https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

İki yitik hasret
İki parça can…
Ahmed Arif

Bizim buralara yine memleketin diğer illerinden erken gelen yaz mevsimini yaşadığımız o sabah, tam da Neyran ablalardan dönüyordum. Kestikleri tavuklardan birini de bize vermek için çağırmıştı beni. Karta kaçan, yemlerine biber katıp da kızıştırsa bile yumurtlamayanlardanbirkaçını kesmişti. Tavuğu almış, kalın tüylerini yolup da incelerini ütmek için evin yolunu tutmuştum. Elimdeki poşet iki kilo ya vardı ya yoktu. Torbayı sallaya sallaya yürüyor bir yandan da Rıfat’ı düşünüyor, safça gülümsüyordum. Eve 20 adım kala, kulaklarımı sağır eden o ses duyuldu “GÜM!” diye. Kendimi yere attım. Kafamı kaldırdığımda evlerin camlarının inmiş, bazılarının kapılarının dahi yerinden fırlamış olduğunu gördüm. Sanki yerin altından gelmişti o korkunç ses. Ayağımın altındaki toprağı da, evleri de yerinden oynatmıştı. “Zelzele oldu herhalde.” diye düşünerek, tavuk torbasınıalıp eve girdim. Annem de kardeşim Zehra da iyiydi. Kapının önüne çıktık, aynı anda kendini sokağa atan, “ Neler oldu, iyi misiniz?” diye birbirini yoklayan komşularımızı gördük. Kenan amca “Deprem değil bu, sanki bomba gibi, ramazan topu gibi bir şey patladı, ben bir koşu kahveye bakıp geleyim.” dedi.
 “Bomba gibiydi.” deyince içim bir kötü oldu. Bizim bu bölgenin kahrolası kaderi olmuştu terör, ama bugüne dek köyümüzden ne bir tane dağa çıkan, ne de onlara destek veren çıkmıştıalimallah.  Yıllardır, köylere dadana dadana bilirlerdi artık kimin hangi safta olduğunu da bizim buralara bulaşmazlardı. Zaten topu topu 56 haneli bir köy idik.
 O sıralar, memleketin dört bir yanında bombalar patlıyor, üzülerek izliyorduk, o kalleşlere lanetler yağdırarak. Ne Ankara bırakmışlardı, ne İstanbul. Önüne geldiği yerde gözü dönmüşün biri kendini uçuruveriyordu havaya. Buralardaki kentlerde de çatışma devam ediyordu. Polisimiz, askerimiz her gün üçer beşer şehit oluyor, ağlayan anaların, gencecik kızların kucaklarında bebekleriyle görüntüleri ekranlardan hiç inmiyordu. 
İşte o yüzden bomba lafını duyunca yüreğim hoplayıverdi bir anda. Aklıma önce Rıfat’ım hemen ardından da babam düştü utanarak. Rıfat’ı babamdan önce merak ettiğimi sanki yüzüme bakınca anlayacaklar diye korktum da annemlere sırtımı verdim. Tam o anda kahveden az öte tarafta dumanlar yükseldiğini gördüm. “Bakın hele, kahvenin oradan dumanlar yükseliyor.” dememle uğultulu bağırışlar eşliğinde bir koşu tutturdu herkes. 
Kahveye vardığımızda gördüklerimiz, ben çok film bilmem ama sanki bir savaş sahnesi gibiydi. O saatte, aylak aylak oturup da çayını, sigarasını içen, bazen de taş oynayan erkeklerinbirkaçı mutlaka orada olurdu ama içerisi bomboştu. Çaycı İsmet dâhil hiç kimse ortada yoktu. Sandalyeler etrafa saçılmış, tüm camlar inmiş, hatta kapı önündeki masalar bile etrafa savrulmuştu. Çatı çökmüş, kiremitler hala patır patır yerlere dökülmekteydi. Kahvenin ilerisinde tüten dumanların olduğu yere vardığımızda, birden bire önümüzde belki 30 evi içine alacak kadar büyük ve derin bir çukur belirdi. Dumanlar bunun dibinden geliyordu. Bugüne kadar burada olmayan, yolun yanından geçen çorak arazide birden nasıl böyle bir çukur açıldığını anlayamamıştık. Dumandan da göz gözü görmüyordu. Kenan amcanın sesi duyuldu o esnada: “ Bence toprak altından bir gaz çıktı, madenlerdeki gibi patlama oldu komşular.” “Herhalde, başka ne olabilir ki…” sözleri bu lafları kovaladı bir süre. Sonra sonra dumanlar dağılmaya başlayınca bir de baktık ki, birkaç metal parçası ve yanmış lastik parçaları… “Araba bu!” diye bağırdı birileri. Bu kez hepimiz neredeyse yuvarlanırcasına çukurun dibine doğru indik.
