
Kış, insanın kendi içine kapandığı bir mevsimse, yazı da çoğu zaman aynı kapının önünde titreyerek bekleyen bir misafirdir. Bir türlü içeri giremez; çünkü içerisi soğuktur, karanlıktır, kelimelerle ısıtılamayacak kadar boş ve sessizdir. Yazdıkça iyileşen, yazdıkça nefes alan biri için bile kış, yalnızca gökyüzünün değil, aklın ve kalbin de ağırlaşmasıdır. Karanlık daha erken çöker, insanın içindeki ışık ise daha geç yanar. Yazar tıkanması dediğimiz şey belki de tam bu anda belirir: Karanlık, dışarıdan içeri sızarken içimizdeki kelimeleri birer birer üşütür; kelimeler de üşüdükçe birbirine sokulmak yerine birbirinden uzaklaşır. Soğuk, yalnızca elleri değil, sözcüklerin arasındaki o görünmez bağı da dondurur.
Bazen ilk cümleyi kuracak gücü bulamaz insan. Gözünün önünde duran boş sayfa, bir dağ yamacı gibi görünür; tırmanmaya kalkarsın, daha ilk adımda nefesin kesilir. Çünkü kış depresyonu dediğimiz o uzun, ıssız karanlıkta nefes almak bile bir iştir. İnsan karanlıkta daha derin düşünür sanırdık çocukken, ama aslında karanlık düşünmez; düşüncenin üzerine çöker. Karanlığın içinden çıkardığımız her duygu, elimize yapışmış soğuk bir taş gibidir; ne atabiliriz, ne de cebimizde taşıyabiliriz. Yazar tıkanması işte tam burada başlar: Bir duygu var, bir ağırlık var ama onun dilini bulacak sıcaklık yoktur.
Kışın sessizliği, insanı dış dünyanın gürültüsünden kurtardığı için huzur verici olmalıydı oysa. Ama yazar için sessizlik, fazla geniş bir odaya hapsolmak gibidir. Duvarlar yankı yapmaz, masa çok boş görünür, kâğıt soğuk, kalem yabancıdır. Pencereden dışarı baktığında gökyüzünün rengi insanı içine çeker; gri, siyah ve mavi arasında gidip gelen bir ruh hali… Gri bir gökyüzü kadar belirsizdir yazı da. Ne tam kötüdür ne tam iyi. Ne tamamen bitmiştir ne de başlamıştır. Gri, insanın içine çöken bir kararsızlık gibidir.
Her yazarın kendine göre bir ritmi vardır. Bazıları hızla yazar, bazıları ağır ağır. Ama kış, tüm ritimleri tek bir noktada eşitler: Yavaşlık. Zihnin içinde dolaşan düşünceler, tıpkı kar taneleri gibi ağır ağır süzülür; yere düşene kadar şekli değişir, düştüğü anda ise yok olur. Bir fikir gelir, “işte bu” dersin, kalemi eline alırsın ama fikir çoktan eriyip gitmiştir. Sanki her fikrin ömrü birkaç saniyedir. Sanki zihin, soğuk yüzünden onları tutamaz. “Az önce aklımdaydı…” diye fısıldarsın kendi kendine. Ama kışın içinde fısıltılar bile kaybolur.
Kış depresyonu yalnızca duyguları değil, zamanı da ağırlaştırır. Sabah ile akşam arasında uzun bir karanlık varmış gibi hissedersin. Daha gün doğmadan yorulursun, gün batmadan tükenirsin. Yazmak için masaya oturursun, dakikalar saatlere eşitlenir ama kelimeler bir türlü doğmaz. Bir doğum sancısı vardır ama doğacak olan şey nefes almakta zorlanır. Yazar tıkanması, insanın kendi içine sıkışmasıdır aslında. Bir tür iç yorgunluk, bir tür mevsimsel tükeniş… Ama en çok da kendi kendine duyulan sabırsızlık. Çünkü kelimelerle yaşayan birinin kelimesiz kalması, bir balığın susuz kalmasına benzer. Bir süre dayanabilir, ama uzun sürerse iç organlarında derin bir acı başlar. O acı, yazarı masa başına çiviler ama aynı acı onu masadan uzaklaştırır da. Tam bir ikilem.
