https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
28 Haziran 1914’te bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip, Avusturya-Macaristan Prensi Franz Ferdinand ve eşini öldürdüğünde, Büyük Savaş adı da verilen, milyonlarca insanın ve hayvanın telef olmasına, hektarlarca arazinin heba olmasına, yüzlerce kentin coğrafi ve kültürel dokusuyla mahvolmasına yol açan Birinci Dünya Savaşı’na neden olacağını bilebilir miydi acaba? Başka bir deyişle kurşunları yağdırdığı tam o anda aklından tam olarak neler geçtiğini bilemeyiz tabii. Ama bildiğimiz bir şey var, söz konusu Birinci Dünya Savaşı kitlesel olarak katledebildiği insan varlığı bakımından yeryüzünün ilk büyük kıyımı oldu, kıyılmayanlarınsa ruhları onarılmaz acılara maruz kaldı. Bu acıların izleri hiç kaybolmadı. Hatta denebilir ki dünya toplumu açısından yaşam Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılabilir. Savaş, ya da kanımca hâlâ içinde debelendiğimiz, yeryüzünün doğal kaynaklarının ve insan emeğinin egemenlerce hunharca paylaşımının ilk aşaması olarak da görülebilecek Birinci Dünya Savaşı 1918’te sona erdiğinde, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Virginia Woolf’un Mrs Dalloway adlı yapıtıysa bu savaşın yapıp ettiklerine, özelde İngiliz toplumu, genelde, İngiltere gibi sınıfsal çizgilerin hep çok belirgin olduğu başka toplumlara yönelik olası uzantılarına, erkeklere ve kadınlara dair hüzünlü ama yaratıcı bir saptama. 
1925’te yayımlanan, Mrs Dalloway,Woolf’un “başka olguların yanı sıra savaşın toplumsal ve psikolojik etkilerini araştırdığı” üç romanın ikincisidir. Bu konudaki ilk romanJacob’un Odası (1922), üçüncüsüyse 1927 tarihli Deniz Feneri’dir (Bradshaw, 2009 [2000]: xi). Romana adını da veren, Clarissa Dalloway adında bir karakter Woolf’un ilk romanı olan The Voyage Out’ta (Enginler) (1915) karşımıza çıksa da romanın asıl çıkış noktasını 1922’de yazılan ve 1923’te yayımlanan ‘Bayan Dalloway Bond Caddesi’nde’ başlıklı, ‘Bayan Dalloway eldivenleri kendisinin satın alacağını söyledi.’ cümlesiyle başlayan bir öyküdür (Bradshaw, age. xlii). Hatta öykünün yayımlanmasından önce Woolf’un, 6 Ekim 1922’de Evde ya da Parti adlı bir kitap yazmayı tasarladığını da öğreniyoruz (Bradshaw, ay.). İlk kez 14 Mayıs 1925 tarihinde Londra’da yayımlanan Mrs Dalloway, Deniz Feneri’yle birlikte “bütün romanları arasında görüş birliğine varılarak en fazla övgüye değer bulunan ve 1920’lerde ‘karmaşık zerafeti ve deneysel tekniğiyle bazı yorumcuları çaresiz bırakan’  bir roman olmuştur(Bradshaw, age. xliii). Gerçekten de karmaşık, yarım bırakılmış izlenimi veren cümleleri, daldan dala atlar edası, olay örgüsünde kopuklukmuş gibi görünen sıçramalarıyla Mrs Dalloway çok katmanlı, karmaşık ve farklı okumalara yönelik algısı açık ve esnek bir okur arayışında olan bir romandır ve aslında “yoğun bir organizasyona sahiptir” (Bradshaw, age. xxxiv). 
Romanda anlatılan olaylar “1923 Haziran’ının hayali ve çok sıcak bir Çarşamba gününde” geçmektedir (Bradshaw, age. xi). Romanın en çarpıcı yönlerinden biri görece kısa ve özlü yapısında kişilerinin içsel dünyalarını tüm çetrefilliğiyle, geçmişiyle ve şimdisiyle bir arada anlatabilmesi, bir başka deyişle, bireyin şimdiyi yaşama tutumunu, tam da yaşandığı karmaşıklıkta aktarabilmesidir. Freud’un “serbest çağrışım” olgusunun etkisiyle ve William James tarafından Psikolojinin İlkeleri (1890) adlı kitapta “içsel yaşantıların akışını nitelemek için” kullanılan, daha önce İngiliz yazar Laurence Stern’in Trinstram Shandy’de, Fransız romancı Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’de, yer yer Amerikalı yazar Henry James ve Rus yazar Dostoyevski’nin de kısmen başvurduğu, Virginia Woolf ve William Faulkner gibi yazarların İrlanda asıllı İngiliz yazar James Joyce’dan esinlenerek kullandıkları “bilinç akışı” diye adlandırılan bu yöntem (Cuddon, 1992 [1977]: 919-920) bu romanda uygulama alanı bulmaktadır. Bilinç akışı tekniği, yazarın, adeta anlatıcısız bir savruklukla kurguladığı, daha esnek ve denetimsiz görünümlü bir anlatı ortamı yaratmasına ve kişilerin dünyalarını, zamanı, öteki kişileri birçok bakış açısından aktarabilmesine olanak tanımaktadır. 
Roman, Bayan Dalloway’in yaşantıları, düşünceleri, hatıraları üzerinden, eşi Richard Dalloway’le olan iletişimsizliği, eşinin ona olan ilgisizliği, Dalloway’in evinde verdiği bir parti, evdeki konumunun eşinin ve romandaki diğer omzu kalabalık erkeklerin siyasi, sınıfsal duruşları ve kimliklerinin yanındaki ikincilliği çerçevesinde kadın sorununu ele alan feminist ve savaş karşıtı bir yapıt olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın öldürdüğü kadar öldüremediği erkeklere de ne yaptığının da kaydını tutmakta, aslında bir bakıma kadın sorunuyla erkek sorununu birbirine eklemlenmiş olarak tek bir romanda ele almaktadır. 
Gerçekten de Woolf’un romanı farklı erkeklikler, bu erkek kimliklerinin oluşumu, yaşayışı ve kendini meşrulaştırışı üzerine de düşünmemize olanak tanıyan zengin bir metindir. Dolayısıyla romandaki erkek kişiler üzerinden girişilebilecek bir tipoloji denemesi, farklı erkekliklerin inşası, erkek kimliklerinin oluşumundaki farklı ve benzer unsurların kavranması bakımından hiç de isabetsiz olmayacaktır. Bu tipolojinin bir örneğini sosyoloji alanında Osman Özarslan’ın Hovarda Âlemi: Taşrada Eğlence ve Erkeklik(2016) adlı yapıtında görebiliriz. 
