https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yeni romanınız Ses ve Sus’da bir kadını anlatıyorsunuz: Leyla. Dostlukları, arayışları, kayıpları, babası… Bir kadını anlatmak zor değil midir aslında? Bunda iyi bir gözlemci olmanız yeterli mi? Diyarbakır’da büyümenizin bir etkisi var mı? Oradaki kadınların ne zorluklarla yaşadığını biliyoruz. Roman için bu iyi bir altyapı oluşturmuştur diye düşünüyorum.

Kadın olmadığı zaman ben edebiyatın, hayatın olamayacağını düşünüyorum.Kadındoğurgandır, yaratıcıdır. Doğası itibarıyla hayatın yaşam kaynağıdır. Kadın olmadığı zaman yaşam yok. Tabiî ki Diyarbakır’da büyümemin o coğrafyada büyümemin bana müthiş açılımları var.  Oradaki kültürel zenginlikler sizin çocukluğunuzdan beri kodlarınızı oluşturuyor aslında. Diyarbakırda bunun için çok güzel bir örnek. Çeşitli kültürleri içerisinde barındıran bir şehir Diyarbakır;Süryani, Ermeni, Türk, Kürt, Arapların yaşadığı bir medeniyetler coğrafyası diyebiliriz.  Kıyafetleri, etnik kökenlerine ait dansları, tutum ve davranışları yani aslında rengârenktir Diyarbakır. Bazen gittiğimde dolaşırım, sokaklarında bir huzura kavuşurum.Çocukluğum gelir aklıma, hüzünlenirim; aslında birçok duyguyuda barındırırım içimde. Ben bunları bu duyguları tüm içtenliğimle söylüyorum ki; bu çok ince bir çizgi, değişik ideolojik kalıplarla anılmak istemiyorum. İnsana ait duygular bunlar, insanların yaşam biçimlerinin ideolojik yapılarla açıklanmasına karşıyım. 
Bu kodlarla büyüyen bir insanın önemli olan bunu yaşatması, kendisini yetiştirerek zenginleştirmesi.
Evet, herkes orada kadınların ezildiğini, görmezden gelindiğini, ikinci sınıf insan olarak görüldüğünü söylüyor;doğrudur. İnsanların kültürel anlamda bilgi ve okuma düzeyinin -gerçi şuanda daha farklı ama- eksik olduğunu söyleyebilirim. Kültürel bilinç, hayatı sorgulama anlamında bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda en büyük eksiklikkadınlara olan bakış açılarında ortaya çıkıyor. Öyle bir paradokski anaerkil bir toplumda aslında.Kadınların toplumları idare edebildiği, evde kadının sözünün geçtiğide bir yapı var.
İşin başka sosyolojik durumu şudur;Diyarbakır’da erkek çocuk olmanın sonucu baba olmaktır.Ne kadar çok erkek çocuk, okadar çok güç demektir. Kadın bu anlamda bu toplumlarda geride kalmıştır.Benşuna inanırım, bir kadının kurtuluşu bir toplumun kurtuluşuna eş değerdir.Kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür.4 romanın yayınladım, bütün romanlarımın başkarakteri kadındır.Ben kadını anlatmaya çalıştığımda, roman kendini daha iyi kuruyor.Metinlerin kendini daha iyi ifade edebildiğini gördüm. Erkek genel olarak kendinin egosal kendi varlığını dayatarak çözümleye çalışıyordu. Kadının o naif ve zarif bakışını yakalamak gerekiyordu. 
Kadınları gözlemliyorum, kadınlara yönelik kitaplar okuyorum, bir de gazetecilik geçmişim de önem kazandı.Kadına yönelik şiddeti gördüğümden,gazeteciliğin getirdiği bu birikimim ilekitaplarımda kadın başkarakter olması kaçınılmazdı.Kadın sorguluyor, sorgularken dayatmıyor.Çözüme yönelik düşünüyor; üretmeye, çoğalmaya odaklanıyor.Yani kadın, her zaman bir ilişkiyi yaşatmayı amaçlıyor.Kadın zaten kendi başına estetik bir varlık.Biz yazarların işi de o estetiği yakalamaksa, kadının gözüyle o estetiğe varabilmekti amacım. 

