atıp geçen apaşın, otobüste oturmak için başınızda dikilen teyzenin, mahalle kahvesinde bir çayla günü geçiren emekli öğretmen amcanın, sokaktaki arabaların alarmlarını bağırtıp kaçan veletlerin, şöyle uzaktan bir kesik almak için mahallenin gençlerine balkonda sigara nöbeti tutturan esmerin, velhasıl yürürken çarptığınız, bankta yanında soluklandığınız, metrobüse binmek için ittirdiğiniz insanların, okurken acaba dediğiniz gibi belki de sizin hikâyenizi anlatıyorum.

Öyküler, önce kafamda filizleniyor, parmak ucuma geçmesi hayli zaman alıyor. Öykü fikri gelip beni bulduğunda önce onu tohum olarak beynimin içine gömüyorum. Bir süre kafamda gezdiriyorum, kahraman ete kemiğe bürünüyor, olaylar yavaş yavaş akmaya başlıyor, zaman, mekân, atmosfer, kurgu iyice oturuyor, ne zamanki öykü tohumu toprağın üzerine çıkıp uç vermeye filiz vermeye başlıyor ancak ondan sonra parmaklarıma aktarıp kalemi kazma kürek gibi kullanarak defterime dikiyorum. Bir tohumun filizlenmesi bazen birkaç ay bazense on yıllar sürebiliyor.

Edebiyat tutkusu, yazarlık, tabibe el çek, ben derdimle mutluyum, denilen bir hastalık hali. Öykü de bu hastalığın en şiddetlisi, ararken sıtmalı gibi titrediğin, yazarken ateşiyle ığıl ığıl terlediğin, bitirdikten sonra iyileştiğini sanıp yanıldığın, ara ara gelen nöbetlerde kalbini mengeneler arasında bıraktığın bir malihulya hali.

 

ZERRİN SARAL

Resimler geçiyordu, devasa ağaçlar, kargalar, karlı dağlar, sözcük sözcük kızağıma yağan kar, kart postalların satıldığı küçük kasaba kitapçısı, renk renk kalemler, yaşıtım olmayan ve çıkıp çıkıp gelen krallar, kovboylar, periler, cüceler. Her biri çevirdiğim sayfalar boyu köklendi, yeşerdi büyüdü. Biri büyüdüğü yeri göster dese şimdi; aklım mı, kalbim mi, kalem parmağım mı bilemem. Bildiğim şarkının en güzel yeri. Bu yaşımda kendime söylediklerim tüm bunlardan çok farklı değil: “Harfleri topla, bir bir topla nereye giderlerse gitsinler kulağını kabart, şeyler ve harfler duyar.” Yazarken yaşamda beni etkisi altına alan duygu ve ân’lara farkında olmadan odaklanıyor, onları topluyorum. Sanırım yaşama gösterdiğimiz duyarlılığa başka bir duyarlılık olarak karşılık geliyor, yazmak. Yoksa içeride kalan o tortu huzursuzluğu koruyor.  Yazdıktan sonra her şey düzeliyor mu, elbette düzelmiyor, sonlanmıyor. Belki daha da büyüyor. Ama yazmaya durmak hep sonlandırma isteğinden, ne oluyorsa oluyor ve kendimi yazarken buluyorum. Karakterlerin yaşam karşısında durma biçimlerini, kendi kurgu evrenime usuldan taşıma, onlarla bağ kurma, hikâye anlatma arzusu, hepsi bu… Oyuna kurulu, oyuna durmak bu biraz da. Ve kalemi özgür bırakmak. Nerede olduğumuz, nereye konduğumuz nerede soluduğumuz, hepsi o yaratma cesaretinden değil mi?

Derin bir sezgi. Ama hep anlatma/söyleme isteğinden. Üstüme, zihnime bıraktıkları izler. Bu izlerin sözcüklere karşılık gelişi. Sözcük seçimleri ve en önemlisi tüm bu söz dizinini kurmaca evreninin içine taşımak. Karınca misali ağır ve gücümün yettiği ağırlıkta. Özenle. Estetik kaygıyla. Ve biraz da acı çekerek. Yazmaktan kendimizi alamayışımız, nedenini kaç kez sorduk kim bilir…