Erkekliklerle ilgili, yukarıda andığımız, Özarslan’ın çalışması da dahil, özellikle 1990’lardan bu yana biriken geniş kuramsal literatür ve bilgi dağarcığı düşünüldüğünde (örn. bkz. Boratav, Fişek ve Ziya, 2017: 1-67), ilk karşımıza çıkan unsur erkeğin diğer erkekler, kadınlar, çocuklar ve doğa üzerinde geleneksel ataerkil toplumsal dinamiklere uygun olarak kurduğu ekonomik, sınıfsal, toplumsal, kültürel ve psikolojik egemenlik ve bu egemenliğin erkek kimliklerinin oluşumundaki rolü olmaktadır. Avustralyalı akademisyen R. W. Connell’ın Masculinities (Erkeklikler) (2001) [1995] başlıklı çalışmasında belirlediği üç ana eksen üzerinden bakacak olursak, erkekler bu egemenliği üretim, iktidar ve cinsel arzu unsurlarını kullanarak sağlamakta ve deneyimlemektedirler. Hatta, Connell, erkeğin cinsiyet rolünü, güçle ilişkisi bakımından yetersizliğini ve aksaklıklarını kabul eder (Connell ve Messerschmidt, 2005: 831) ve bir adım daha ileri giderek, kadın erkek eşitsizliğinin farkında olan, ailede ve toplumsal ilişkilerin diğer bağlamlarında kadınlarla kimi rol paylaşımlarına yönelen, görece daha az maço erkeklerin bile sahibi oldukları fiziksel, ekonomik ve toplumsal güç sayesinde sürdürdüğü ve meşrulaştırdığı egemen erkeklik kavramını ileri sürer. Egemen erkeklik öylesine kuşatıcı bir ideolojik yapıdır ki, erkekler adeta Pierre Bourdieu’nun Masculine Domination adlı çalışmasında kullandığı “anamnesis of the hidden constants” (gizil sabitliklerin yeniden hatırlanışı) kavramını (Bourdieu, 2001 [1998]: 54-80) haklı çıkarırcasına, kadınların toplumsal ve bireysel yaşamındaki tüm olumlu değişimlere karşın onların ikincil konumlarını pekiştirecek denli eril tahakkümlerini farklı düzlemlerde, farklı erkeklikler çerçevesindegerçekleştirebilmektedirler. Dolayısıyla, erkekler tarihin değişen seyri içinde biçimlenen bu üç odak üzerinden kimliklerini oluşturmuşlar ve kendilerine bir ideal erkeklik imgesi ve hatta ideolojisi kurgulamışlar, erkekliğin çoklu ve parçalı yapısını indirgemeye çalışmışlardır. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından bu yana, Sanayi Devrimi’nin de toplumsal ve ekonomik sonuçlarının bir uzantısı olarak, kadının tarih sahnesindeki kadim varlığını daha belirgin kılması, toplumsal hayata daha etkin bir biçimde katılması, erkeklere muhtaç olmaksızın ayakları üzerinde durabilmesi, bireysel, ekonomik ve cinsel bağımsızlığını dişleri ve tırnaklarıyla söke söke alması karşısında kendilerini tehdit altında hisseden erkekler bir tür erkeklik krizi yaşamışlardır. Aslında insanlık tarihinin bu krizin tarihi olduğu da söylenebilir çünkü erkeklik de kadınlık da elbette Sanayi Devrimi’nin sonuçlarıyla sınırlı değil. Bununla birlikte konum açısından bir çerçeve oluşturabilmek için belli kavramları belli bağlamlarla sınırlandırmak durumundayım. 
Söz konusu krizin tarihsel olduğu kadar çok kapsamlı ve çok yönlü bir kriz olduğunu da belirtmem gerekiyor. Krizin öncelikle yapısal nedenleri vardır. Başka bir deyişle, erkeklik sözcüğü kullanıldığı andan itibaren bir ideale gönderme yapmaktadır. Türk kültüründe de yansımasını bulan “has erkek”, “adam gibi adam”, “taş fırın erkeği” nitelemeleri aslında bu ideali söylemselleştirmektedir. Men and Masculinities(2004) başlıklı, kapsamlı çalışmada da belirtildiği gibi ideal erkek “tam anlamıyla özerktir – parasal, fiziksel ve özellikle de duygusal olarak. Tek başına ayakları üzerinde durabilmeli, kendisine ait olan her şeyi – mal, itibar ve aile – korumak için mücadele etmeli ve hatta kavga etmelidir. İncinebilirliğini/yaralanabilirliğini asla dışa vurmamalı ve kadınlıkla ilişkilendirilen kişilik özellikleri de dahil kadınsı olan her şeyden kaçınmalıdır.” (Kimmel ve Aronson, yay. hzl., 2004: 31) Başka bir deyişle erkekler ağlamaz, korkmaz, yorulmaz, yardım istemez, sahip olduklarını koruyup kollamaya her zaman hazır ve nazırdırlar. Kaslı gövdeleriyle sağlığın, gürbüzlüğün, adeta ölümsüzlüğün ve Tanrısallığın imgesidirler. İşte, krizin en önemli sebeplerinden biri bu yapısal sorundur çünkü böyle bir erkeklik ve bu erkekliğin iktidarı, Serpil Sancar’ın ifadesiyle imkânsızdır (Sancar, 2009). Erkek kendinden ve iktidarını meşrulaştırmak ve pekiştirmek için diğer erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan, hayvanlardan ve doğadan imkânsız olanı istemektedir. Bu imkânsızlık, öncelikle, tarihin seyri içinde çoğunlukla erkeklerin, üretilen malların, toprağın, insan gücünün, son çözümlemede ailenin (kadının diye de okunabilir) ve devletin (iktidarın diye de okunabilir) mülkiyeti (Engels, 1986 [1884]; Bebel, 2013) uğruna çıkardığı savaşlarda katledilen erkeklerin, kadınların, çocukların ve diğer canlıların cesetlerinden oluşan yığının yükselmesinden anlaşılmalıdır. Erkeğin iktidarı aslında olmayan, olamayan, korumayan, sevmeyen, öldürücü ve sağlıksız bir iktidardır. İdeal erkek olarak bize sunulansa ironik bir biçimde bu krizin hem sebebi hem de sonucudur. 
