https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
İpek ve Bakır başlıklı öykü toplamı, kitapta da belirtildiği üzere 1941 doğumlu Tomris Uyar’ın 1965-1970 yılları arasında yazdığı 17 öyküden oluşan bir ilk kitaptır (Uyar, 1982 [1971]: 99). Tomris Uyar, kendine özgü, ekonomik, yer yer kapalı, ayrıntıların anlatıyı usul usul ördüğü, çoğu kez öyküleri tekrar tekrar okumayı gerektiren biçemiyle bu kısacık öykü toplamında (benim elimdeki Ada Yayınları baskısı 102 sayfa) çocukluktan yaşlılığa, annelikten babalığa, sevgiden yoksun insan ilişkilerinden, para hırsı ve geçim derdinin öğüttüğü kentlere, doğa özleminden gösterişçiliğe, duygusal sömürüden maddi sömürüye kadar birçok konuya değinmiş. 

Kitaptaki ‘Kurban’ adlı öykünün yazıldığı 1970 tarihi, Türkiye’nin ithal ikamecilikle hemhal olduğu yılları hatırlatması açısından ilginç. Tüm dünyayı kasıp kavuran serbest piyasa ekonomisinin hoyrat etkisinden korunmak isteyen ekonomiler dışa daha az bağımlı, içe kapanık ekonomi modellerini tercih ederler. Ancak Türkiye bu ekonomik deneyimden alnının akıyla çıkamamıştır. Öykünün yazıldığı tarihten sadece bir yıl sonra 12 Mart 1971’de çağdaş Türkiye tarihinin ikinci askeri darbesi gerçekleştirilecek, Türkiye toplumunun bir türlü kurtulamadığı kadim zihniyetin bir parçası olan Devlet Baba ya da daha cinsiyetlendirilmiş haliyle vurgularsak, Baba Devlet bir kez daha kendi çocuklarını yiyecektir. Öykünün, kendi içine kapanmak zorunda kalan ülkenin, gelirin adil ve hakça paylaşımında sınıfta kalması sonucunda kendi kendini tüketmesine dair kehaneti çarpıcıdır. Kanımca öykü, kendi toplumcu gerçekçi anlatı evreni çerçevesinde bir tür içe kapanmayı, bu kapanmanın yarattığı sıkıntıları, çözümsüzlüğü, uyuşmazlıklarıve Baba Devlet’in kendi çocuklarını yemesini öyküdeki temel otorite figürü olan Hacı Baba’nın iktidarsızlığında, beceriksizliğinde, kızının, oğlunun, geliniyle damadının gerçek sıkıntısını anlamaktaki yetersizliğinde ve onun bunları örtbas etmek için sığındığı bencilliğinde ve oburluğunda aktarmaktadır. 
Hacı Baba’nın doymazlığı ve tadını beğendiği çorbadan bir kepçe daha istemesiyle (Uyar, age.: 79) açılan öykü, aynı Hacı Baba’nın yemekleri neredeyse silip süpürmesiyle, öykünün sonunda eve gelen oğlu İsmail’in zayıf yüzüne “alışkın,”(Uyar, age.: 83) dolayısıyla o zayıflığı görmezden gelen bakışları altında, onun bencilliğine ve körlüğüne inat aç biilaç tokluğu tercih eden İsmail’le Senem’in tok olduklarını belirten sözleriyle kapanır. 
Zamanında çok kazanmış ama anlaşıldığı kadarıyla kazandıklarını tüketmiş, kendi kızı Hatun’a ve damadı Osman Efendi’ye, oğlu İsmail’le gelini Senem’e pek bir şey bırakmamış olan ama bu arada da Hacı olmayı ihmal etmeyen, çulsuz ve de yüzsüz ataerki Hacı Baba durmaksızın yemek yiyen, yediklerini öğütüp doymayan, bu eylem dışında konuşulanlara kulak asmayan, kazara assa da anlamayan ya da belki de anlamazdan gelen bir şahıs olarak öykünün merkezinde görünüyor. Hacı Baba’nın yemek yerken sildiği bıyıkları dışında fazla betimlenmemiş olması da bu vargıyı güçlendirir nitelikte. Hacı Baba yalnızca, adı olmayan, hükümranlığını simgeleyen ‘hacı’ ve ‘baba’ sözcükleriyle anılan bir ağız. Anlatıcı ona ilişkin geri kalan ayrıntıları okurun tamamlamasını bekliyor sanki. Ya da bir tür omuzdaşlık tavrı bu, paylaşılan, ortak bir bilgiye duyulan bir güven. Kendisine sunulanı bencilce, arsızca tüketen ama paylaşmayan bu tipi kim tanımaz ki?