“Ses ve Sus” sindirilerek okunması gereken bir kitap. Leyla’nın susarak çok şey anlatması, okuyucuyu hikâyenin içine girmeye zorlayan bakış açısı ve dilinizin kolay bir dil olmaması okurken bana büyük bir zevk verdi. Siz yazarken nasıl bir süreçten geçtiniz? Kitabı yazarken amaçladığınız şey nelerdi? Psikolojik olarak okuyucu zorlanıyorsa, sizin de zorlanmış olduğunuzu düşünüyorum. 

Şunu hep belirtmek istiyorum aslında ama abarttığım düşünülmesin diye söylemekten çekiniyorum. Bu kitap, yazdıklarım içinde beni psikolojik olarak en çok zorlayan kitabım oldu. Tabii ki edebiyat açısından bakarsak her kitabın yazım aşaması oldukça zor. Bunu inkâr edemeyiz. Çok büyük bir emek var ortada. Ben zorlu bir yolu seçtim aslında bu romanı yazarak, bu açıdan ele alırsak, iyi bir ürün ortaya koymak yani iyi edebiyat yapabilmek kaygısıyla yazdım. Bir itiraz romanı olsun istedim edebi anlamda. Bu yüzden edebiyatın tüm o metaforu içinde bütün olanaklarımı zorladım. Bu olanakların içinde dil var, biliyorsunuz dil müthiş bir organizma, yaşayan bir organizma ve kendi kendini üreten bir organizma aslında. Ve siz ona bu şekilde yaklaşırsanız, ondan bir şey öğrenmek niyetiniz varsa, dil bunu hissettiği zaman, size bir takım farklı yönlerini sunuyor. Ben de dilin bu yönünü kullandım ve kurgusal anlamda özgün bir roman oldu. Hikâyedeki metinlerin birbirine bağlanması noktasında da özgün bir roman. Uzun yıllardır gazetecilik yaptım ama ben her zaman edebiyatın da içindeydim. Dolayısıyla her şeyi bilinçli olarak yaptım. Alt metin-üst metin bağlantısını kurarken de bütün kavramsal ve kuramsal deneyimimi romana aktardığım anlamında söylüyorum bu bilinçli davranışımı. Edebiyata dair ne kadar bilgim varsa kullanmak istedim. Bütün derdim hakikaten iyi bir edebiyat. Bu romanı da edebiyat dünyasında kalıcı olmak amacıyla yazdım. 
Piyasadaki sadece ruhumuzu okşayan, aforizmalardan oluşan süslü cümlelerle bezenmiş, ama bize soru sordurmayan, sorgulatmayan metinlerin bize dayatıldığını düşünüyorum. Kültürel endüstri ile ilgili bir konu bu. Bu kitaplar sunumuna bakınca ağzını sulandıran ama yediğinizde ağzında tat bırakmayan yemek gibi. 
Anlatacağınız konu hayatınıza karşı bir tanıklık. Yani hayatınıza uygun bir dil seçmek durumundasınız. Benim anlatımımda mesel dil var. Mesel dil, mitoloji ile bağlantılıdır. Masalımsı bir dildir. Hikâyenin olağanüstü şekilde okuyucuya sunulması demektir. 
“Meseller gerçek olamaz ama gerçekler mesellerden oluşuyor.” demiştim bir söyleşimde. Ses ve Sus’u 4 senede yazmamın nedeni de okura bu gerçekliği anlatmaktı. Mesel dil, yaşanmışlıkların anlatımıdır. Bu coğrafyada yaşanmış her türlü acıyı yarına aktarmak derdimiz de olmalı diye düşündüğüm için bu romanı yazdım. 
Kitabı yazarken inanın ben de çok zorlandım. Farklı bir duygusal boyuta geçtim. İyi bir okur olarak da yazarı olmanın dışına çıkarak, kitabı tekrar okudum. Bunu başarabilmek de gerekiyor. Calvino’nun Bir Kış Gecesinde Eğer Bir Yolcu kitabında olduğu gibi okuyucuyu hikâyenin içine çekmek çok önemliydi benim için.İstedim ki okur, kitabı okuduğunda yeniden yazsın. Bu bakımdan, bilerek bazı yerlerde, açık kapılar bıraktım kitapta. 

Ben kendi adıma edebiyatla içiçe olan insanların, yazarların, iyi okuyucu olanların, yazma yolculuğunda olanların öncelikle dilimizi güzel ve doğru kullanmalarından yanayım. Siz bu konuda oldukça usta bir yazarsınız. Ve zaten Dil Onur Ödülünü de kazanmış bir yazarsınız. Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum? 