Krizin bir diğer nedeniyse daha çok ekonomiktir. Sanayi Devrimi’yle birlikte kadının çalışma yaşamına giderek daha fazla dahil olması, daha önceki dönemlerde kadının ailenin ekonomisindeki organik bağını koparmış, erkekliğin kurucu yasası, mülkiyetin babadan oğula geçmesini tesis eden ataerkil yasaya göre kadının asıl görev alanı olan, meleği olduğu evin dışına, diğer erkeklerin ve kadınların arasına sokmuştur. Kapitalist toplum yapısının zaten rekabetçi olan doğası erkeği kadınlar üzerinden diğer erkeklerle rekabete girmek zorunda bıraktığı gibi bir süre sonra kadınlarla da rekabet etmek zorunda bırakmıştır. Zamanla daha ucuz olduğu için tercih edilen kadın emeği erkeğin işsiz kalmasına sebep olmuştur. İşsiz kalan erkekse, ideal erkeklik ideolojisinin getirdiği koşullanma gereği erkek olarak misyonunu yerine getiremediği için kendini kadınlaşmış hissederek aşağılık duygusuna kapılmış ve krize girmiştir (Sancar, age.). Söz konusu krizin psikolojik nedeniyse kadın düşmanlığıdır. İdeal erkeklik ideolojisinin ve ekonomik gelişmelerin, savaşlarda yitirilen ya da sakat bırakılan erkek nüfusunun etkisiyle iktidarının geçersizliği ve kırılganlığıyla, ideal erkek imgesinin yüzeyselliği ve kurgusallığıyla yüzleşen erkek kadını tehdit olarak görecektir kaçınılmaz olarak. Gerçekten de kadın düşmanlığının erkek kimliğinin oluşumunda başat unsur olması bu bakımdan anlamlı ve açıklayıcıdır (Kimmell ve Aronson, age. 551-553). Hatta belirtmeliyiz ki kadın kimliğinin oluşumunda erkeklere ve erkeksi olana yönelik böylesine kurumsallaşmış bir erkek düşmanlığı yoktur (Kimmell ay.). Bu bağlamda, psikanalist Michael J. Diamond’un kullandığı “femifobi”(Diamond, 2006: 1115) kavramı kadın düşmanlığının erkek kimliğinin oluşumundaki rolüne daha fazla ışık tutmaktadır. Diamond’a göre anneyle bütünleşemeyen, “benliğin kadınsı olarak deneyimlenen kısmıyla” barışamayan erkek çocuk bu kısma yönelik “bilinçdışı bir nefret ve korku” geliştirmektedir. “Diğer bir deyişle, erkeğin “kadınsı” benliğini reddetmesi gelişimini eksiksiz tamamlamakta başarısızlığa işaret etmekte ve erkeğin ‘yaratıcılık/doğurganlık kapasitesini ve besleyicilik olanaklarını’ (Fast, 1984, 73) inkâr eden savunma konumundaki bir fallik örgütlenmede somutlaşmaktadır.” (Diamond, ay.) Dolayısıyla, bu şekilde erkek kimliği oluşumunun bir parçası olan kadın düşmanlığı, erkeklerden beklenen idealleri de biçimlendirir. Kanımca, O’Neil’in toplumsal cinsiyet rolü uyumsuzluğu (Kimmel ve Aronson, age.: 348-349) ve yine bu çalışmaya göre, Brannon’un (1976) belirlediği,“erkeklerin asla kadınsı olmamaları; erkeklerin büyük başarılar elde ederek saygınlık kazanmaya çabalamaları; asla zayıflık göstermemeleri; ve her zaman macera ve risk peşinde olmaları, hatta gerektiğinde şiddete de göğüs germeleri gerektiği yolundaki dört ana geleneksel erkeklik unsura,” (Kimmel ve Aronson, age.:353), Pleck’in toplumsal rol ve bu rollere uyulmadığında ya da bu rollerle ilgili beklentileri gerçekleştirememek konusunda  ortaya koyduğugerilimlerle ilgili olarak, aşağıda biraz daha ayrıntılandıracağımız, “ayrıksılık ”, “işlevsizlik” ve “travma” gerilimlerine ilişkin kategorizasyonunun (Kimmel ve Aronson, age.: 351-353) bu biçimlendirmeyle de ilgisi vardır. Nitekim,savaşan dünya toplumlarının içselleştirdiği üzere makbul erkeğin savaşçılığının, ölümden korkmamasının, ölümü hiçe saymasının, hatta, milliyeti, vatanı, kadını ve çocukları için ölümü göze alıp kahramanlığı gözüne kestirmesinin onun kimliğinin başat unsurlarından biri olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır (ayrıca bkz. Sünbüloğlu, (der.), 2013; Ayşe Gül Altınay, (der.), 2011 [2000]) Öte yandan, Pleck’in altını çizdiği, söz konusu toplumsal cinsiyet rollerine uyulmadığında ortaya çıkan gerilimlere, erkeğin ölüm ve şiddet karşısında sanıldığı kadar kahraman, yenilmez ve dayanıklı olmadığıyla yüzleşmesi ve bir kez daha krize girmesi dahildir. 
Yazının kapsamı çerçevesinde yalnızca bazı unsurlarına değinebildiğim, toplumsal cinsiyet alanının bu sorunlu macerasının ışığında, Osman Özarslan’ın kendi sosyolojik çalışmasında, erkeklerin ekonomik, sınıfsal, psikososyal ve kültürel olarak kendilerini toplumsal cinsiyet roller ve bu rollerin gerekleri bakımından egemen erkeklik alanında ve birbirleriyle giriştikleri statü rekabetinde çoklu konumlandırışına göre belirlediği paralı (Özarslan, age. 17), belalı (ay.) ve yakışıklı (ay.) tiplemelerinden hareketle, ben de Virginia Woolf’un romanındaki erkekleri üç ana kimlik tipolojisi altında değerlendirmeyi deniyorum. 
Mrs Dalloway’deki erkek karakterleri değerlendirirken ilk kullanmak istediğim tip adı efendidir. Efendi toplumsal cinsiyet rolleri açısından yukarıda andığımız erkeklik idealini, ataerkini, yeryüzünün mülkiyetini temsil etmektedir. Bu kategorideki erkek karakterler genellikle ekonomik olarak güçlüdürler. Toplumda yüksek bir konuma sahiptirler. Başka bir deyişle, efendi, siyaset, din, eğitim ve ekonomi gibi bireylerin ve toplumların kimlik oluşumlarını belirleyen ideolojik aygıtlar ve kurumlarla ilgili söz sahibidir, bir bakıma ideolojinin taşıyıcısıdır. Yargılar, sahip olur, satın alır, gidişatı belirler, egemen olur, denetler, sınıflandırır, kategorize eder, netleştirir, öğüt verir, tedavi eder, alay eder, eleştirir, savuşturur, emreder, iş yaptırır, direktif verir ve gerektiğinde savsaklar. Savsaklama lüksüne sahiptir. Hesap vermez, hesap sorar. Bu yarı Tanrısal bir konumdur aslında. Kadim ataerkinin uzantısıdır. Efendinin fiziksel özellikleri de kişisel egemenliklerini tamamlar niteliktedir. Çoğunlukla idealleştirilmiş erkek stereotiplerine göre uzun boylu, geniş omuzlu, kaslı ve yakışıklı, hiç olmadı bulundukları ortamda göz dolduran, kadınsı olandan alabildiğine uzak duran erkeklerdir. Romanda efendiyi temsil eden kişilerden en fazla öne plana çıkanlar, Mrs Dalloway’in kocası Richard Dalloway, çocukluk arkadaşı Hugh Whitebread, Sir William Bradshaw’dır. Bu kişileri gözlemledikçe, çok da mekanik olmamak kaydıyla, romanda egemen yapının kurucu unsuru olarak, sorunların egemen ideolojiye göre sergilenişinde işlevsel oldukları görülmektedir. Öte yandan roman bu tipin maruz kaldığı ya da içinde barındığı toplumsal ilişkileri ya da ilişkisizlikleri vurgulayarak, egemen erkekliği sorunsallaştırır. 
