https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

”Birinin hissettiklerini söyleyememesi devasa bir acıdır.”

                                                                                            Virginia Woolf

25 Ocak 1882’de Londra’da doğan Woolf, 20. yüzyıl modern edebiyatının en önemli yazarlarından biri oldu. Eleştirmen bir babanın kızı olduğu için evinde düzenlenen bir dizi yetenek yarışmasına şahitlik etmişti. Yazar, babasının eşsiz kütüphanesinde kendi kendini eğitmişti. Dönemin en önde gelen seçkinleriyle  tanışma fırsatı bulan bu genç kadın yaşadığı birçok talihsiz olay yüzünden 12 kez sinir krizi geçirdi.

Virginia’nın ani duygusal iniş çıkışları bir çeşit akıl hastalığı olan bipolar bozukluğu olmasına bağlanıyordu. Ancak Virginia bütün yaşadığı duyguları ”delilik” olarak tabir etmekteydi. Romanlarında  derin hissedilen duygu değişimleri, onun 20.yüzyılın en önemli edebiyatçısı olmasında büyük payı olduğunu bizlere fısıldıyor.
Virginia’nın bütün deliliklerine rağmen çok geniş bir arkadaş grubu vardı. Bloomsburg edebiyat çevresi olarakta bilinen bu arkadaş grubuyla her şeyi birlikte yapıyorlardı. Yaptıkları en tehlikeli şaka ise Britanya donanmasına yaptıklarıydı. Bu şaka nedeniyle İngiltere’de bir anda meşhur olmuşlardı. 1910 yılında takma sakal, siyah makyaj ve türbanla kılık değiştirip Dreadnought gemisine Habeşli bir heyet olduklarını söyleyerek bindiler. Gemide her fırsatta ”bunga bunga” diye bağıran bu şakacı grup subaylara sahte bir törenle nişanlar takdim ettiler. Çekildikleri fotoğrafları, gemiden indikten sonra gazetecilere servis eden grup ülkede ”bunga bunga” tabiriyle ünlü oldu. Neyse ki şakacı grubun ceza almaması  büyük bir şanstı.

Ancak ilerleyen zamanlarda Woolf’un yaşadığı savaş korkusu ve yeteneğini  kaybetmenin vermiş olduğu bunalım sonucu 28 Mart sabahı eşine bir elveda mektubu yazmıştı. Dünya ona batıyormuş gibi geliyordu. Paltosunun cebine taşlar doldurup evinin yanındaki Ouse Nehri’ne bedenini bıraktığında  59 yaşındaydı. Woolf geriye dokuz roman, öykü derlemeleri ve birçok deneme bıraktı. Kendi gölgesi içinde kaybolan bu kadın oysa ki yazdığı her eserle okuyucularına ışık olup onların yolunu aydınlatmak istemişti.
Woolf’un  hayatı boyunca yaşadığı ruhsal bunalımlar onun bu döngüyü daha fazla kaldıramayacağının en büyük nedeniydi. Eşine yazmış olduğu veda mektubu ise bizlere onun ne kadar trajik bir hayatın içinde olduğunu sezdiriyor.

” Sevgilim,
Yeniden delirmekte olduğumdan şüphem yok: Böyle korkunç bir dönemi bir kez daha kaldıramayacağımızı hissediyorum. Aynı zamanda, bu kez toparlanmayı başaramayacağımı da seziyorum. Yeniden sesler işitmeye başladım ve dikkatimi toplayamıyorum.
Bu durumda bana en doğru görünen şeyi yapıyorum. Bana olabilecek en büyük mutluluğu yaşattın. Benim için başka kimsenin olamayacağı insan oldun. İki varlığın bu korkunç hastalık gelene kadar olduğumuzdan daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Daha fazla mücadele edemeyeceğim. Senin hayatını da ziyan ettiğimi biliyorum. Ben olmasam çalışabilirdin. Çalışacaksın da, biliyorum.
Görüyorsun, doğru dürüst yazmayı bile başaramıyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim, hayattaki tüm mutluluğumu sana borçlu olduğum. Bana karşı her zaman tam bir sabır timsali oldun ve inanılmaz iyiydin. Sana bunları söylememe gerek yok — herkes biliyor zaten.
Beni kurtarabilecek biri olsaydı, o sen olurdun. Hiçbir şeyden senin iyiliğinden olduğu kadar emin olmadım. Hayatını ziyan etmeye daha fazla devam edemem. Kimselerin bizden daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. ”

