https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bu sıralar bilmediğim yazarlar öğrenmeye, farklı anlatım teknikleri keşfetmeye merak sardım. Tebdil-i mekanda ferahlık olduğu kadar deneysellikte de bir ferahlık var diye düşündüm. Bu düşünceme dayanarak, aradığım tam olarak ne olabilir diye araştırmaya başlayınca gözüme ilişen bir kitap oldu “İyi Bir Güneş”. Yazarını görünce daha da şaşırdım ve heyecan duydum. Ece Ayhan’ı yalnızca şair olarak tanırdım; ama bu bir öykü kitabıydı.

Ece Ayhan’ ın öykü kitabını okumaya başlamadan evvel poetikanın etkilerini öykülerde de rahatça görebileceğimizi düşünmüştüm. Bir şairin elinden çıktığı hafif hafif hissediliyor gibi, ancak zannettiğim kadar da belirgin değil. Bu bağlamda kitabın önsözünü yazan Sayın Ahmet Soysal’a hak veriyorum. Ece Ayhan’ın öykücülüğü ve şair tarafı ayrı ayrı değerlendirmeye alınmalı. Onun şiiri ne kadar “Ece Ayhan Sözlüğü”ne bakmayı gerektirecek karmaşıklıktaysa, öyküsünün dili de bir o kadar sade; ancak Ayhan’ ın sade bir dil kullanması, temelde edindiği insandan topluma varma çabasını ve şiirsel dilini görmemize de engel değil. Konu işleyişi olarak azınlığın hep daha çok sözü edilen taraf olması şiirlerinde olduğu gibi öykülerinde de vazgeçemediği bir duruş. Dil yapısı açısından şiirlerinden ayrı görünen öyküleri, bazılarında öyle şiirsel bir yapıda karşımıza çıkar ki cümleleri yan yana değil de alt alta yazılmış olsaydı, bugün bazı öykülerini yine şiir olarak anardık diye tahmin ediyorum.
Öykü kitabı Ece Ayhan’ ın gençlik yıllarında yazılmış yedi öyküden oluşuyor. Kitabın ilk öyküsü “Acıların Dindirici Tanrısı”nda öykü bir noktadan sonra alt alta yazılmış kısa cümlelerle devam eder. Bu teknik; karakterin korku ve sıkışmışlık duygusunu anlamamızı sağlarken, bir şairin elinden çıktığını da gözler önüne serecek kadar şiirseldir:
“Bu odadan çıkmalıyız.
Beyaz bıyıkları bırakıp.
Gitmeli.
Ayaklar öteki odalara doğru.
Gidiyor zaten.”
Kitabın ikinci durağı “Doğmamış Olan Bir Adamın Hikayesi” Yenilik Dergisi 1956 Mart sayısında Ece Ayhan Çağlar adıyla yayımlanmıştır. Bu öykü, duygulanımı en yüksek perdeden duyduğumuz öykülerden biri olabilir. Anlatımdaki sevinç olgusu, karakterin annesinin yaşadığı bilgisi ile örtüşüyor, oysa annenin yaşama bilgisi ile aynı anda öğrenilen bir bilgi daha var:
“ Sevinci sonsuzdu. Annesi yaşıyormuş. Orospuluk yapıyormuş.’Evet’ dedi. ‘Hani kendini satar’. Üzüldü. Ama asıl mesele, bir annesi olmasıydı. Üzerinde durmadı.”
Bu öyküdeki karakter, hiç doğmamış olduğunu farz ettiği için bir isme sahip olmayı bilmiyor, nereli olduğunu bilmiyor. Bu kimliksizlik ve varlıksızlık durumu, hiç doğmamış olmasının aynı zamanda bir kalbi de olmayacağı gerçeğini işaret ettiğini söyleyen bir kişi çıkana dek  devam ediyor.
Üçüncü uğrak noktamız olan “Yaşama Sevinci” öyküsü, umutsuz bir aile hakkındadır. Anlatı çocuk karakterin ağzından devam eder. Baba karakteri tabut çakan bir doğramacıdır. İşin ilginç yanı, savaştan sonra kimse ölmek istemez ve ölmez. Bu durum şu soruyu akıllara getirir: “Peki ölüm olmayan bir yerde bir tabutçuya yer olabilir mi?” Anne karakterinin pasif çaresizliği, çocuğun ikisi arasında kalmışlığı, kendi dünyasındaki ölüm algısı ve en önemlisi öykünün adı ile bahsedilen konu arasındaki tezatlık, Ayhan’ın kelimelerin altına süpürdüğü gizlere de şöyle bir dokunup geçer.
Beşinci öykü, kitaba adını veren İyi Bir Güneş, Dost dergisi Ekim 1958 sayısında okuyucunun karşısına çıkar. Bu öykü, diğer bahsettiğim üç öyküden biraz daha farklı bir kurguya sahiptir. Ana karakter, bir yerden bir yere, bir kişiden bir kişiye hızlı ve baş döndürücü şekilde geçiş yapar. Kişilerin adlandırılması ise “Bela” kelimesinin çeşitlendirilmesi ile yaratılır. İkinci yeni akımında bazen cins isimlere özel isimmiş gibi davranılması ya da tam tersi söz konusudur, bunu en sık kullanan şair Ece Ayhan’dır. İşte bu öyküde de Tatlı Bela, Baş Belası, Allah’ ın Belası gibi adlandırmalar özel isim olarak kullanılmıştır. Etkileyici benzetmeler de sevgili Ece Ayhan’ ın şair kimliğinden yeniden bahsetmemizi mümkün kılacak özgünlüktedir:
“ Bazan arkadaşlarımın ölmüş oldukları kanısına kapılıyorum nedense. Mutlu muyum, değil miyim diye düşünemeyecek denli uğraşları, didinleri olan kişilerdenim ben de. (Yeni bir gömlek giyince, yıkanınca sevinen..)”
“ Gideceğim, dedim, içimde şarap gibi yıllanmış bir kıskançlık, indim aşağı. Kimse tutamaz beni.”
“… Birbirlerini uyluk kemiklerine değin seviyor onlar.”
Ece Ayhan’ın şiirinde ilk yıllarda daha çok kullandığı bir sapma türü vardır. Türkçe’de ortaçlara gelen olumsuzluk ekini konuşma dilinde söylendiği biçimiyle (-mi) yazmayı tercih eder. Bu öyküde de biçimsel anlamda bu sapmayı kullandığını görülür:
 