Romana adını veren Clarissa Dalloway’in eşi olan Richard Dallowaybir kadının kocası olma durumuna, siyasal bağlantıları sayesinde elinde tuttuğu güce, bu gücün temsil ettiği efendiliğine karşın, Pleck’in daha önce andığımız, geleneksel olarak belirlenmiş ideal erkekliğin gereklerini yerine getirmekteki başarısızlık hissini tanımlayan “işlevsizlik” (Kimmel ve Aronson, age.: 353) gerilimiyle ironik bir biçimde tutarlı, egemen erkekliğin ne kadar kırılgan ve sorumsuz bir yapısı olduğunu sergiler. Richard Dalloway çalışma yaşamıyla, hayranlık duyduğu ama pahalı armağanlarla bezemekten başka bir şey yapmadığı kızı Elizabeth; hayata karşı duyduğu ilgisizliğinin de beslediği, bir başka efendi olan Sir William Bradshaw’ın her türlü ruhsal sıkıntıya karşılık dinlenmeyi önermesiyle örtüşen şekerleme yapma, dinlenme isteği arasında salınmaktadır. Kent içinde, kendinden hoşnut, tebaası arasında yürüyen bir efendi sevinciyle yürüyüşü sırasında, savaşın yoksul ve kimsesiz bıraktığı, fahişelikyapan, parklarda başıboş uzanıp devinen kadınları ve çocukları gözlemler. İlk bakışta babacan, koruyup kollayıcı olan bu tavrın ardında tahakküme muhtaç ve aç, pedofiliye varan, korkuyla ve kadın düşmanlığıyla karışık, kaçamak, kaypak bir cinselliğin yattığını görürüz. Ne göç olayı, ne de yazması gereken mektuplar umurundadır. Parasal gücü sayesinde satın alabildiği değerli mücevherleri kızına ve eşine verir. Sürekli olarak onları dekore etmek ister. Bourdieu’nun erkeklerin ve kadınların mekân kullanımlarının farklılığıyla ilgili tespitini (Bourdieu, 2001 [1998]: 93) doğrularcasına, kadınlar onun dünyasının eviçi dekorasyon unsurları, parasal gücünün ispatlarıdırlar. Öte yandan Bayan Dalloway’in bu mücevherleri yeterince önemsememesi Richard’da sevimsiz duygular uyandırır, kadın cinsine yönelik karmaşık duygularını çetrefilleştirir, yetersizliğini pekiştirir. Bu yüzden, gözgöze geldiği ve hoşuna gittiği için gülümsemesine gülümsemeyle karşılık verdiği, çimlere uzanmış genç bir kadına doğru yürürken çiçekleri silah gibi tutar Richard Dalloway. Aynı Bay Dalloway’ın aynı yetersizlik duygusu nedeniyle diğer bir efendi olan Hugh Whitebread’la ve bir işbirlikçi olan Peter Walsh’le sorunlu ilişkisi vardır. Muhtemelen birincisi kadar yakışıklı ve iyi giyimli değildir, ikincisi kadar da serbest ve başına buyruk değildir. Bunları kıskanılacak özellikler olarak gördüğü izlenimi verir bu yüzden de bu iki erkekle vakit geçirmek istemez pek.  
Romanın diğer bir “işlevsiz” efendisiyse, yakışıklı ve iyi giyimli erkeği Huge Whitebread de Evelyn Whitebread’in kocasıdır. Whitebread yazı yazma yeteneğiyle, Richard Dalloway’e göre bir parça daha entelektüel bir kişiliktir. Siyasi gücü Dalloway kadar olmasa da gazeteye yazdığı yazılar, değerlendirmeleri toplumun belli katmanlarında ve kimi siyasi çevrelerde dikkat çekmektedir. Öte yandan Evelyn Whitebread’ın bir türlü iyileşememesi sembolik anlamda kocanın evlilik kurumu içinde sağaltıcı rolünü sekteye uğratmakta, otoritesini sarsmaktadır. Savaşın huzursuzluğu yalnızca ezikleri değil, efendileri ve onların eşlerini de yaralamıştır.
Öte yandan Hugh Whitebread yüzeysel biridir ama bu yüzeyselliğini, yer yer Richard Dalloway’inkini anımsatan, yer yer onunkiyle çekişen bir biçimde iyicilliği ve koruyup kollayıcı babacan ataerkilliğiyle örtbas etmeye çalışır. Oysa bu koruyup kollayıcılığın, mektuplarla, makalelerle toplumsal sorumluluk devşirme çabasının bir tür ulusal ve sınıfsal suçluluk duygusundan kaynaklandığını görürüz. Çocuklarını uluslarının bekası kisvesi altında, kendi statükolarının korunması uğruna savaşlara kurban veren üst sınıflar, ülkenin sokaklarını dolduran yoksulları, işsizleri, sakatları, kimsesizleri, zorunlu göçlerle İngiltere’ye gelen Ermenileri daha iyi bir yaşam kurmak vaadiyle Kanada’ya göndermek istemektedirler. Ne var ki bu onların vicdanını tazelemekten öteye gitmez. Bu vicdan tazeleme, romanın çarpıcı ironilerinden biridir çünkü bireysel düzlemde bir ezik olanSeptimus Smith’in egemen erkeklik idealinin, savaşlarda ulusun bekası uğruna kendi varlığını feda etmenin, Joane Nagel’in (Nagel, 1998) belirttiği anlamda egemen erkeklik bağlamında, ulusların kimlik oluşumun bir parçası olması anlamında, tüm kadınsı (aslında insansı) zaafları görmezden gelen bir tür çarpık erkekliğin kofluğunu belirgin kılarcasına savaşlarda ölenlere yönelik geliştirdiği, ölememekten, sözde egemenlerin gözünde ölü ya da diri kahraman olamamaktan (bu kahramanlık meselesine döneceğim) ve ne toplumuna ne de eşine, bir insan ve erkek olarak faydası kalmış bir sakat kişi olmaktan kaynaklanan suçluluk duygusu, Hugh Whitebread gibilerin suçluluk duygusuyla, vicdani bir mesele haline getirdikleri toplumsal sorumluluk projeleriyle eriştikleri hoşnutlukla çakışır, onu geçersiz kılar ya da gülünçleştirir. 
