https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Gotik kavramı birçok sanat dalında kullanılmıştır. Mimaride, resimde, müzikte ve edebiyatta söz konusu kavram belirli özellikler çerçevesinde kullanılarak bir tür yaratılmıştır. İlk olarak mimari de kullanılan gotik kavramı zamanla kapsamını genişletmiştir. Bu kavramın edebiyata ulaşması 18. yüzyıla denk gelmektedir. Daha doğrusu 12. yüzyılda kendini gösteren bu akıma sonradan Rönesans sanatçılarının verdiği, biraz da küçümseme içeren bir ad. Bu küçümsemenin dayandığı temel, Gotik dönemde Antik Çağ’a ait kavramların bilinmiyor olması. Üslubun konumu da, Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açan ve bir Germen ırkı olan barbar Gotlara dayandırılmış.
Ardına takılıveren ‘yazın’ sözcüğü ise bir çeşit anahtar niteliğinde. Kalemin sözcükler arasında yaptığı gezintilerde ve özlenen romantizmin doruklarında bile onun içerdiği anlamlar yine de öncelikli olarak mimari alanında gerçekleşmiş. Türün atası olan ilk roman Otranto Şatosu’nun (The Castle of Otranto, Sir Horace Walpole, 1765) baş kahramanı, Gotik tarzda inşa edilmiş taş bir şatodur. Otranto şatosu. Horace Walpole tarafından yazılan, gökten düşen dev miğfer, gaipten gelen ses, karanlık mahzenler, yıldırımlar, portreden fırlayan hayalet, zindanları içeren, günümüz korku edebiyatının bir çok klişesini bir araya getiren 1764 tarihli eserdir. ingiliz gotik edebiyatının başlangıcı kabul edilir. Sir Horace Walpole eski dönem gotik mimarisine hayrandır ve şatosunu dört mimara teslim ederek, gotik bir eser haline dönüştürülmesini ister. (castle of twickenham) bu karanlık ve kasvetli yapıda gördüğü ilk kâbustan yola çıkarak da kitabını yazar.
Gotik romanların ilk örnekleri arasında temelinde romans olan, yanı sıra korku ve dehşet öğeleri de barındıran eserler çoğunlukta. Korku öğeleri denince de Ortaçağ’ın ezici dini baskısının körüklediği şeytani güçler, öte dünyadan gelip bu dünyada yaşayanları etkileri altına alan hayaletler, ruhlar, cadılar ve büyücüler bir çırpıda sayılabilir. Kötü güçlerin etkisi altına giren insanlar toplum düzeninin izin vermediği her tür çılgınlığı ve aşırılığı yapıyorlar: Kendi kardeşleriyle yatıyorlar, ölümcül günahların hepsini işliyorlar. Sonuçta kötüler cezalarını buluyor; bazen dünyevî, bazen uhrevî bir güç tarafından hadleri bildiriliyor. Bu, temelde romantik ve eğlendirici ama aynı zamanda gizemli ve tahrik edici üslup, türün yazar ve okuyucuları arasında kadınların çok olmasının nedenini de açıklıyor.