İyi bir güneş. Sevgili Miss Lu’ nun çiçeklerini soldurmıyan.”
 
Altıncı öykü “Dışarsı ve İçersi” ve son öykü olarak da “Büyük Şehre Giden Adam”  Ece Ayhan’ ın sağlığında yayınlanmamış olan iki öyküsüdür. Bu iki öykü, Ayhan’ ın liseden arkadaşı olan Arslan Ebiri’ nin -daha sonrasında da eşi Göksel Ebiri’nin- saklamış olduğu bir dosyada ortaya çıkmıştır. İkisi de önce Notos Öykü’ de yayınlanmış, sonra da “ Adım Ece Ayhan Çağlar…” da ayrı bir bölüm olarak yer almışlardır.
 
“Dışarsı ve İçersi” adlı öyküde Orta Avrupa odaklı politik göndermeler vardır. İçerideki adamın sesi ölüme yaklaşmıştır. Dışardaki adamların bir idealler topluluğuna bağlı olduğu bildirilir:
 
“ Bir oda düşünün. Avrupa’ nın ortasında ikinci katta bir oda. Üniversite yıllarınızda perdelerinizi bulun. Burası yabancı bir ülkedir. Vizeli ve pasaportlusunuz. Şimdilik tehlikeli sayılmıyorsunuz.”
 
“Dışarıdaki adamlar bir İdealler Topluluğuna bağlıdırlar ve tüm bu çeşit adamların felsefesi gibi şu bedenlerini, yani asıl başlarının altındaki bedenlerini asla unutmamasını bilirler.”
 
“İçerdeki Adam’ın ölüme yaklaşmış sesi devam eder.Boğuktur.İkisi için de yabancı bir dildir bu. Bir kızgınlık olsa olsa ne olabilir. Sözlükten bir kelime. Bir hafif kızgınlık düşünün. Bir Alamana böyle gelen, bir Polonyalı için hiçtir.”
 
Bu öyküde ayrıca duygusal imalar da görmek mümkündür ve açıkça Kafka’ya da bir gönderme bulunur:
 
“Başlangıçta beraber olmak, sonra ayrılmak, olacak şey değildir, ama pekala yüzyılımızın örnekleri var.”
 
“Kafka yüzlü bir adam sokaktan geldi geçti.”
 
Yedinci öykü “Büyük Şehre Giden Adam” tıpkı “Doğmamış Bir Adamın Hikayesi”ndeki gibi duygusal dalgalanmaları yoğun olan bir öyküdür. Bir çocuk ile yetişkin bir boyacının, sonradan da çocuğun babasının katıldığı bir dostluk hikayesi anlatılır. Ece Ayhan çocuğun sahip olduğu üzüntüyü “Bu kadar küçük yaşta duygulu olmak çok tehlikeliydi,” cümlesi ile tanımlamıştır.
 