Romanın en çarpıcı “işlevsiz”efendilerinden biriyse Sir William Bradshaw’dur. Romanda parodisi yapıldığı haliyle döneminin, savaştan ruhsal ve fiziksel olarak hasarlı olarak dönen kimi gazilerin ruhsal sorunlarına çare bulduğunu zanneden bir sağlık otoritesi gibi görünmektedir. “Efendi” anlamına gelen “Sir” unvanı insan sağlığı üzerindeki sözde otoritesine aristokratik ve siyasal bir tını katmakta, söylemlerini bir bakıma yukarıda incelenen efendilerle birleştirmektedir. Septimus Warren Smith’in savaş travması sonrası yaşadığı stres bozukluğunun da etkisiyle sergilediği hezeyanlar, iç dünyasıyla dış dünyası arasındaki kopukluğu yansıtırcasına kullandığı girift dil karşısında Sir William Bradshaw’un orantı duygusu, dinlenme önerileri, hastayı toplumdan ve sevdiklerinden yalıtarak sağaltma çabası aslında çözümden çok çözümsüzlüğün bir manzarasını sunar bize. Başka bir deyişle, okur, onun şahsında efendinin, eziğin sergilediği semptomlar karşısındaki çaresizliğini ve geçersizliğini gözlemler. Efendinin savaşlarla yaratmaya kalktığı dünyanın artık ne sükuneti ne de orantısı kalmıştır. Ne var ki bunu ezikten duymak efendiyi uyarmaya yetmeyecektir ne yazık ki. Bununla birlikte, askerlerin savaşta yaşadıkları şarapnel şokuyla ilgili çıkarılacak bir yasayla ilgili görüşlerini Richard Dalloway’le paylaşan Sir William kuşkusuz durumun farkındadır ama bu farkındalık kof, tıpkı Hugh Whitebread’in yazıları gibi sözde kalan, samimiyetten ve hakikatten uzak bir farkındalıktır.
Romandaki ikinci tip ise işbirlikçidir. İşbirlikçilik efendiyle ezik arasında bir tür arafı tanımlamaktadır. Efendi egemenliği ve iktidarı; ezik marjinalleşmeyi ve ezilmeyi nitelerken, işbirlikçi bu tiplere ait olan erkeklerin bazı unsurlarını ödünç alır yerine göre kullanır, yerine göre terk eder. Kararsızdır. İşbirlikçi toplumun bazı normlarına uymayabilir, hatta onun bu normları reddedişi tam da bu normların kaynağı ve yaratıcısı olan ataerkil sisteme bir başkaldırı gibi de görülebilir. Ancak, herhangi bir kriz anında sıkıştıklarında, çelişkiye düştüklerinde, taraf tutmak zorunda olduklarında, bu erkekler genellikle meydan okuyageldikleri iktidar sahiplerine yanaşırlar. Kendileriyle, kişiliklerinin, geleneksel erkekliğe göre kadınsı olarak tanımlanabilecek sevecenlik, içtenlik, dayanışma, hoşsohbetlik gibi kimi unsurlarıyla barışık da olamadıklarından kendi güç ve birikimlerine güvenerek inisiyatif alamazlar. Yardımına muhtaç oldukları, onlarca desteklenirlerse kendilerini daha erkeksi hissedecekleri, daha güçlü ve daha itibarlı erkekler her zaman vardır.Toplumsal cinsiyet rolleri ve egemen erkeklik ideolojisini temsiliyet bakımından bazı açılardan efendiyle eğitim, bilgiye hakimiyet gibi bazı konularda yetki sahibi olmak gibi ortak yönlere sahiptir. Öte yandan iktidarla efendi kadar içli dışlı değildir. İşbirlikçi güç elde edebilmek için efendiye ihtiyaç duyar, ona yaltaklanır, bir bakıma onun yancısıdır. Ondan el alır. Onun kadar güçlü olmasa da fırsatını bulduğu zaman efendiden aldığı gücü sonuna kadar kullanır. Ama aslında birazdan açıklayacağımız üçüncü bir tip olan ezikle de ortak yanları vardır. Tıpkı ezik gibi, uymak durumunda olduğu toplumsal cinsiyet rolleriyle uyumsuzluk yaşar, efendinin gücüne muhtaç olsa da ve bu gücü kullansa da, tıpkı ezik gibi bu gücü, gücün gerektirdiği mücadele azmiyle sorunu vardır. Geleneksel egemen erkeklik ideali açısından kişiliğinde kadınsı olarak tanımlanabilen unsurlar barındırabilir. Tereddüt eder, heyecanlanır, duygularına yenik düşebilir, kafası karışabilir, tırsabilir, güçlük karşısında yılıp kaçabilir. Romanda işbirlikçiyi temsil eden kişiler arasında en öne çıkan kişiler Peter Walsh’la Dr. Holmes’tur. Bu kişilerin romandaki işlevi ise geminin su aldığının, efendilerin o kadar da etkili olmadığının habercisi olmalarıdır. Görülebileceği gibi işbirlikçinin duygu coğrafyası Pleck’in, erkeğin içselleştirilmiş erkeklik idealine uygun yaşayamaması sonucu yaşadığı “ayrıksılık” gerilimiyle (Kimmel ve Aronson, ay.) örtüşmektedir. 