Birkaç dakika sonra etrafı iyice görebilir olmuştuk kiNeyran abladan bir çığlık yükseldi: “ El bu, vallahi de billahi de bir el!”  Yanmış ve kopmuş bir el toprağın üstünde öylece duruyordu. Sonra çevreye bakınmaya başladık. Bir el daha gördüler az ileride ve bir de gözümün önünden gitmeyen içi kumla dolu, kararmış, kana bulanmış kopmuş bir kulak gördüm ben de o an! Ne yapacağımı bilemez halde, donup kalmıştım, kulağa bakıp duruyordum yalnızca.
Sonra hep bir ağızdan, “Kimse var mı?” diye bağırmaya başladık. Toprağın altından ses gelmiyordu. Ne bir yardım çağrısı, ne ufacık bir kıpırtı… Patlayan araç her ne ise tanıdığımız birilerinin içinde olabileceği ihtimali hepimizin aklına düşmüştü. Yerdeki kopmuş kulağa bakmak istemesem de dehşetle kendine baktırıyordu.Ben o anda utanmamı falan bir kenara bırakıp “Rıfat!”  diye haykırdım belki beni duyar da bir yerlerden çıkar gelir diye. Sabah konuşmuştuk, bugün babası ile birlikte gübre almaya Ziraatçı Emin abiye şehre gidecekti. Ama saat kaçta gideceklerdi, şu anda şehirde miydi, yoksa gübreleri tarlaya mı götürmüştü, kahveye uğramış mıydı, hiçbir fikrim yoktu. Babam da genelde bu saatlerde kahvede olur, ardından tarlaya uğrardı.Herkes kendi kocasına çocuğunun adını haykırıyor ama kimse bir cevap alamıyordu. Sanki yer yarılmış içine girmişlerdi, ya da koskoca adamlar hep beraber bir yere saklanmışlardı. Evlerden korkuyla fırladığımız için hiçbirimizin üstünde telefonu da yoktu, koca deliğin içinde öylece kalakalmıştık.  
Neden sonra bu kara çukurun içinde kimseleri bulamayacağımız anladık da tırmanıp yukarı çıktık. Ulaşmamızla, komşumuz Fatma ablanın 2 küçük oğlu Osman ile Orhan’ı birbirlerine sarılmış ses çıkarmadan ağlarken görmemiz de bir oldu. Çocukların üstleri başları parçalanmış, kafaları yüzleri kana, toza bulanmıştı.  Hepimiz başlarına üşüştük, “Ne oldu çocuklar, bir şey gördünüz mü, çabuk anlatın.” diye bağırmaya başladı anaları. Korkudan bir süre konuşamadılar, Fatma abla onları sarsıyor, “Noldu oğlum, noldu yavrum anlatın bize!” diye yalvarıyordu. Sonunda, daha büyükçe olan Osman konuştu: “Teröristler ana! Kamyon patladı! Babam…” 
 Fatma abla Osman’ı tekrar sarstı, “Anlat baban nerede, dayın nerede?” Osman daha çok ağlamaya başladı, güzel kara gözlerinden yaşlar süzülüyor, hem kardeşine sarılıyor, hem konuşuyordu: “Babamlar da peşlerinden gittiler ana, bütün amcalar, ağabeyler gittiler onları durdurmaya!”  
 Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Çığlıklar, bağırışlar yükseldi kalabalıktan. Küçük Osman devam etti anlatmaya: “Kahvenin önünde top oynuyorduk, Korucu Himmet amca koşarak geldi : “Yetişin ağalar, emmiler! Kalleşler koca bir kamyonu bizim yola doğru sürüyorlar.” diye bağırdı. Herkes kahveden çıktı, Himmet amcanın gösterdiği yöne koşmaya başladılar. Uzaktan gelen aracı gördük, ama babam “Sakın ola gelmeyin ha, bacaklarınızı kırarım.”dedi diye biz kahvenin arkasına saklandık.Önde Himmet amca arkasında babamlar koşturdular yola doğru. Kamyonun önüne çıktılar. Bağırarak bir şeyler söylediler, arabanın kapısını zorladılar ama açılmadı. Sonra tekrar hareket etti. Yolu babamlar ve diğer amcalar kestiği için de gidemedi, çayırlığa doğru sürdüler. Bizimkiler de peşinden yakalamak istermiş gibi koşmaya başladılar ama kamyon sanki tekerine taş takılmış gibi duraladı, iyice yavaşladı. Babamlar da yetişti,etrafını sardılar. Sonra da kamyon birden patladı ana! Kara kara dumanlar yükseldi havaya, çok korktuk.“ 
Osman’ın daha fazla anlatmasına gerek yoktu, sadece o değil pek çok kişi ağlıyordu o anda. Ben bir süreliğine kendimden geçmişim. Ayıldığımda Zehra’nın kolundaydım. Aynı yerde çukurun başındaydık hala. Ben hala Rıfat’ımın da babamın da orada olup olmadığını bilmediğimden içime bir umut doğdu. Hem bu çocukların her şeyi doğru anlattığı ne malumdu, belki uzaktan tam olarak görememişlerdi olan biteni. Kamyonun etrafını sarmışlar oda patlamış olsa, hani neredeydi bunca insan? İki el bir de kulak mı görürdük o zaman bu çukurun içinde? O umutla, “Anne” dedim “Belki babamla Rıfat orda değildi, hemen telefon açalım onlara. Hem çukurun dibinde hiç kimseleri göremedik. Belki de saklandılar.” Çoğu kişi de benim gibi umutlanmıştı. “Evet ya!” diye bağırıyordu bakkalın karısı Aysel abla “Koskoca adamlardan hiçbir iz bulamadık. Patladıysa nerede bu insanların ölüsü? Nerede kocamın ölüsü?” 
Kimseler gözüyle görmediğini kabullenmek istemiyordu. Hemen birçoğu evlerine telefonlarını almaya koştular.Ben de varınca, telefonumu kaptığım gibi önce Rıfat’ı aradım.  Telefonu çalıyordu ama açan yoktu. Umutlandım iyice, duymuyor ama kendisi iyi diye. Sonra babamı çevirdim,onunki kapalıydı. Sırtımdan soğuk bir ter boşandı, o anda sanki bir yılan kayarak aşağıya süzüldü ensemden belime doğru. Evden çıktım elimde telefon annemlere doğru yürümeye başladım. Annem sanki her şeyin ayırdına o andan varmış gibi çökmüştü. Omuzları yere bakar olmuştu bir anda. “Anne… Babamın telefonu kapalı.” diyebildim sadece. Belki de şarjı bitmişti ama içimize öyle bir his doğmuştu ki, babam kahveden o kamyonu durdurmaya koşanların arasındaydı. Kenan amca, jandarmaları aramıştı. Tez vakitte geldiler zaten.Çukurun etrafından zorla da olsa insanları uzaklaştırdılar. Hem küçük Osman ve kardeşinden hem de bizlerden bilgiler topladılar. Sonra da inip patlamış parçaları incelemeye başladılar.
 Etrafımda kime baksam: “Cevap vermiyor, telefon kapalı!” diyor, bir yandan da dövünerek ağlıyordu. Neyran abla olduğu yere çökmüş, ince bir sesle hıçkıra hıçkıra gözyaşı döküyordu. Dayanamadım yanlarına gittim. “Abla…” dedim. Sarıldık. Öylece kalakaldık. “Babandan haber var mı?” diye sordu. “Yok, kapalı.” diyebildim yalnızca. Sonra Osman’a sormak geldi aklıma. “Osman” dedim, “Mehmet amcanı da gördün mü?” Bana koca gözleri ile baktı ve başını evet anlamında salladı. Ah o anda kafamın içine birileri sankibıçak soktu. Gözlerim karardı önce, nefesim kesildi. Bir anlığına yine kendimden geçmişim. Ağlayıp, titriyordum sürekli. Annemle, Zehra da yanımıza gelmişlerdi. Bu halimi görünce, olanları zaten