Eğer yazıyı baştan sonra dikkatli okuduysanız küçük bir detay fark etmiş olmanız gerekir: Dördüncü öyküyü en son mercek altına almak üzere kendime ayırdım. Hani kimi insanlar en sevdiği yemeği en sonra bırakır ya, bu öykü de benim için en sevdiğim yemek gibiydi doğrusu.”Gül Ağacından” öyküsü, Seçilmiş Hikayeler’de Mart-Nisan 1957 sayı 62-63’ de yayımlanır. Üstünde anlamak için en çok zaman harcadığım ve keyif aldığım bu öykünün adı da kendisi gibi gizli anlamlar içerir.
 
Ece Ayhan’ın düzyazı şiirlerinde ve şiirlerinde karşımıza çıkan mitolojik öğeler, çoğumuzun pek de aşina olmadığı tarihi olaylar ve kişiler vardır. Onu anlamak için tarih kitaplarını, ilginç efsaneleri, masalları kurcalamanız gerekebilir. Ece Ayhan’ı anlamak üzerine Edip Cansever  şöyle der:
 
“Ece Ayhan’ ın şiirini okumak, ondan yeterince tat çıkarabilmek için elimizde bir tek yöntem var. Bu da Ece Ayhan’ın yöntemi olsa gerek. O nasıl tarihten taşıdıklarını çağına birleştiriyor ve tarihin üstünde çağdaş bir ‘relief’ gibi kalmayı başarıyorsa; biz de onun gibi yaparak, yani şiirlerinin yakın tarihine gidip gelerek, her yazdığı şiirden bir tat çıkarabiliriz.”
 
“Gül Ağacından” öyküsünde, karakter nereden geldiği belli olmayan bir laterna sesi duyar ve bu sesin nerden geldiğini merak eder durur. Karakter gibi ben de merak ettim, Edip Cansever’in sözüne kulak verdim ve araştırmaya başladım. Laterna nedir, İstanbul’da ne zaman çalınmaya başladı, laterna çalma kültürü neden yok olup gitti? İşte bunların cevaplarını ararken bir belgesele rastladım, Pera Güzeli. Oturup izleyince fark ettim ki Ece Ayhan düpedüz bu güzel müzik kutusunun tarihinin altına başka bir yarayı gizlemiş, elbette görebilene. Öykü yine şiirsel cümlelerle giriş yapıyor:
 
“Bu akşam da ıslak giysiler gibi üzerimde bir üzünç. Saatler beşlere gelmiş olmalı. Birazdan laterna köşede, hep aynı köşede gözükür, çıkar gelir, biliyorum, bekliyorum, üzünç gibi akşamları, saatler beşlere gelmiş.”
Sonraki paragraflarda bir sokak tasvir ediliyor uzun uzun, laternanın tarihini incelediğinizde ilk kez çalınmaya başlanan noktanın Bankalar Caddesi olduğunu öğreniyorsunuz ve sonrasında da İstiklal Caddesi elbette:
“Peki ama neden laterna yalnız bu sokakta çalmak istiyor hep, anlamıyorum. Yalnız bu sokak için yaşaması, yalnız bu sokak için yaşamak istemesi iyi elbet, tertemiz yaşaması. Peki ama neden?”

Laterna, dev müzik kutusunu andıran bir enstrüman. Üzerine yüklenmiş programlı müzikleri kolu çevrilerek çalınan ayaklı bir çalgı. Laterna ustaları tahtadan bir silindire çeşitli boyutlarda çiviler çakarak şarkıların notalarını oluşturacak sesleri işliyorlar. Kol çevrildiğinde silindir dönmeye başlıyor, çivilerden çıkan sesler de farklı melodiler oluşturuyor. Gelenek zaman içerisinde akşam eğlencelerinde çalınan neşeli şarkılara, vals müziklerine, kasap havalarına, Türk sanat müziklerine karışarak İstanbul’da barış içerisinde yaşayan farklı kültürdeki insanları tek bir yerde toplamayı başarıyor:

Rum madamınkiler de içlerinde olmak üzre çocuklar laternanın çevresine toplaşmışlar.”
Araştırırken öğreniyorum ki laternanın kolu “gül ağacından” yapılıyor. Ece Ayhan, laternacıyı tasvir ederken aslında laternayı da anlatıyor bir taraftan:
“Bu adamın gül ağacından yapılmış kolları var üstelik. Beyaz bir gömlek giyiyor hep, sakızlar gibi. Bir kaşı da kalkık.”