Gerçekten de romandaki “ayrıksı”işbirlikçilerin ilki olan Peter Walsh yarı Tanrısal bir biçimde, çevresinde gözlemlediği insanlara yönelik ad koyucu, tanımlayıcı rolü, kentin içindeki gezintisi sırasında hoşuna giden kadınları takip etmesi, maceracılığı, yarı İngiliz yarı Hintli oluşu, kulüp adamı oluşu, uykucu, hayalci ve tek tabanca gezen bir seyyah oluşu, kıskançlığı, entelektüelliği, egosu, tutkuları, kadınların ilgisini çekmesi, kendince kadınların ilgisini çekme arzusu, evli bir kadın olan Daisy’yi kadının birlikte vakit geçirdiği Yüzbaşılar’a kaptıracağı korkusu (Bradshaw, age. xxii), asıl bu korkunun onu İngiltere’ye getirip bir an önce Daisy’yle evlenmek istemesi, erkekliğine duyduğu güvensizliği, en sıkıştığı anlarda oynayıp durduğu çakısı, Richard Dalloway’den İngiltere’nin Hindistan’da ne yaptığına ilişkin öğrenmek istedikleriyle romanın en karmaşık, en ilginç kişisidir. O bunların hepsidir ama aynı zamanda hiçbiridir de. Ne yapmak istediğiyle ilgili harekete geçemeyecek gibidir hep. Nevrotiktir. Sevdiği kadın olan, gençlik aşkı Clarissa’yı Richard Dalloway’e kaptırmıştır. Clarissa Dalloway, Richard’a Peter’ı tercih etmiştir çünkü. Hz. İsa’ya üç kez ihanet eden azizin Yunanca “taş” (!) anlamına gelen Petros’tan türeyen ismini taşıyan Peter, kralın adını taşıyan Richard’a yenilmiştir. Bu yenilgi bütün ömrü boyunca onun peşinden gelmiştir. Clarissa Dalloway’in Richard Dalloway’i kendisine tercih etmesini kadının zayıflığıyla örtbas etme çabası sonuç vermeyecektir. Şimdi bile yukarıda belirttiğimiz gibi Daisy’yle ilişkisinde dahi peşini bırakmaz. Bunlar yetmiyormuş gibi Peter aslında yaşlı, işsiz ve yalnızdır. Yaşlıdır ve bu yüzden Septimus’la karısı Lucrezia’nın yanından geçip giderken Septimus’taki, genç adamın karısıyla ilişkisindeki mesafeyi fark edemez. Aklı gençliğinde ve Hindistan deneyiminden sonra gördüğü tüm kadınlara aşık olmakta kalmıştır. İşsizdir ve bu yüzden Richard’la ve Hugh’la kendisine bir iş bulmalarını isteyecektir. Yalnızdır ve bu yüzden Clarissa Dalloway’in aslında hiç gitmek istemediği partisindedir. Görüldüğü gibi Peter Walsh yetenekleriyle yetersizlikleri arasındaki arafta bocalayan, ne efendi ne de ezik olan bir kişidir. Efendi olursa kişiliğinin ayrıksı, özgün yanlarına ihanet edecektir, ezik olmaksa çıkarına değildir. Efendi olacak parası yoktur, ezik olacaksa cesareti. 
Romanda öne çıkan bir diğer “ayrıksı”işbirlikçi ise Septimus Smith’le ilgilenen sağlık yetkililerinden biri olan Dr. Holmes’tur. Holmes, tıbbi bilgisi, Septimus Smith’in travmasına yaklaşımı açısından Sir William Bradshaw’un karikatürüdür sanki çünkü Septimus Smith’in neyi, nasıl yaşamış olabileceğiyle ilgili hiçbir fikri yoktur. Zaten David Bradshaw’ın da belirttiği gibi ne Sir William’ın ne de Dr. Holmes’un Septimus Smith’e bir faydası olmamıştır (Bradshaw, age.: xv). “Pencerenin ardındaki iri bir gövde siluetinden” ibaret olan Dr. Holmes romanın bir başka yakışıklısıdır. Septimus Smith’i her gün ziyaret eder, hoş bir insandır, rahattır, kendinden hoşnuttur. Bununla birlikte Semtimus’a olan ilgisi aslında eski kahramanın eşi Rezia’ya yönelik gibidir ve Septimus Smith bir ezik olarak, kıskançlık duygusunu romandaki diğer kategorilerdeki erkeklerle paylaşırken doktorun karısına yönelik ilgisinin de farkındadır. Oysa Septimus Smith kıskançlığını suçluluk duygusuyla harmanlar, bir tür öfkeye ve meydan okumaya dönüştürür. Oysa, Dr. Holmes öylesine kendiyle dolu biridir ki Septimus Smith’in iç dünyasında neler olduğundan bihaber, onun ilgisini dış dünyaya çekmek ister. Ona göre aslında Septimus Smith’in hiçbir sorunu yoktur. Hastalık erkeğin akıl yoluyla başa çıkması ve denetim alması gereken bir doğa unsurudur. Bu yüzden baş ağrılarını, uykusuzlukları, korkuları ve düşleri erkek aklının denetiminden kurtulmuş doğal ve belki de kadınsı unsurlar olarak elinin tersiyle iter. Evans’ın ölümüne bile ilgi göstermez. Bu bakımdan bir işbirlikçi olarak oranların adamı Sir William’la, yüzeyselliğin adamı Hugh Whitebread’le bir akrabalığı var gibidir. Nitekim, yine bir ziyareti sırasında, tam o merdivenlerden çıkarken Septimus’un intihar etmiş olmasını, ruhu yıpranmış ama algıları ve duyguları körelmemiş eski şair ve kahramanının suçluluk duygusunu, bu duyguyu Dallowayler’in, Bradshawlar’ın ve Whitebreadler’in dünyasına yönelik bir meydan okuma olarak görmekten aciz,“uygunsuzca” (Bradshaw, age. xv) korkaklık olarak niteler. Dr. Holmes’un bu niteliği kendi korkaklığını örtbas etme çabası kadar, intihar eden Septimus’u Lucrezia’nın önünde bir kez daha kadınlaştırarak aşağılama ihtiyacından kaynaklanır. 
Üçüncü tipse daha çok marjinalize edilen ve/veya ezilen, hatta kadınlaştırılan erkeği tanımlayan eziktir. Ezik Pleck’in gerilim kategorilerinden “travma” gerilimiyle (Kimmel ve Aronson, ay.) örtüşen bir kategoridir daha çok. “Toplumsal cinsiyet rolleri yaşayış biçimleri özellikle şiddetli, haşin olan erkekler bu gerilimi yaşamaktadırlar. Bizatihi geleneksel erkeklikle harmanlanan toplumsallaşma özünde travmatikken,” profesyonel atletlerden, savaş gazilerinden, çocuk tacizi kurbanlarından, farklı ten rengine ve cinsel yönelime sahip erkekler hayli hayli bu gerilimden mustariptirler (Kimmel ve Aronson, ay.) Ezik erkek egemenliğin beslediği ya da bu egemenliğin unsurlarından biri olan toplumsal cinsiyet rolleriyle uzlaşamamaktadır.Geleneksel egemen erkeklik dizgesine göre ezik hep kaybetmeye mahkûmdur. Kendisine dayatılan toplumsal rollerle, bu rollerin aslında karmaşıklaştırdığı ve yarattığı ideal erkek kimliğiyle barışık olmadığı gibi bu rollere yönelik uyumsuzluğuyla da başı hoş değildir. Bu uyumsuzlukla başa çıkmak bakımından işbirlikçikadar esnek ve çok yönlü değildir. Ezikler toplumdaki geleneksel erkeklik rollerini üstlenmezler ya da üstlenemezler. Ne var ki onların bu uyumsuzlukları ve sorumluluktan kaçışları toplumun değerlerine yönelik bir meydan okuyuş gibi de okunabilir. Başka bir deyişle, yukarıdaki diğer iki erkek tipinin kök aldığı egemen erkeklikler bakımından iktidarsızlarsa da (sözcüğün bütün siyasal ve cinsel anlamlarıyla da) onlar da uyumsuzlukları nedeniyle toplumsal cinsiyet rol uyuşmazlığından mustarip olabilirler, suçluluk duyabilirler ama bu ıstırabı ve suçluluk duygusunu bir başkaldırıya dönüştürebilirler. Bir bakıma, işbirlikçinin göze alamadığını ezik almaktadır. Bazı durumlarda, zihinsel sorunları, onları efendinin ve işbirlikçinin gözünde klinik olarak deli kategorisine sokar ve aslında savaşın ve toplumsal eşitsizliğin su yüzüne çıkardığı, efendinin de işbirlikçinin de mustarip olduğu kitlesel deliliği daha görünür kılar. Ezik efendiyle işbirlikçinin itiraf edemedikleri günahları ve çelişkileridir. Ezik efendice olmayan ve işbirliğine yanaşmayan bir çığlıktır. Aslında o da tüm erkekler gibi bir imkânsızın peşindedir ama diğerlerinden farklı olarak peşinde olduğunun imkânsız olduğunun farkındadır. Bilinç düzeyinde olmasa da bilinçdışı düzlemde, tıpkı “kolektif beklentiler” gibi bedene nakşolmuş, kalıcı nitelikteki eğilimlere (Bourdieu, age.: 61) yönelik, içsel bir farkındalıktır bu. Dolayısıyla, eziğin deliliği genellikle egemen erkeklik ideolojisinin akılcılığını sorgulamaktadır. 