Bu türün ilk örneklerinin İngiltere’de görülmesi bir rastlantı değil. Çünkü tüm İngiltere Gotik bir mekan olarak nitelendirilebilir. Hele hele, ısınmanın henüz kömürle yapıldığı yıllarda, sisli akşamlarıyla, Karın deşen Jack’in gezdiği korku verici dar sokaklarıyla, yoksul Doğu Londra ve taş şatoların, dar pencereli eski tuğla evlerin bulunduğu İngiliz kırsalları ile tümden Gotik bir alem bu büyük Kuzey adası. Bugün bile Victorya döneminin art arda sıralanmış küçük taş evleriyle, Londra başta olmak üzere, bu ada hâlâ Gotik bir merkez. Günümüzde geçen öykülerde de bu atmosferi bulmak olanaklı. Bunların yanı sıra yeni mekanlar da var elbette. Örneğin çağdaş İngiliz Korku yazarı Christopher Fowler’ın Daha Keskin Bıçaklar adlı kitabındaki öyküler, günümüz Londra’sında geçen yeni Gotik öyküler. 
Dönemin yapıtlarına göz atmayı sürdürmeden önce, her tür Gotik öyküde değişmeyen ve kaynağı İngiltere’de bol bol bulunan bazı ortak ‘histeryalar’ sayılmalı. Gizemli büyük şatolar, tuhaf ve ıssız dehlizler, yeraltı geçitleri, hayaletlerle dolu, kimselerin girmek istemediği odalar, işkence aletleri ve işkence odaları ilk akla gelenler. Engizisyon mahkemeleri ve işkenceleri, kurgu Gotik dünyasının bir kontrası mı acaba? Çünkü onlar gerçek ve Avrupa insanının bilinçaltında hâlâ varlığını sürdürmekte. Dekor böyle olunca içinde geçen öykünün kahramanlarının da ortak bazı karakter özellikleri olacak doğal olarak; kimi kahramanlar safçasına sonuna dek iyi, kimileri ise canavar mı canavar… Zaten bu ikinciler yapacakları kötülükleri planlarken her daim habis ruhlarla, şeytanlarla ilişki içindeler.

Gelelim bu Gotik keşmekeş içinde ünleri günümüze ulaşmış bazı yazarlara. Bu özel bir sınıflandırma olacak; ancak ayırımın en önemli ölçüsü, Gotik Korku Yazını’na bir yerde cinslerine özgü romantizmi başarıyla katmaları… Wolpole’ün hemen ardılı olan Ann Radcliffe, bir kadın. Udolpho’nun Esrarları (The Mysteries of Udolpho, 1764) ilk akla gelen yapıtlarından biri. Gotik’in altın çağının yazarları Radcliffe ve Walpole’ün eserleri, hem eleştirmenlerin hem de okuyucuların zevkine hitap ediyordu. Özellikle Radcliffe’in eserleri hem çok okundu hem de bolca taklit edildi; Radcliffe ise, çok okunan bir yazar olarak kalemiyle para kazanma ayrıcalığına sahip olmuştu. Elbette bunda yazarın Gotik unsurları sosyal düzeni güçlendirmeye uygun dozda kullanması, hikayelerinin temelde ‘erdem ve sadakati güçlendirme’ gibi amaçlar mahiyetinde romantik metinler olması önemli bir etken.

Ününü tümüyle yarattığı kahramanına borçlu olan bir diğer ‘dehşet sever’ kadın yazar ise Mary Goodwin; yani daha sonraki soyadıyla Mary Shelley. Frankenstein adıyla anılması gelenek olan roman kahramanı, yazarından daha ünlü. Frankenstein aslında ‘yeni bir insan’ yaratmayı denemiş doktorun adı; ama genelde yarattığı canavarın adıymış gibi algılanıyor.

Bu yazarlarla gotik roman, romantizm, edebiyat-altı geleneksel halk masalları ve baladlarıyla beslenmiştir. 19. yüzyıl Amerikası’nda insanın sinirlerini planlı bir şekilde altüst eden bir usta ile zirvesine ulaşmıştır: Edgar Allan Poe. Bu bir rastlantı olmasa gerek; Poe, Klasik Gotik’in sıkı izleyicilerindendi kuşkusuz. Yarattığı grotesk, gizemli, korku ve dehşet yüklü Polisiye-Gerilim öyküleri; gerek konularını, gerekse atmosferdeki etkilenimlerini İngiliz Gotik yapıtlardan almışlardı. Özellikle esrarlı ve garip bir anlatımın hakim olduğu, ölümün çeşitli biçimlerde anlatıldığı bu öyküler, işte bu kaynaktan yola çıkarak ve bazen onları aşan özellikler de taşıyarak yeni kıtada Amerikan Klasik Gotik’ini yarattı. Usher Evinin Çöküşü öyküsünde, tıpkı Otranto Şatosu’nda olduğu gibi antik korku evi başkahramandır. Mimariyle yazın arasındaki bağlantı, tüm canlılığıyla burada da kurulmuştur. Amerikan Klasik Gotik yazarları içinde Poe dışında iki ünlüyü daha sayabiliriz: Charles Brockden Brown (1771-1810) ve Nathaniel Hawthorne (1804-1864).