kabullenmiş anneciğim hiçbir şey sormadı bile. Birbirimize sarıldık. Babamın üzüntüsü içimi burarken, aklım hep Rıfat’ımdaydı. Aradım, tekrar tekrar aradım ama açmıyordu işte. Osman’a sormaya ise hiç cesaretim yoktu. O küçük kafasını sallayacak ve “he”, “Rıfat abim de onlarlaydı.” diyecek diye ödüm patlıyordu. Ben bir köşeye çekilip aramaya devam ettim. O sırada bir jandarma geldi karşıdan. Çoğumuz hala çukurla kahve arasında meydanda ne yapacağımızı bilemez halde bekleşiyorduk. Elinde birkaç telefon tutuyordu jandarma ve bir tanesinden o melodi yükseliyordu. Nasıl tanımazdım. İkimizin de telefonu aynı çalardı birbirimize aramızda söz verdiğimizden beri. O şarkıyı duyunca sanki hayat da durdu. Yalnızca Neşet Ertaş’ın o içimi yakan sesi yankılanıyordu artık kulaklarımda:
Cahildim dünyanın rengine kandım 
Hayale aldandım boşuna yandım 
Seni ilelebet benimsin sandım 
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin 
Evvelim sen oldun ahirim sensin…
Bana bu şarkıyı söylemeyi çok seven Rıfat’ın sesini demek artık duyamayacaktım. Daha birkaç dakika önce aldığım babamın haberinden sonra son umudum da sönmüştü işte. Rıfat’ımın acısı, Allah günah yazmasın, babamınkinden daha da bir derinden dağlamıştı ciğerimi.Artık bundan sonrasında olanları memleketteki herkes haberlerden de öğrendi. Ama sordunuz anlatayım bir kez daha dinleyin.
Jandarmalardan biri kahveye girip, içeride yardım edilecek biri var mı diye bakarken, yerlerdeki telefonları görmüş, hepsini toplamış. Kocaların, babaların ölüleri bulunamadı ama telefonlar teşhis edildi de, kimlerin o gün kamyonu durdurmaya gittiği ortaya çıktı. Bu allahsız zalimler, koca bir kamyonu bombalarla doldurmuş, yola çıkmışlar bizim büyükşehirdeki karakolu patlatmaya gidiyorlarmış.  Ana yollarda çok sıkı kontroller olduğunu duyunca, yönlerini değiştirmiş, bizim köy gibi kuş uçmaz kervan geçmez yollara sapmışlar. Daha uzun olan bu yoldan kente ulaşmayı kafalarına koymuşlar. Dediklerine göre, normalde patlatılan arabalardan 10 kat daha fazla bomba varmış kasasında ve istedikleri yere varsalarmış eğer,bırakın sadece karakolu, etrafındaki koca apartmanları yıkabilir, yüzlerce insanın ölmesine sebep olabilirmiş bu bombanın gücü.  
Gelen giden bizi avutmaya çalışıyor ama ne söyleseler boş. “Kanları yerde kalmayacak!” “Vatanı çok daha büyük bir felaketten kurtardılar, çok daha fazla insanın canını yakacaklardı,ölenlerin hepsi birer kahraman, hepsi birer şehit.” diyorlar. Benim hem babam, hem “hayatta en sevdiğim” dediğim insan yitip gitmiş, bütün köyümüz acıdan küle dönmüş, bizi avutacak lafları neyleyim…
Tam 13 kişi can verdi o gün ve o dağ gibi adamlardan geriye jandarmalar koca çukurun içinden ucu yanık kaval kemiği, birkaç parmak, yerinden fırlamış birkaç göz ve kulak bulabildiler.Aslan gibi 13 adam toputopu ne ettiler biliyor musunuz? Bir genç kızdan bile hafif: Toplamda 60 kilogram! Neyran abladan çıkıp da eve giderken, elimde iki kiloluk birpoşet vardı, tam o anda duydum patlamanın sesini. Benim Rıfat’ım o anda gökyüzüne karıştı, toz oldu. Benim babam havaya uçtu, rüzgârla, bulutla iç içe geçti tam o anda. Onlardan geriye ise, elimde salladığım o poşetten bile azı kaldı. 
O gün içleri bomboş, birkaç kemik parçasından müteşekkil al tabutlar işte o yüzden böyle uçarcasına geçti köy meydanından. Ama cüsselerine ve cesaretlerine yakışır koca mezarlar açıldı köy kabristanında; mezarların içi de,kalplerimizdeki doldurulamayacak yerleri de hep boş kalacak olsa da…

Bu öykü, Mayıs 2016’da 
Diyarbakır kırsalındaki patlamada, 
Teröristlere engel olmaya çalışırken 
yaşamını yitiren 13 cana ithafen yazılmıştır.