Romandaki en belirgin “travmatik”ezik Septimus Warren Smith’tir. Eziklerin romandaki işlevleri ataerkinin iflasını, yapaylığını, yıpratıcılığını gün yüzüne çıkarmaktır. Asıl sorunun erkek egemen sistemin ta kendisi olduğu, insan sorunlarının çözümü diye önerilen stratejilerin yine aynı sistemin uzantıları olduğu için çözümsüzlükten başka bir şey üretmeyip zaten sorun yaratan sistemi tekrar tekrar beslediğini ezikler yaşadıkları krizle görünür kılarlar aslında. 
Sir William Bradshaw’la Dr. Holmes ne düşünürse düşünsün, Septimus Warren Smith aslında bir ezik değil, bir kahramandır ama geleneksel egemen erkeklik ilkelerine göre değil daha kişisel sebeplerle. Zaten onu ezik kategorisine sokan kahraman olmayışı değil bu kahramanlığı içselleştiremeyip, savaşın insan bedenini ve ruhunu nasıl incittiğini, yaraladığını ve tükettiğini; yeryüzü yaşamını anlamsızlaştırdığını göz ardı edememesidir. David Bradshaw’un da belirttiği gibi onlarca madalyasıyla (Bradshaw, age.: xv) Septimus Warren Smith savaşın en kanlı, en şiddetli, en tehlikeli anlarında bile cesaretle savaşmaktan kaçınmamış bir askerdir. Mesele bunu, egemen erkekliğin beslediği ve erkek kimliğinin önemli unsurlarından biri olan milletin bekası uğruna mı yapıp yapmadığıyla ilgilidir. Bence, aslında bir şair ve edebiyat adamı olan Septimus’u savaş meydanlarında ölümle cenk etmeye iten onun egemen erkekliğe, ailesinin yoksulluğuna ve cehaletine karşı başkaldırısıdır. Varolmaya çabaladığı toplumda şairliğinin ve edebiyata olan ilgisinin hiçbir etkisi yoktur. Yoksuldur, tutunmaya çabalıyordur, çok çalışkan, algıları güçlü ve duyarlı bir bireydir ama ait olduğu sınıf gereği yazdıklarının hiçbir hükmü yoktur. O bir efendi değildir. Efendi olmadığı içindir ki yazdıklarının bir hükmü yoktur. Görüldüğü gibi erkekler kendi aralarında da hiyerarşik yapılar oluştururlar. Yazın dünyası da bu yapılardan biridir aslında. Tıpkı askerlik gibi. Askerlikse hiyerarşik yapının erkek bedenini ve ruhunu savaş meydanlarında insan öldürmeye, mümkünse ölmemeye, ölünecekse de kahramanca ölmeye güdüleyen kimlik oluşturucu, tanzim edici bir yapıdır. Septimus’un kahramanlığının ironisi de burada yatmaktadır. Bu ezici yapının tüm araçlarıyla herkesten çok daha fazla hemhal olarak aslında şair ruhuna ve edebiyatçı kişiliğine son derece yabancılaşmıştır Septimus ve bu yabancılaşmanın bedelini travma sonrası stres bozukluğuyla ödemiştir. Onun ödediği bedel aslında egemen erkekliğin temsilcileri olan efendilerin görmezden geldiği, erkeğin yaralanabilirliği, kırılganlığıdır. Septimus Smith ve onun savaş meydanlarında bıraktığı ölüler ataerkinin, egemen erkekliğin iflasıdır. 
Septimus’un deliliğini de aynı bağlamda düşünmeliyiz kanımca. İnsan aklının kitlesel kıyımlara yol açacak denli akıl dışı kaldığı bir dünyada delirmemek mümkün müdür? Ya da soruyu başka türlü soralım, böyle bir dünyada akıllı kalmak tercih edilebilir mi? 
Efendilerin vatan mülkünün, namusunun, bekasının korunması; gerektiğinde yeni coğrafyaların, özgürlük ve refah uğruna ele geçirilmesi bağlamında erkeklik yaşantısının başat unsurlarından biri haline getirmeye çalıştığı savaşkanlık, korkusuzluk ve ölümsüzlük takıntısıyla bezenmiş bir yılmazlıkla şereflendirilmiş ama aslında yeryüzünün kaymağını yemek isteyen egemen güçlerin paylaşım yağmasından başka bir şey olmayan Büyük Savaş deneyimi yarı tanrısal erkeğe insanlığını hatırlatmaktadır. Septimus Warren Smith ise bir hatırlatıcıdır. Ölenlerle ölememenin suçluluğuyla ironik bir hatırlatıcılıktır onunkisi. En iyi kahraman ölmüş bir kahramandır çünkü heykelini daha azametli dikebilirsiniz. Nasılsa artık gerçeği aramızda değildir. Gerçeği olmayanın yalanı bol olur. Dolayısıyla Septimus’un deliliğinin ya da iç ve dış dünyasına ilişkin algılarını, doğaya, insana bakışını gündelik dilin (efendinin ve işbirlikçinin dilinin) yüzeyselliğinden arındıran farklı bir düzleme taşımasının delilik gibi görünmesinin içinde yaşanılan dünyanın anormalliğini, anlamsızlığını, yalancılığını ifşa çabası taşıdığını da belirtmeliyiz. Ayrıca onun sanıldığı kadar da bilinçsizce intiharı ettiğini düşünemeyiz. David Bradshaw’un da belirttiği gibi (Bradshaw, age.: xv-xvi) son derece bilinçli ve hesaplı bir seçimdir onun intiharı ve kendi ideolojisine uyumsuz olan her türlü bireysel varoluşu değersizleştiren, merhametsiz Sir William Bradshaw’un altınlarına altın katan empatiden yoksunluğunda (Bradshaw, age. xvi) kişileşen egemen erkekliğin son kalelerinden biri olan savaş kahramanlığının beyhudeliğini vurgular. 