“Kışın insanın içi donar mı?” diye sorsalar, “Evet,” derdim, “ama donan şey kalp ya da düşünce değil; donan, kelimenin kendisidir.” Çünkü yazmak, kelimenin hareket etmesini gerektirir. Kelime yürüyemezse, koşamazsa, bir yerden diğerine akamazsa yazı oluşmaz. Kış, kelimelerin dolaşımını bozar. Bir tür zihinsel hipotermi. Düşünceler üşür, duygular üşür, anılar üşür. Belleğin bile içinde yankı yapan soğuk bir boşluk olur.
Ben çoğu zaman bu tıkanmayı bir hastalık gibi değil, bir misafir gibi görürüm. Israrla kapıda bekleyen, içeri girmek isteyen ama içeri girdiğinde sessizce bir köşeye çöken, hiçbir şey demeyen, sadece varlığıyla insanı tedirgin eden bir misafir. Ne kovabilirsin ne de ağırlayabilirsin. Onunla birlikte yaşamak zorundasındır. Kış depresyonu da böyle bir misafir işte. Yazı masasının köşesinde kendi görünmez sandalyesine oturur, ayaklarını toparlar, elini çenesine dayar ve seni izler. Kelime yazdığında memnun olmaz, yazmadığında da sessiz kalır. Onun suskunluğu bile yorucudur.
Kış aylarında insan kendi içine daha fazla döner ya, işte o içe dönüş bazen fazlalık haline gelir. Kendi kendini fazla dinlemek, fazla kurcalamak, fazla düşünmek… Yazar için tehlikeli bir bölgedir burası. Çünkü insanın kendi içine çok bakması, aynanın kırılmasına sebep olur. Kırılan aynanın parçalarında insan kendini farklı görür: Dağılmış, güçsüz, eksik ve yarım… Yazı tıkanması işte tam burada bir karanlık oda gibi büyür. Yalnızlık ağırlaşır, iç sesler çoğalır, gürültülü bir sessizlik başlar. Yazmak ister ama kelimelerin kapısını içeriden kilitlersin; çünkü her kelime sana fazla çıplak gelir. Her cümle fazla savunmasızdır. “Bu iyi değil,” dersin, “ben değilim, sesim değil.” Oysa belki de tam sensindir.
Bazen kış depresyonu, insanın duygularını bile yazıya dönüşemeyecek kadar donuklaştırır. Normalde yazarken hissettiğin o ince sızı, o iç titreyişi bulamazsın. Duyguların kış uykusuna yatmış gibi gelir. Ne acı acıtır ne sevinç sevindirir. İçeride bir boşluk, bir karanlık, bir soğuk vardır. Yazar tıkanması, duyguların uyanmamasıyla daha da büyür. Çünkü kelime, duygu olmadan hareket etmez. Duygudan doğmayan kelime cümlede büyümez. Kışın insanın duyguları gökyüzü gibi kapalıdır; güneş yoktur, ışık geçmez. İçeride kalan ise yalnızca bir bekleyiştir. O bekleyişte zaman daha yavaş akar.
Bir de şu vardır: Yazar tıkanması çoğu kez kötü yazma korkusundan doğar. Kışın bu korku daha baskın olur. Çünkü mevsimin kendi ağırlığı vardır; insan ne yazsa eksik hisseder. Bir cümle yazarsın, silersin; başka bir cümle yazarsın, yine silersin. Sayfa dolmaz. Dolsa da dolu hissettirmez. Sanki bütün cümleler, dışarıda soğukta titreyerek bekleyen çocuklar gibi, içeri alınmayı istese de içeri girince üzerlerinden yağmur kokusu eksilmez. Kış, cümlelerin kokusunu bile değiştirir bazen. Daha hüzünlü, daha kırılgan, daha yavaş…
Kış depresyonu, insanın kendi gölgesini bile ağırlaştırır. Gölgen bile seni takip etmekte zorlanır. Çünkü ışık düşük, gün kısa, nefes dardır. Bu daralma yazıya da yansır. Cümlelerin gövdesi kısalır, imgelerin rengi solar. Sanki içindeki anlatıcı bile yorgun düşmüştür. Bir masal anlatıcısı düşün: Ateşin başında oturup hikâye anlatacak gücü bulamazsa sessizlik masalı öldürür. Yazarın içindeki anlatıcı da kışın böyle susar. Kelimeleri değil, sessizliği büyütür.