Oysa öyküdeki diğer kişiler daha ayrıntılı betimlenmişler ve kendi isimleriyle çağırılıyorlar. Başka bir deyişle unvanları olsa da onlar birer kişi, unvandan ibaret değiller çünkü iktidar sahibi olmasalar da durumlarının bilincindeler. Dolayısıyla, öykünün ideolojik alt metninde kişiliği oluşturan asıl unsur aslında iktidar değil, bilinçliliktir, diyebiliriz. 
İsmi türbe veya yatır isimlerini andıran ve artık geçmişte kalmış, maddi etkisini ve manevi anlamını yitirmiş olan ataerki bozuntusu Hacı Baba’nın gelini Senem (sanem olarak da yazılır, put veya tapınılacak kadar güzel kadın anlamına gelir), kızı Hatun (kadın, Hakan eşi),damadı Osman Efendi (Osman Osmanlı Devleti’nin resmi kurucusu ve isim babasının adıdır ama arkasından gelen Efendi bu ismi ironik bir biçimde küçültmekte, önemsizleştirmektedir; çoğunlukla, doğma büyüme kentlilerce bakkallar, apartman görevlileri, odacılar ve başka hizmetliler isimlerinin ardından üzeri örtük sınıfsal bir mesafe belirteci ve konumlandırma aracı olarak olarak bu nitelemeyle çağrılırlar), oğlu İsmail (bu isimse alabildiğine ironiktir çünkü İsmail İbranice Tanrı işitir anlamına gelse de İsmail’le Senem’in sefaletini – ara sıra onlara yardımda bulunan ve bunu ilk fırsatta vurgulayan Hatun’la Osman Efendi’den başka, ki yine de bir dayanışmadır bu da, – kimse işitmemektedir) kimi fiziksel özellikleri ve iç dünyalarıyla aktarılıyorlar. Bu kişiler, iç dünyası aktarılmayan, belki de, kasıtlı bir belirsizlikle yalnızca ima edilen Hacı Baba’nın çevresine çaresizce konuşlanıyorlar ve yemiyorlar, yiyemiyorlar. Senem, gelin olmanın verdiği eli çabuklukla lezzetli yemekleri Hacı Baba’ya yetiştirmeye çalışırken, Hatun’la Osman Efendi Hacı Baba’nın dikkatini yine çaresizce, maddi durumlarının güçlüğüne çekmeye çalışmaktadırlar. Çaresizdirler çünkü Hacı Baba duruma ilişkin tüm imaların düz ve yan anlamlarıyla üzerinden kaymakta, onları teğet geçmekte, kısaca durumun farkına varmamak, varamamak için elinden geleni yapmaktadır çünkü farkındalığı karnını doyurmayacaktır. Ayrıca ailenin babası olarak sorumluluk alması da gerekecektir. Belki de çocuklarına yeterli ve geçerli kaynak ve beceri bırakmak konusundaki beceriksizliğiyle de yüzleşmesi gerekecektir. Bunları açlığının aslında duygusal açlıktan kaynaklanmasından da anlıyoruz. Duygusal açlık, fiziksel doyma duygusundan çok lezzet almakla, takıntılı bir oral doyumla ilişkilidir ve çocuksu bir tutuma, bir tür gelişmemişliğe işaret etmektedir aslında. Dolayısıyla, Hacı Baba iktidarın çocuklaşmasıdır da. Çocuksa paylaşmayı sevmez, bencil ve sorumsuzdur. Paylaşımcılık, diğerkâmlık ve sorumluluk duygusu çocuğa öğretilen değerlerdir. Başka bir deyişle çocuk bu değerleri içine doğup maruz kaldığı toplumsal ilişkiler içinde başkalarından öğrenir. Oysa Hacı Baba öğrenmemiştir. Aslında bu durum onun Hacılığıyla da çelişkilidir sanki çünkü onu Hacılık unvanıyla taltif eden İslam dininin de babanın çocuklarının refahını, mutluluğunu ve huzurunu temin etmesini, paylaşımcılığı, bencillikten ve sorumsuzluktan uzak durmayı salih amellerden sayması beklenmektedir. Bu durumda Hacı Baba’nın öyküde geçtiği kadarıyla adı, geçersizliğini maddi olduğu kadar manevi düzlemde de yitirmiş gözükmektedir. 
