https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

“Mars’a gitmek komşuya gitmekten daha kolay”
Bu söz Jose Saramago’ya aittir. 1998 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü törenindeki konuşmasında söylemiştir. Konuşmasının tamamını okursanız, yazarın hayat felsefesi ve kişiliği hakkında hap bilgiler edinebilirsiniz. Konuşmalarından ve kitaplarından anlayabildiğimiz kadarıyla empati duygusu fazlasıyla gelişmiş olan Portekizli yazarın hayal dünyasının sıradışılığı; çekilen bir filmin perde arkasıyla, buz dağının su altında kalan parçasıyla, kısacası görünenden çok görünmeyen, konuşulandan çok konuşulmayan, kuytu köşede kalmış, unutulmuş belki de hiç düşünülmemiş her şeyle ilgilenmesinden kaynaklanmaktadır.

Körlük… Saramago’nun 1995 yılında distopik roman türünde kaleme aldığı bu kitabının hiç kuşkusuz Nobel Edebiyat Ödülünü almasındaki payı büyüktür. Tabiri caizse tarafsızlıkta çığır açan, hiciv sanatını arşa çıkaran, liberal demokrasiye kafa tutan yazar bu romanında da metafor olarak körlük olgusunu kullanmıştır. Yayınlanan bir röportajında Körlük adlı romanının, bir lokantada yemeğinin gelmesini beklerken ya herkes kör olsaydı diye bir anlık düşünden var olduğunu söylemiş.
Her kitabı yayımlandığı anda sansasyonel olan, çoğu zaman susturulmak istenen bu muhalif ruhlu yazarın, Körlük adlı romanı; trafikte seyir halinde olan bir sürücünün gözüne beyaz renkte bir perde inerek, görme yetisini kaybetmesi ile başlar. İlk kör ile temasta bulunan ya da aynı ortama giren herkes yavaş yavaş süt denizinin içinde düşer. İlk körün muayene için gittiği göz doktoru da kör olunca doktor hemen üst düzey yetkilileri bir salgına karşı uyarır. Ve beyaz felaket hızla yayılır. Oldukça endişelenen hükümet çareyi, hasta olanları ve hasta ile aynı ortamda bulunmuş herkesi karantinaya almakta bulur.

“Hastalığın nedenleri ne kadar uzun süre aydınlanmazsa, daha doğrusu neden bilime uygun olarak açıklanamazsa, diyelim, yani hastalıkla savaşma ve iyileştirme yöntemleri, hatta yeni vakaların ortaya çıkmasını önleyecek bir aşının bulunması ne kadar gecikirse, körlüğe yakalanmış kişiler bir araya toplanıp karantinaya alınacak, böylelikle sonraki bulaşmaların önü alınmış olacaktı”

Karantina, son iki ayda hayatlarımıza damgasını vuran kelime! 1995 yılında yazılan kitabın kısmi olarak günümüz şartlarını anlatışı içimizi titretse de gerçek şu ki her dönemde insanoğlu sınavlar vermiştir. Salgın kelimesi ile türümüzün ilk tanışması bugün değildir.
Romana geri dönecek olursak, hükümetin aldığı karar başlangıçta uygulanması zor da olsa yerinde bir uygulamaydı. Ve ilk kör ileonun bulaştırdığı altı kişi olan ilk grup karantina olarak ayrılan, kullanılmayan akıl hastanesine yerleştirilir. Sadece doktorun karısı, eşine yardımcı olmak ve onu yalnız bırakmak istememesinden dolayı kapılarına gelen görevlilere yanlış beyan vererek kör olduğunu söylediği için karantinaya gönüllü girer.

Saramago’nun karantina alanı olarak akıl hastanesini seçmesi; hükümeti eleştirmek ve tecrit edilen hastaların bir süre sonra insanlıktan çıkacağının sinyalini vermek amacını gütmektedir. Ve akıl hastanesi ön görülemeyen bir ivme ile dolmaya başlar. Karantinadaki hastaların temel gereksinimleri olan; yemek, temizlik, bakım ve tuvalet ihtiyaçları bile sıkıntıya düşer. Bir süre sonra yeni gelen hastalara yatacak yatağın kalmaması, binanın lağımlarının alt yapısı yetersiz kalınca taşması ve suyun da yeterince olmamasından dolayı beyaz felakete uğramış insanların artık ne başkalarını ne de onurlarını düşünecek durumları kalmaz.

“Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsak, en azından tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için elimizden geleni yapalım”

Saramago’nun betimlemelerdeki ustalığını akıl hastanesine hâkim olan dışkı kokusunu burnunuzda hissettiğinizde ve “kör oldum” kelimesini haykıran insanları duyduğunuzu sandığınız da anlayacaksınız. İlk günden beri gören ve bunu herkesten saklayan doktorun karısının görmeyen insanlara yardım etmesindeki erdemi, bunu içtenlikle yapması ve gördüğü şeyler karşısında azap çekerek keşke bende görmeseydim serzenişlerinde afallayacaksınız.
Akıl hastanesinde tecrit edilenlerden biri içeri gizlice silah girdirir ve kendisi ile karantinada kalanlara karşı üstünlük sağlayacak bir grup kurar. Silah zoru ile önce dışarıdan gelen yemeklere el koyarlar. Sonra onları karantinadakilere satarlar. Akıl hastanesinde ki hastaların yemekleri satın alacak paraları kalmayınca bu seferde silahlı hastalar her odadaki kadınları isterler.

Acı… Yazar kitabın bu bölümünde acıyı zirveye çıkarır. Eğer acı somut bir şey olsaydı, kesinlikle kadınların yaşadıkları vahşeti elimizle tutar, kulağımızla duyar ve buram buram duyumsardık. Saramago bu bölümü bu romanında neden yazdı diye kendi kendime sorguladığımda bulduğum cevap: sürüngen beyin oldu. İnsanları yöneten beynin en ilkel hali ilkel beyin yada sürüngen beyindir. Kısacası bizim patronumuz sürüngen beyindir. Peki patronun bize verdiği komutlar nelerdir?  Hemen söylüyorum; ye, üre ve hayatta kal! Beynimizin düşünen ve duygusal beyin katmanları işlevselliğini yitirdiği anda yani kaosta sadece sürüngenliğimizle baş başa kalıyoruz. Tıpkı akıl hastanesinde insanlıktan çıkan görme engelliler gibi.

Görme yetilerini yitirmiş, akıl hastanesine itilmiş kadınların birde tecavüze uğramaları onlar için ruhlarında onulmaz yaralar açılmasına sebep olur. Doktorun karısı tüm bu acılara dayanamaz ve öyle bir hamle yapar ki, bir insanın salt iyi veya kötü olamayacağını, karşılaşılan durumlara göre şekil alacağını her zaman savunan yazar bunun realitesini de herkese bu örnekle gösterir.

Saramago dünyadaki hiçbir insanın isimlerinin önemli olmadığını sadece sıfatları ile var olduklarını anlatabilmek için, romanını bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir şehrinde ismi bilinmeyen insanlarla kurgular. Yazar bununla da yetinmeyip, nokta ve virgül hariç başka hiçbir noktalama işareti kullanmaz. Yazarın noktalama işareti kullanımındaki cimriliği ilk başta okuyucuyu zorlasa da kısa süre sonra beynimizde normalleşerek, akıcı bir dil halini almakta.
Akıl hastanesinde çıkan büyük bir yangından sonra kendilerini süt denizinin içinde hisseden hastaların ve karantina dışındaki insanların, adı bilinmeyen o şehrin neler yaşadıklarını öğrenmek için kitabı bir solukta okumak isteyeceksiniz.

Yazarromanını sabrı, hoşgörüsü, yardımseverliği, inancı, umudu, sevgisi ve saygısı ile görme yetisini kaybetmemiş tek kişi olan doktorun karısının gözünden anlatmış vetürümüzün olması gerektiğine inandığı versiyonumuzuyine doktorun karısının karakteri ile tanımlamıştır. Zaten beyaz felaket denmesinin nedeni de fizyolojik bir körlükten bahsetmeyişindedir.
Anlayacağınız bilmediğimiz bir dünün bildiğimiz türle imtihanını yaşadığımız bu günlerde bu kitap çok daha fazla anlam kapıları açıyor bize. Bedenimizin karantinası altında olmak geçici fakat ders almadıkça yeni versiyonlarımıza ulaşamadıkça zaten ruhlarımız hep karantinada kalacak, haberimiz yok. Geniş zaman çekimi gibi olan “Körlük” adlı roman, her daim farklı çıkarımlarda bulunabileceğimiz hem de ana fikrin kabak gibi ortada olduğu, bu çağda da gelecek zamanlarda da kendini apaçık sergileyerek okuyucularını etkilemeye devam edecektir. 2010 yılında hayatını kaybeden yazarın şu sözü ile yazımı bitirmek istiyorum,
“Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”