Ama tuhaf bir şey vardır: Tıkanma anı, insanın kendine en yakın olduğu andır. Kelimeler gitmiştir ama çıplak duygular kalmıştır. Zihnin tüm oyunları azalır. Gerçek duygular, gerçek korkular, gerçek yalnızlık ortaya çıkar. Kış depresyonu insanı soyar; duyguların en saf, en acı, en dokunulmamış halini ortaya çıkarır. Bu yüzden belki de kış mevsimi, yazının aslında en çok beslendiği mevsimdir. Çünkü karanlıkta doğan her küçük ışık daha görünürdür. Karanlığın içindeki en küçük duygu bile daha güçlüdür. Ama o ışığı yakmak kolay değildir.
Çoğu zaman tıkanma, içeride biriken duyguların dışarı çıkmak için doğru yolu bulamamasıdır. Düşünceler birbirine dolanır, kelimeler bir kördüğüm olur. O düğümü çözmeye çalışırsın, sabrın tükenir. İnsan kışın sabırsız olur; çünkü güneş sabırsızdır, gün kısa, zaman dar. Her şey biraz daha hızlı tükenir: sabır, umut, kelime… Yazar tıkanması da sabrın son kırıntısıyla ayakta durur. Ama ilginç bir şekilde, tam o noktada bir kırılma olur. Kırılma, çoğu zaman yeni bir ses getirir.
Kış depresyonu ile yazar tıkanması birbirine benzeyen iki karanlıktır ama aynı değildir. Depresyon insanın kendi içine çökerken, tıkanma kelimelerin üzerine çöker. Biri içten yer, diğeri dıştan. Ama ikisi buluştuğunda insan kendini bir boşluğun iki duvarı arasında sıkışmış gibi hisseder. Bir yandan hissettiğin ağırlık var, diğer yandan yazmak için duyduğun açlık. Kışın açlık daha keskindir; çünkü doğa bile kendi içine çekilmiştir. Sokak boş, gökyüzü boş, ağaçlar yapraksız. Dışarıda ne görürsen içinin aynası olur. İçindeki boşluk büyür. Bu boşluğu kelimeyle doldurmak istersin ama kelimenin kendisi boşalmıştır.
Kış depresyonu insanı karanlığa çeker ama yazı insanı aydınlığa çıkarmak ister. İşte çatışma burada başlar. Karanlık seni içine çeker, yazı seni dışarı çağırır. İkisi arasında kalırsın. Bir ses, “yaz, yazarsan geçecek” der. Diğer ses, “hiçbir şey geçmeyecek” diye fısıldar. Bu iki ses arasında sıkışmak yazarın en büyük sınavıdır. Çünkü yazı iyileştirir ama iyileşmek için yazacak gücü bulman gerekir. O güç ise kış aylarında bir avuç ışıktan ibarettir. O ışığı bulmak için bazen çok uzun bir yol yürümek gerekir: masadan kalkmadan, yerinden kımıldamadan, yalnızca zihnin içinde yürürsün. Kışın en ağır karanlığında bile insan zihninin bir ışık hatırladığını düşünürüm hep. O ışığı hatırlamak bile yazmaya bir adımdır.
Bir de hatırlayış meselesi var. Kışın insan daha çok hatırlar. Geçmişin sıcak günlerini, eski yazılarını, daha kolay kelime bulduğu o ferah zamanları… Bu hatırlama bazen umut verir ama bazen de yaralar. Çünkü “önceden yazabiliyordum” düşüncesi, “şimdi neden yazamıyorum” sorusuna dönüşür. Kış depresyonu bu soruları çoğaltır. Her soru yeni bir tıkanma yaratır. Tıkanmalar üst üste gelir. Biriken kar gibi kelimeleri örter. Ama yine de, o karın altında yeni bir tohum her zaman vardır.