Bu bağlamlar bakımından, pencereden atlayan Septimus Warren Smith demir çitlerin üstüne düşmemiştir yalnızca. O, Bayan Dalloway’in partisinin ortasına da bomba gibi düşmüştür. Partiye katılan hemen tüm bireylerin iğretiliklerini gün yüzüne çıkarmış, partinin her şeyin yolunda gittiğine dair yanılsama yaratan şen havasının yapmacıklığını sönümlendirmiştir. Septimus’un intiharının Bayan Dalloway’in bir kadın olarak durumuyla buluşması da intihar haberinden sonra Bayan Dalloway’in hislerinde ve gözlemlerinde savaşla ilgili imgelerin belirmesi de rastlantı değildir bu anlamda. Kadının giysisi alev alırken, bedeni yanarken, genç adamın çakıldığı zemin şimşek gibi kadının beyninde çakarken, paslı demir çitlerin uçları okura süngüleri hatırlatıyor olmalıdır. Dolasıyla, Septimus Smith’in aslında bir yazın adamı olarak savaş adamına dönüşmesinin beyhudeliğiyle aslında sevgi dolu bir insan olabilecekken sevgisiz, mükemmeliyetçi, kalabalıklar içinde yalnız ve bağımlı bir kadın olarak Bayan Dalloway’in herkesin memnun olacağı bir parti düzenlemek istemesinin beyhudeliği bu çok parçalı romanın anlatı düzleminde buluşur. Septimus’un suçluluk duygusu intiharıyla sona ererken, Clarissa Dalloway de korkularıyla bir kez daha yüzleşir. Septimus onun yapmak isteyip de yapmaya cesaret edemediği şeyi yapmış gibidir sanki, “korku yoktur artık güneşin sıcağından,” diye geçirir aklından ve tam da ölen genç adam gibi hisseder, bütün bu kof insanlar her şey yolundaymışçasına, kendilerinden hoşnut yaşamlarını sürdürüp giderlerken onun intihar etmesinden, her şeyi bir kenara bırakmasından ironik, kekre bir hoşnutluk duyar. Bu kekre hoşnutluk bu parçalanmış dünyanın Bayan Dalloway’e bir armağanıdır ve artık Septimus Smith’le aynı havayı solumamanın verdiği sevimsiz rahatlamanın da panzehiridir.
Sonuç olarak, görüldüğü gibi efendi, işbirlikçi ve ezik kategorilerine giren bütün bu erkek roman kişileri bir yandan Woolf’un bir kadın romancı olarak savaşın erkekler üzerindeki etkilerini anlamamızı sağlarken bir yandan da tüm erkekleri tek bir erkeklik idealine indirgemeye çalışan geleneksel erkeklik ideolojisinin ve egemen erkekliğin bir eleştirisine yol vermektedir. Terry Eagleton’un da Virginia Woolf’un biçemini ve toplumsal gerçekliğe yaklaşımını analiz ederken belirttiği gibi (Eagleton, 2005) Woolf bence erkeklerin diğer erkeklerle giriştikleri kişisel ve siyasal savaşların psikososyal gerçekliğini kendisinden önceki yazarların klasik gerçekçiliğine takılıp kalmadan yeni bir estetikle irdelemektedir. Başka bir deyişle, parçalı gerçeklikler parçalı anlatıları gerekli kılmaktadır. Parçalı anlatılar nasıl okurlar ister peki? Bu sorunun yanıtıysa sizde. 
 
Değinilen ve yararlanılan kaynaklar
 
Altınay, Ayşe Gül, (der.) Vatan Millet Kadınlar, İletişim Yayınları: İstanbul: 2011 [2000] (4. Baskı) 
Bebel, August, Kadın ve Sosyalizm, Türkçesi: Saliha Nazlı Kaya, Agora Kitaplığı: İstanbul: 2013
Boratav, H. B., Fişek, G. O., Ziya, H. E., Erkekliğin Türkiye Halleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları: İstanbul: 2017 (1. Baskı). 
Bourdieu, Pierre, Masculine Domination, (İngilizce’ye çeviren: Richard Nice), Polity, Cambridge: 2001 [1998]
Bradshaw, David, (Yay. Haz., Giriş ve Notlar), Mrs Dalloway, Oxford University Press: Oxford, New York, 2009 [1992, 2000] içinde. 
Connell, R. W., Masculinities, Polity: Cambridge, 2005 [1995] 2. Baskı
Connell, R. W., Messerschmidt, James W., Hegemonic Masculinity, Rethinking the Concept, Gender & Society, Cilt 19, Sayı: 6, Aralık 2005, 829-859.
Cuddon, J. A., The Penguin Dictionary of Literary Terms and Literary Theory, Penguin Books: Londra: 1992 [1977], 3. Baskı.
Diamond, Michael J., Masculinity Unraveled, www.drmichaeljdiamond.com/docs/MJD_2006_MasculinityUnraveled.pdf; JAPA 54/4
Eagleton, Terry, The English Novel, An Introduction, Blackwell Publishing, Victoria, Avustralya: 2005
Engels, F., The Origin of the Family, Private Property and the State, Penguin Classics, Londra: 1986
Kimmel, M. ve Aronson, A., (Yay. Haz.) Men and Masculinities, A Social, Cultural, and Historical Encyclopedia, 2 Cilt, ABC Clio Inc. Santa Barbara, California: 2004
Nagel, Joane, Masculinity and nationalism: gender and sexuality in the making of nations, Ethnic and Racial Studies Cilt 21 Sayı 2 Mart 1998, Routledge: 1998.
Özarslan, Osman, Hovarda Âlemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik, İletişim Yayınları: İstanbul: 2016 (2. Baskı) 
Sancar, Serpil, Erkeklik: İmkânsız İktidar, Metis Yayınları: İstanbul: 2009
Sünbüloğlu, Nurseli Yeşim, Erkek Millet Asker Millet, Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek(lik)ler, İletişim Yayınları: İstanbul (2013).
Woolf, Virginia, Mrs Dalloway, Oxford University Press: Oxford, New York: 2009 [2000].