https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Burada anlatacağım hikaye dinlemek isteyen herkes içindir. Bu hikaye, oruç tutanların, dua edenlerin mayınlarla çevrilmiş yalnız bir köyün, kızgın güneşin altında kalpleri kırılmış iki grubun, bir haç veya bir hilal uğruna kanlanmış ellerin, geçmişi dikenli teller ve silahlarla çevrili, barışı seçmiş bu yalnız yerin hikayesidir. Bu siyahlı kadınların uzun bir hikayesidir. Ne parlak yıldızlar, ne de yanan çiçekler. Külden kararmış gözler. Cesaretlerini göstermek için kader tarafından yönetilen kadınlar…


 
 
Lübnanlı oyuncu, senarist ve film yönetmeni  Nadine Labaki başyapıt övgüsünü cömertçe kullandığımız sinema fimleri arasında ve övgüyü gerçekten hak eden müthiş bir film.
Karamel’in olağanüstü başarısının ardından Nadine Labaki, senaryosunu yazdığı, yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenip rol aldığı son filminde dinsel çatışmaları ve savaşın anlamsızlığını kadınların kıvrak zekâsı üzerinden eleştiriyor. Cannes’daki dünya prömiyerinde dakikalarca ayakta alkışlanan Labaki’nin mizah ve içtenlikle dolu filmi, memleketi Lübnan’da hiçliğin ortasındaki küçük bir köyde geçiyor. Savaşın ardından yaralarını sarmaya çabalayan köylüler Müslümanı, Hıristiyanı huzur içinde, omuz omuza birlikteliklerini sürdürmekteler. Ne var ki, dini çatışma haberleri, zaten hassas olan dengeleri bozmak üzeredir. Şiddet girdabına kapılmamaları için erkeklere hâkim olma görevini, ne pahasına olursa olsun, yine kadınlar üstlenecektir.

Nadine Labaki, kadının arzu nesnesi olarak yıldızlaştırılmadığı, erkek bakışının karşısında durabilen erk(ek) hegemonyası altında ezilmeyen kadınları izletiyor bizlere. Dinleri aynı olmasa da kayıpları aynı olan kadınları, anneleri. Filmlerinin katmanlı yapısını kurgularken müziği hiç de hafife almayan tarafıyla tanıdığımız yönetmen, filminin bazı sahnelerinde müzikal havası estiriyor. Müzik ile birlikte şenlikli bir yapıya bürünen bu anları izlerken ne kadar uzun zamandır – anlatması böylesine güç bir konu ele alınmasına karşın- anlatılan yükün altında ezilmediğiniz bir film gördüğümüzü düşünür hale geliyoruz.

Labaki, sinemadan ziyade yapılı çevrenin her alanında konumsuzlaştırılmaya devam eden kadınlara filminde öylesine iyi saf tutturuyor ki kadının gücü, ideolojisi, aşkı, nefreti ve en çok da kaybetmekten yorulan tarafıyla karşılaşıyoruz. Filmde temelde 5 kadının dini sebeplerden doğacak savaşı ve kan akmasını engellemek için neler yapabileceğini izliyoruz. Nadine Labaki’nin canlandırdığı Amale hem güzelliğiyle hem de zekasıyla etkileyici bir karakter, erkek karakterlerden en önemlisi Rabih ile romantizme boğulmamıza izin verilmeden farklı dinlerden olan bu iki insanın aşklarını da izliyoruz. Yakışıklı ve çalışkan Rabih, Amale’nin kafesindeki tadilat ve boya işlerini yaparken birbirleri ile bir anlığına göz göze gelmelerini fırsat bilip filmin en romantik sahnesi ile karşılaşıyoruz, Rabih’in mi yoksa Amale’nin mi olduğunu bilmediğimiz hayali bir dans bu!

Ancak film boyunca aşk hiç bir zaman ana hikaye olmuyor. Buna izin verilmiyor, asıl anlatılan din, dil, ırk farkı gözetmeksizin birlikte yaşabilmek. Fakat çevreden gelen dini çatışma haberleri ile köyün erkekleri arasında yaşanmaya başlayan gerginlikler ile başa çıkmak durumunda olan kadınlar çareyi dramı mizaha dönüştürmekte buluyorlar. Kendi çocukları, kocaları dini meseleler yüzünden savaşa yönelmesin, kan dökülmesin diye Ukraynalı dansçı kızları bir haftalığına köylerine getirip erkeklerin düşüncelerini başka noktaya çekmeye çalışmaları bile hep bu sebepten.  Kendinden vazgeçmek değil tabii ki bu hele ki kadınları küçümsemek, cinsel obje olarak sunmak hiç değil, aksine kadın zekasını vurgulayan, barış için her şeyi yapabilecek kadınların çözümü en köşelerde bile arayabileceğini kanıtlayan bir plan. Ancak yaptıkları her plan belirli bir noktada kilitleniyor, din tartışmasından daha öncelikli bir hale gelemiyor, her şey unutuluyor ve artık önlenemez durumlar ortaya çıkmaya başlıyor. Camiden ayakkabıların çalınması, kilisedeki şarap kadehlerine tavuk kanı koyulması gibi savaş yanlılarının yaptığı sabotajları izliyoruz. Bunlardan birisinde hıncını sakat bir çocuktan çıkaran bir adamın kininin ekrandan çıkıp yüzümüze vurmasını izlerken küçük çocuğun annesi geliyor ve çocuğu oradan uzaklaştırıyor. Bir anne olarak duruma ne kadar içerlese de daha fazla kan görmemek için sarf ettiği bir cümle ise akıllardan hiç silinmeyecek kadar derine kazınıyor.

“Sakın babana söyleme olanları o da karşılık vermek ister, savaş çıkar, sakın!”

Film sayesinde kendimizi sorguluyoruz: Benim için hangisi daha önemli; inancım mı, hayatım mı? Soruyu ikiye ayırıp şu hale de getirebiliriz: İnancım için hayatımdan vazgeçer miyim? Peki, hayatta kalmak için inancımı feda edebilir miyim? Ama başka bir soru daha var: İnancımdan, başka birilerinin hayatı için vazgeçebilir miyim? Evetse, kimin hayatı için? Hayır ise cevap, başkalarının ölmesine ne kadar dayanabilirim? Kaç ölüm gerekir pes etmem için?