Öykünün seyrini anlamak için biraz tarih kitaplarının sayfalarını aralamak gereklidir. Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan anlaşma gereği Rumlar göçe zorlandı. Farklı mozaikte insanların bir arada yaşama kültürü bu sırada yara aldı. İstanbul’da bu yaşam devam etti ve sonra ikinci dünya savaşı patlak verdi. Bunun sonucunda 1940’ların başlarında çıkarılan varlık vergisi ile bu yara iyice dağlandı. Vergiyi ödeyemeyen gayri müslimler sürgün edildi, kalanların büyük bir kısmı da topraklarını terk etti. Herkesi birleştiren laterna sesi işte bu andan itibaren biraz daha azaldı, neşeli şarkılar yerini yer yer marşlara, hüzünlü şarkılara bıraktı:

“Müzik kulağımdaydı yol boyunca yine, laternanın çaldığı hava. Bir orta Avrupa ülkesinin kokusunu sezinliyordum ama gerisi gelmiyordu. Bu havanın gittikçe eski çağlardan bir ses getirdiği kanısı büyüyor bende. Belki de bu adam kıralcının biridir. Bu yüzden yenilmişlerin, daima yenilmişlerin havasını çalıyor.”

Biraz da Selanik’teki Atatürk evinin bombalanması haberinden sonra patlak veren 6-7 Eylül olaylarına bir bakalım. Her yeri yakıp yıkan nefretin nasıl uyandırıldığını, bizimle yaşayan son Rumların da nasıl Türkiye’den ayrıldığını hatırlayalım. İşin garibi olayların Beyoğlu’nda yoğun olarak olması, Rumların o bölgeyi yerleşke olarak kabul etmesi ve tesadüfe bakın ki laternanın da ilk o bölgede çalınmaya başlanmış olması da Ece Ayhan’ın tadına doyum olmaz muzip oyunlarından.
“Gazeteleri almış, bir iki dergiyi de bedava tarafından anlamlı bakışlar altında sakıncayla karıştırıyordum. Rejimi yıkmak isteyen bir adammışım gibi. Ben cumhuriyetçiyim diyorum size, bunda işkillenecek ne var. Ama işte yine de bu büyük yapıların birinci katlarına konacak bir bombaya bağlı…”
Öykü boyunca tüm bu detaylar bizleri tırmalayadursun, karakterimiz usanmadan laterna sesinin nerden geldiğini merak etmeye devam ediyor. Önce umuyor ki hiç ortalarda gözükmeyen “Beyaz Rus” dostuna sorabilir. Sonra eve bir türlü gelmek bilmeyen “Beyaz Rus” komşusu elinde bir mektupla çıkageliyor. Birlikte bira içip plak dinliyorlar ve laternayı soruyor Beyaz Rus’a:
“-Yok böyle bir şey de ondan.
-Nasıl yok?
-Basbayağı yok. Çocuksun sen. Laterna geldiği vakitler hiç aşağı indin mi sen, ha?
-Ben kıralcı değilim ama, cumhuriyetçiyim, cumhuriyetçiyim, cumhuriyetçiyim…diye bağırıyordum.”
Ece Ayhan’ ın tek öykü kitabı olan İyi Bir Güneş’in bir ilk sözü var bir de son sözü. İlginçtir, kitabın önsözünü de kaleme alan Ahmet Soysal ile yıllar evvel yaptığı röportajda Ece Ayhan beş adet öyküsü olduğunu söyler, ancak öykü sayısı yedidir. Neden “yeri gelmişken yayımlanmayan iki öyküm daha var,” demez de bu bilgiyi kendine saklar, bilemiyoruz elbette. Ece Ayhan’ın 1955-1960 yılları arasında öykü yazıp da sonra hiç yazmamış olması durumu bana çok da mantıklı gelmiyor doğrusu, belki de hiç bahsi geçmeyen ve ortaya çıkmamış onlarca öyküsü vardır sevgili Ece Ayhan’ın, kimbilir!

Kaynaklar:
Devrim Dirlikyapan ,Şiiri Şiirle Ölçmek, Ecegilleri Okumak syf. 152, Edip Cansever, Papirüs 9 (Şubat 1967)
Ece Ayhan, İyi Bir Güneş, Önsöz Şairin Anlatı Sözü, Ahmet Soysal
Ece Ayhan, İyi Bir Güneş, Bir Sonsöz, Tunç Tayanç
Pera Güzeli Laterna Belgeseli, Türkiye Gösterimi Ekim 2011