Kış, tohumun yer altında kaldığı mevsimdir. Yazı da bazen tohum gibi saklanır. Tıkanma sandığın şey aslında bir bekleyiştir. Olgunlaşma, yavaşlama, içe çekilme… İnsan kışın içinde bir şeylerin öldüğünü sanır ama çoğu zaman bir şeyler filizleniyordur. Görmediğin için yok sanırsın. Yazı da çoğu zaman görünmezken büyür. İçeride, sessizce, derinde… Tıpkı kar altındaki tohum gibi. Ama tohumun yeşermesi için biraz sabır, biraz ışık, biraz da kendine güven gerekir. Kış depresyonu güvenini zedeler, tıkanma sabrını tüketir. Ama yine de bir yerlerde o tohum vardır. Yazının en büyük sırrı budur: Sen yazamasan da o yazılmak ister. Sen durduğunu sansan da içeride bir hareket vardır.
Kış depresyonu zaman zaman insanın kendine olan inancını da örter. “Yazamıyorum çünkü yeteneğim yok,” düşüncesi buz gibi bir gerçeksizliktir. Ama depresyon insanı buna inandırır. Bu inanç, yazıyı daha çok uzaklaştırır. Oysa yazar tıkanması yeteneksizlik değil, fazlalıktır: fazla duygu, fazla düşünce, fazla karanlık… Kışın tüm fazlalıkları insanın üzerine çöker. Yazar ise fazlalıkla değil, eksilterek yazar. Bu yüzden kış, yazarın içinde bir çelişki yaratır: İçeride fazla olan şey, kâğıda az olarak yansır. Kâğıttaki azlık insanı üzer. Oysa çoğu zaman azlık, yazının ilk adımıdır. Cümle eksilirken anlam güçlenir.
Kış depresyonu dönemi yazı için bir sınavdır ama aynı zamanda bir dönüşümdür. İnsan kendi karanlığının içinden geçerken daha derin bir sese ulaşır. Bu ses, kışın karanlığını delip çıkan ince bir çizgi gibidir. Belki zayıf, belki kırılgan ama gerçektir. Kış, insanı gerçeğe yaklaştırır; maskeleri düşürür, duyguları sadeleştirir. Yazı da aynı şeyi ister. Bu yüzden kış aylarında yazı tıkanır ama aynı zamanda yeniden doğar.
Kış depresyonu ve yazar tıkanması üzerine düşünürken şunu anlıyorum: Aslında ikisi de insanın kendine dair bir hikâyesidir. Karanlığın içindeki mücadele, sessizlikle kurulan o tuhaf ilişki, duyguların donduğu ama aklın ateş aradığı o dönem… Hepsi insanın içsel coğrafyasının bir parçası. Yazar, bu coğrafyanın hem gezgini hem de tanığıdır. Tıkanma anı bile bu coğrafyanın bir bölgesidir. Belki geçilmesi zor bir dağ, belki uzun bir kış vadisi… Ama yine de yolun bir parçası.
Sonunda şunu kabul etmek gerekir: Yazı, yalnızca bir üretim değil; bir mevsimdir. Kimi zaman bahardır, hızlı ve çiçekli. Kimi zaman yazdır, parlak ve verimli. Sonbahar da olur, hüzünlü ve bereketli. Ama kış… Kış, yazının kendine döndüğü, saklandığı, sustuğu mevsimdir. Sessizlik çoğu zaman yeni bir ses yaratır. Tıkanma, çoğu zaman yazının derinleştiği yerdir. Kış depresyonu insanı yorsa da, yazıyı başka bir yere taşır.
Kış karanlığının içinde doğan her kelime, diğer mevsimlerde doğan kelimelerden daha ağır ve daha değerlidir. Çünkü karanlıktan çıkan ışık her zaman daha parlaktır. Yazar tıkanması, bir kayboluş değil; bir bekleyiştir. Kış depresyonu, bir çöküş değil; bir yeniden kurulma sürecidir. Karanlığın içinden çıkmak için bazen bir tek cümle yeter. Bazen o cümle gecikmiş bir nefes gibidir. Ama gelir.
Ve en sonunda insan şunu fark eder: Kış bitmez ama geçer. Tıkanma bitmez ama çözülür. Depresyon bitmez ama hafifler. Yazı ise, her defasında yeniden başlar. Çünkü yazı, insanın kendi karanlığından ışık devşirme biçimidir.
İşte bu yüzden kışın en ağır gecesinde bile içimde küçük bir cümle dolaşır: “Bunun içinden bir gün yazı çıkacak.”
Ve çıkar.