Bu yapıtların geçtiği zaman, hiçbiri şimdiki zaman değildir; biraz ürpererek “bir zamanlar” denilen ortaçağ ya da ortaçağ sayılan bir zaman, en azından mekan olarak uzak bir dünyadır: fantastik doğu, pitoresk ispanya ya da İtalya. Bunlarda söz konusu edilen şeyler, tam da çağın insanlarının kafalarında aydınlanma ve mutlakiyet tarafından silinmiş şeylerdir: Batıl inançlar (Protestanlar için Katoliklik de bunlar arasına giriyordu), fanatizm, mucizeler, hayaletler, belirsizliğin egemen olduğu bir kamu ve genel haksızlıklar. Yapıtların kahramanları da, şövalyeler, keşişler ve eşkıyalar olurdu. Olayların geçtiği yerler ise hiçbir zaman (venedik gibi, güvensizliği ve ahlaki değerlerinin olmamasıyla ünlü olmadıkça) çağdaş kentler değil, genellikler ücra köşeler, yolu izi olmayan gelişmemiş yöre ve mekanlardır: karanlık ormanlar, dağ başları, ıssız yerlerdeki manastır ve şatolar. Yapıların özelliği, ışıksız odalar ve labirenti andıran koridorlarla, galeri ve merdivenlerle dolu olması ve bunların karanlıkta yitip gitmesi, sürgülü ya da duvar örülü kapıların, oda ve bölümlerin bulunması ve bunların eğer kilitli değillerse bile, oturanların yaklaşmaya korktukları yerler olmasıdır. Mekanların ortak yanı yetersiz ışıklandırmadır. Dar pencerelerden içeri çok az ışık girebilir. Kazara gökte ay görünse, koşuşturan bulutlar hemen onu gölgeler. Konuğa, ya şöminenin kıpırdayan alevleri ya da bir meşale, bir mum ya da kandil sunulur. Bunlar, duvarların aralıklarında ve köşelerinde pusu kurmuş olan karanlığa karşı hiçbir şey yapamaz.
Klasik Gotik’in kurgu dünyası içinde bir yerlerde duran ‘kutsal kavramlar’ günümüz dünyasında değişime uğrayınca neler oldu? Bugün artık bizzat insanın dehşet ve korkuyla izlediğimiz vahşetleri karşısında, Klasik Gotik canavarların herhangi bir inandırıcılığı kalmış mıdır? Bu yeni ‘torunlar’ yeni bir kavramı da sunuyor bizlere: Bugünün Korku-Gerilim okuru, insan-canavarın serüvenlerini izlemek gibi bir ayrıcalığa sahip artık.

Türkiye Yazını açısından salt bu türde yapıt veren yazarlar ne yazık ki yok denecek kadar az. Türün bazı özellikleri zaman zaman kullanılıyorsa da; değil yazınsal yapıtlara, çokça kullanılan Pulp örneklere bile rastlamak mümkün olmuyor. 