Modern Dönemin En Önemli Romanı; Mrs Dalloway

Virginia sıradışı hayal gücü ve harika fikirleri olan bir kadındı. İngiliz edebiyat tarihinin akışını değiştiren ve ana düşüncesi feminizm algısında delilik olarak kabul edilen romanı ”Mrs Dalloway ”di. Mrs Dalloway adlı romanı Woolf’un “bilinç akımı“ tekniğini uyguladığı en başarılı eserlerinden biridir. Kalıplaşmış bir düzene sahip olmayan bu teknik, okuru kahramanın zihninde bir ileri bir geri götüren üsluptu. Woolf geleneksel roman üslubuna karşı çıkarak kişileri ve olayları kendi bakış açısından yansıtmamıştır. Daiches, Virginia Woolf’un üslubunu şöyle tasvir etmektedir: “Woolf, kitabın zaman ve mekân içerisindeki konu alanını sınırlandırmaktadır; yani karakterlerin sayısı az ve birbirleriyle ilişkileri de açık ve nettir. Duygu, düşünce akımı ve izlenimler açık seçik olarak ait oldukları karakterlere özgüdür.” 
Virginia Woolf’un bu eseri gelecekten nasibini almadığı için bir günde başlayıp bir günde biter. Romanının başkahramanı olan  Clarissa Dalloway “ üst ve yönetici” sınıfa ait bir kadındır. Dalloway yaşamı sadece ”hayatta kalmak” olarak algılar. Karl Marx’ın da dediği gibi o “yaşamını başka birinin inayetine borçlu olan” bir kadındır. Clarissa Dalloway kendi doğal duygularını bastıran boğucu bir havayı solumaktadır. Romanda Clarissa, bir Parlamenterin “Richard Dalloway’in” karısı olarak kalmıştır. Bu yüzden adı olmayan, çeşitli partiler düzenleyen ve dikiş nakışla ilgilenen kadın imajı romanın her satırında hissedilmektedir.  
Clarissa’yı daha iyi anlamak için romanın diğer kahramanlarını da incelemek gerekir. Özellikle Sosyalist Peter Walsh ile olan tartışmaları, Peter’ın küçümsemeleri onu muhafazakâr partiden olan Richard Dalloway’a itmiştir. Peter eşinden çok şey bekleyen bir kişi olduğundan, Clarissa Richard’ın temsil ettiği hayatı tercih eder ve onunla evlenir. Peter’in sosyalizm tutkusunun onu başarısızlığa yönelttiğine inanan Clarissa, Peter ile asla bir çift olamazlar. Belki de Clarissa Peter gibi hayatında bir dizi başarısızlık barındıran adamla evlenecek cesareti kendisinde bulamamıştı. 

Romanın ilerleyen sayfalarında karşımıza çıkan diğer kahraman olan Sally Seton’a karşı duyduğu büyük hayranlık onu yaşadığı hayattan bir nebze olsun uzaklaştırır. İlk kez William Morris, Shelley ve Platon’un  Devlet’ini okur ve özgürlük, eşitlik, özel mülkiyetin kaldırılması gibi konularda düşüncelerini geliştirir. Ancak Sally’in evlenmeden hamile kalması Clarissa’nın hayat çizgisine ters düşer ve bir daha onunla görüşmez.
Aslında Peter ve Sally onun olmak istediği ancak olamadığı iki insan, iki figürdür. Hayatını sorgulamasına neden olan kişilerdir. Roman, Clarissa’nın kimlik arayışıyla son bulurken, bir insanın diğer insanlarla arasında gizli bir duvar aracılığıyla olan bağıntısı olduğunu düşünmekten kendini alıkoyamaz.
Virginia Woolf “bilinç akımı“ tekniğini büyük başarı ile uyguladığı bu eserinde okuyucuya düşüncelerini dolaylı yönden iletmektedir.  Bu nedenle  ”Mrs Dallowy” adlı yapıt  geleneksel roman üslubuna bir başkaldırı, bir meydan okumadır.

inceleme: Nur Yüksel Öztürk