Ben dili hakikaten çok önemsiyor ve benimsiyorum. Bir sözcük asıl anlamından çok farklı kullanılabilir. “Masa” kelimesini öyle bir kullanırsınız ki, masa olmaktan çıkar; size müthiş duygular hissettirebilir. Farklı çağrışımlar yapabilir zihninizde. Günlük hayatımızda tabii ki çok dar kullanıyoruz dili.
Dili çok iyi kullanırsanız, edebi metinlerin oluşmasını kolaylaştırırsınız. Romanın ayrı bir dili, öykünün ayrı, şiirin ayrı bir dili olduğuna inanıyorum. Müthiş bir sözcük dağarcığınızın olması gerekiyor ki dile ulaşabilesiniz. Hangi dilde yazıyorsanız, o dili çok iyi kullanmak gerekiyor. Estetik yapısını kullanarak, kelimeleri özenle seçmek gerektiğini düşünüyorum. 
Son zamanlarda maalesef popüler bazı kitaplarda kötü bir dil kullanımı var. Bilinçsizce cümle kullanmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Yoksa küfürün ve kötüsözcüklerin dahi edebiyatın içinde yer alması kaçınılmaz. Ancak bunu normalleştirmeye, sürekli kullanmaya karşıyım. Sözcüğe ayrı bir anlam katarak, estetik şekilde sunmak sizi iyi bir edebiyatçı yapar. Örneğin Yaşar Kemal. Betimlemelerine bakmak lazım. “Sarı” kelimesi tek başına kullanıldığında sadece bir renktir. Ancak, Yaşar Kemal “sarı sıcak” dediğinde Çukurova olduğunu anlarız. “Börtü böcek” yine çok sık kullandığı bir tamlamadır. Doğanın güzelliğini çağrıştırır bize.İşte böyle metaforlarla sizin ruhunuzu ele geçiriyorsa kelimeler, dilin özenle kullanımı bu demektir. 
Benim kitabımda da var mesela; “Bilir ki önce insan değil, toprak ölür. Ya ses ölürse.” Mantıken baktığınızda toprak ölür mü, ses ölür mü?Toprağa nasıl bir anlam yüklüyoruz burada? Ve sese. Bir coğrafyadan bahsediyorum. O coğrafyada yaşamış uygarlıkları, yaşanmışlıkları, hikâyeleri, acıları. Çünkü bunlara tanıklık eden topraktır ve toprağı anlatan şey de sestir. Sesi, yani insanları yok edebilirsiniz. Ama toprağı nasıl yok edeceksiniz? Toprak bir gün mutlaka, doğanın yardımıyla bir şekilde kendisini ifade eder. 

Peki, sizce iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu? Her yazarın etkilendiği, biçemini, anlatım tarzını, kullandığı yöntemleri benimsediği isimler vardır. Ve ben her yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de, her görüşten yazarı okuması, bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çeşitliliğin yazma serüveninde nasıl bir etkisi olur? Size yoldaşlık yapan yazarlar kimler oldu?

Çok acı bir şey söyleyeceğim; Türkiye’deki yazarların yeterince okuduğunu sanmıyorum. Tek yönlü okuduklarını düşünüyorum. Bu durum edebiyatın gelişmesini engelliyor. İnsanları daraltıyor. Yeni ve bilinçli yazarların ortaya çıkmasını engelliyor. İmza günlerimde görüyorum; 18-20 yaşında roman yazmış, önünde inanılmaz kuyruklar olan insanlar var. Kültürel endüstrinin sonucu olarak o kişiler empoze ediliyor. 20 yaşındaki bir insan yetenekli olabilir, iyi yazabilir ama bir yazarda olması gereken entelektüel birikimi nasıl aktarabilir? Yaşamsal deneyimi bile kendisini ifade etmeye yetmez. Bir aşkı nasıl anlatabilir? 
Coelho, Simyacı’yı yazmak için 2-3 yıl Orta Asya’da dolaşıyor. Borges aynı şekilde. Bu insanlar evet çok yetenekliler ama kültürel birikim için araştıran, soran, sorgulayan insanlar. Bukowski’yi Bukowski yapan, gidip kütüphanede günlerce kalarak kitap okumasıdır, hâlbuki serseri bir hayat tarzı var Bukowski’nin. Nasıl yazabilirim, araştırıyor uzun süre. 
Okudukça zenginleştiğimi, bir şey bilmediğimi anlıyorum. Okumak bana çağrışımlar yapıyor, yazarken besliyor. Okumasam yazamazdım. Mümkün olduğunca okumaya çalışıyorum. Çünkü bir yazarı besleyen şey okumaktır. Okudukça doğru isimleri seçmeyi de öğreniyorsun. İyi bir okur, kitabın iyi olup olmadığını anlar. 
Okur sayısının da arttığını görüyoruz aslında son zamanlarda. Ancak bu bilinçli okur artışı değil. Az okur olması kadar vahim bir durum aslında bu. Çünkü aynı tarz kitaplar dayatılıyor okuyucuya, çok kötü yayınlar çıkıyor, çok kolay ulaşıyor okuyucu, ucuza satılıyor.Böylece okur kalitesi düşmüş oluyor ve kimsenin okumadığı anlamına çıkıyor. 