Ancak çok okunmuş, popüler bir Türk yazarını, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı işte tam bu noktada anımsamadan geçmek haksızlık olur. Onun yapıtlarının bu denli yaygın okunmasının birçok nedenini sayabiliriz; özellikle gündemi tutmaktaki yeteneği, hayranlık uyandıracak nitelikte. Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç (1912) iyi bir örnek. Ancak burada değinilecek yapıt, Mezarından Kalkan Şehit (1929). Hüseyin Rahmi’nin burada yarattığı Gotik atmosferin Batılı benzerlerinden pek aşağı kalır bir yanı yok. Başrolde yine gizemli bir ev var. Söylentilere göre perili bir köşk. İstanbul’un Soğanlık semti yakınlarında, panjurlu, ahşap bir yazlık köşk. Tavuklar, horozlar, sebze bostanları arasında tam bir nostaljik yaşam ve Doğu mimarisinin aksi İstanbul’a özgü mekanlarından biri. Öykünün konusu ve içinde yaşayanlar da dekoru tam anlamıyla tamamlıyor. Torunu, Osmanlı’nın bitmez tükenmez savaşlarından birinde şehit düşmüş büyükanne, ‘mübarek’ Cuma akşamları onun hayaletiyle buluşur köşkün bahçesindeki çardakta. Ev halkı, biraz erenlere karıştığına inanılan büyükhanımı bu kutsal konuğuyla baş başa bırakmaktadır. Öykü, eve şehidin kız kardeşinin kocası olarak içgüveyi giren kahramanın araştırmaları sonucu mantıklı bir finale kavuşur. Ancak okuyucuyu bazen korkutan bazen hüzünlendiren üslup, kitabın son sayfalarına kadar devam eder. Hüseyin Rahmi kaç tane Gotik kitap karıştırmıştır bilinmez ama bu roman, Türk Edebiyatı’nda ilk kez bu misyona soyunan yapıt olarak yazın tarihine geçmiştir. 

Mekan kavramına dönecek olursak, gotik dekorun asıl anlamı, çağdaş mimari beğenisinde görülen açık görülebilirlik ve ölçülebilirliği sağlayan, simetrik ve köşeli, aydınlık formlar ile karşılaştırıldığında ortaya çıkar. Korku romanlarında bu açıklık ve görülebilirlik en aza indirilmiştir. Mekanlar gölgelenip, bilinenler bilinmezliğe dönüştürülmüştür. Bu karşılaştırma dönemin bahçe mimarisi ile korku romanındaki doğal çevre arasında da yapılabilir.
Aydınlanmacılığın etkilediği Edebiyatı bir nevi kurtarma çabasıdır. Zira aydınlanma ya da bilimsellik olarak ortaya çıkan ve her tür sanat akımını da etkilemiş bu materlalist gelişim sonucu romanlar da durumdan nasibini almıştır, gözle görülmeyen ya da sıra dışı hiç bir şeyi yazmamaya başlamıştır. bu sebeple edebiyatçılar biraz “Edebiyat elden gidiyor”, biraz da “Bıktık somutluktan, ruhu da beslemek icap eder” nidalarıyla gotik roman dediğimiz, hayal gücünü, metafiziği, mistisizmi ve uçuk imajı barındıran akımı ortaya çıkarmış, iyi de olmuş. zira Edebiyat (ya da genel anlamıyla sanat) hayalden, fantaziden ve hayalürününden bağımsız olamaz. Aslında her devirde yazın, toplumsal gelişmeler ve hınzır diyebileceğimiz bir yapıya sahip yazarların doğrultusunda gitmekten başka bir şey yapamaz. Korku ve gerilim yazını da işte bu gelişmelerin ve kendini yaratan yazarların bilinmezlik, korku ve gerilim karşısındaki gözlemlerinin bir bileşkesi olmak durumunda. Ama yine de Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nden Iris Murdoch’ın Tek Boynuzlu At ve Melekler Zamanı’na, Goethe’nin Faust’una kadar sınırları genişletilebilen, romanstan korkuya çeşitlemeleri bulunan Gotik anlatımın temel formülü, 1797 tarihinde yazarı bilinmeyen şu sözlerin kaleme alındığı günlerden bu yana pek de değişmedi;

“Yarısı harabe haline gelmiş eski bir şato al,
Bazıları gizli, bir sürü kapısı olan uzun bir koridor.
Üç tane yeni ceset.
Sandık ve mengenelerde bir sürü iskelet…
Hepsini karıştır, bir kaplıcada yatağa girmeden önce üç cilt olarak alınacak şekilde.
Zeynep Eşin

KAYNAK:
Bronte, Emily. Uğultulu Tepeler 1975, Bronte, Charlotte. Jane Eyre, Altın Kalem, 1975, Scognamillo, Giovanni. Dehşetin Kapıları