Dergimizin okurları için tavsiye edebileceğiniz kitaplar hangileri ve yazarlar kimler?

Öncelikle tabii ki klasikler. Klasikleri okumadan, okumanın, edebiyatın tadına varılamaz.  Dostoyevski, Balzac, Victor Hugo, Gorki, Dickens, Stendhal… Siyah ve Kırmızı okumadan edebiyatın size gerçekleri nasıl yansıttığını bilemezsiniz. Anna Karenina’yı okurken toplumsal boyutuyla bir kadının tutkulu aşkını hissedeceksiniz. Balzac’ın Vadideki Zambak romanı ile Fransız kültürünü çözümlersiniz. Türk klasikleri içinde de Yaşar Kemal, Yakup Kadri, Tanpınar… Halk şiirlerini de okumak lazım mesela. Öyküde Sait Faik mutlaka okunmalı. Çehov öyküleri aynı şekilde… Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’i mutlaka okumaz gerekiyor. Yaşar Kemal size roman yazma tekniklerini öğretir. 
İyi bir okur roman da okumalı, öykü de, şiir de okumalıdır. Şiir sizin estetik duygularınızı geliştirir. Öykü sizin hayata bakışınızı, kısa anlardaki yaşadıklarınızı çağrıştırır. Roman bu kısa anları biraraya getirmenizi sağlar. Bunların tamamını okursanız ancak o şekilde edebiyatın estetik duygusuna sahip olabilirsiniz ve ruhunuzu bu şekilde doyurabilirsiniz. 

Yazarların aynı zamanda “geleceğe mektuplar yazan” kişiler olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, geleceğin düşünce dünyasına sizin kitaplarınızın nasıl bir katkısı olacağını düşünüyorsunuz ve bu bilinçle mi yazmaya çalışırsınız?

Söz uçar, yazı kalır. Ben her edebi metnin mutlaka yarına kalacağını düşünüyorum. Ben tüm yapıtlarımı yarına kalsın diye yazıyorum ve gelecekte daha iyi anlaşılacağımı düşünüyorum. Belki bu dönemde günlük şeyler yazmıyorum. Ben bu toplumdaki insanların yüreklerine dokunarak yazıyorum. 
Masadow “yolcu varsa yol vardır” diyor. Biz yarını bugünden kurmak zorundayız. Eğer bu edebi metinler varsa yarınlar vardır. 

Hayatınızın bir haftasını bir roman kahramanı olarak geçirecek olsaydınız, kim olurdu?

Leyla olmak isterdim. Bir erkek yazar olarak kadın karaktere dönüşmek istemek absürt gelebilir ama ben hakikatenbir kadının zarifliğiyle hayata bakmak isterim. Bir kadın gözüyle bakmayı isterdim. Leyla’nın romandaki sessizliği müthiş bir çığlıktır aslında. Kadınlar susarak çığlık atabiliyor. Sakin kalarak kıyametler, fırtınalar kopartabiliyor. Erkek en sert şekilde kendisini ifade eder. Kadın dayanıklıdır. Keşke Leyla kadar mantıklı, cesur, direngen olabilsem…

Çok teşekkür ederiz Adnan Bey, çok keyifli bir söyleşi oldu.

Ayşe Hicret Karakaya