Senem, Hatun, Osman Efendi ve İsmail’in Hacı Baba’nın çevresinde sıralanmaları yalnızca çaresizlikten değil tabii. Hac Baba’yı bu merkeze alma tavrı usul usul bir mücadele azmini de çağrıştırıyor olabilir öykünün ideolojik alt metninde. Zaten Hacı Baba’nın maddi olduğu kadar yukarıda belirttiğimiz manevi düzlemdeki geçersizliği bu azimde de kristalize oluyor. Kişilerin isimlerinin yukarıda verdiğimiz anlamları üzerinden gidecek olursak, adının anlamı put ya da tapınılacak kadar güzel kadın olan Senem aslında Tek Tanrılı dinlerin bir uzantısı olan Hacı Baba’nın tam karşısında yer alıyor. Tüm sevecenliğine, Hacı Baba’yı memnun etme gayretine karşılık adıyla sanıyla onu değilleyen bir duruşu da var. Kocası İsmail’in yiyemediği, karnını doyuramadığı bu kurtlar sofrasında aç kalmayı tercih edebilme, Hacı Baba’nın sofradaki doyumsuzluğunu ironik bir biçimde dürtebilme, tatsızlaştırma cesaretini gösterebiliyor. Pagan dönemin, inananlarının sunularını alan ama karşılığında bir tür plesebo etkisinden başka bir şey vermeyen putuyla Tek Tanrılı dinlerin cömert, paylaşımcı ve dayanışmacı olması gereken hacısı yer değiştirmiş gibidir. Başka bir deyişle Senem’in adının put anlamına gelmesinin ironikliği Hacı Baba’nın artık pagan dönemin putuna dönüşmüş olmasında, Senem’inse puta hizmet eder gibi sürekli olarak Hacı Baba’ya hizmet etmesinde ama karşılığında kof övgüler dışında herhangi bir maddi destek almamasında somutlaşmaktadır. Hacı Baba’nın kızı Hatun, kadın anlamındaki ismi sayesinde Hacı’nın öyküde göremediğimiz eşinden kalan boşluğu, bir tür dengeleyici sağduyuyu ve vicdanı simgeliyor. Aslında Hacı açısından Hatun köprüden önceki son çıkış. Hatun 1970’lerin ekonomik krizini dile getiren, kocası Osman Efendi’yi babasıyla konuşması için dürten bir sis çanı. Osman Efendi de eski saltanatlı günlerin sona erdiğinin, bir zamanlar devlet kurmuş insanların artık geçinemeyen, sıkıntı yaşayan ve acıkan ama doyamayan sıradan insanlar olarak aramızda olduklarının bir habercisi. Eşi Hatun’un dürtmesini, Hacı Baba’ya ulaştırıyor. Pek etkili değilmiş gibi ama yine de elinden geleni yapıyor. Nasılsa bir süre sonra böyle sofralar kurulamayacak. Hacı Baba’nın son akşam yemeği olabilir bu. Herkes farkında bunun Hacı Baba dışında. İşte, tam bu noktada İsmail geliyor eve. Aç, yorgun, işsiz. Hacı Baba’nın körlüğü had safhadayken, Tanrı işitir anlamına sahip İsmail’i, Tanrı, bu bağlamda Hacı Baba, görmediği gibi duymuyor da. Hacı Baba açısından pek umut yok gibi. Öte yandan, birbirleriyle dayanışan, birbirleri için aç kalmayı bile göze alan diğerleri için bir umut var sanki. Soru işaretinin geldiği yerde öykü bitiyor. Senem’in sofranın bütün letafetini değersizleştiren, Hacı Baba’nın oburluğunu, acımasızlığını çiğleştiren fedakârlığı yerini bir soruya bırakıyor: 
Öyküye başlığını veren kurban kimdir? Kurban bayramında kesilen kurban mıdır yoksa Hacı Baba’nın, hayatta maddi ve manevi tutunmalarını sağlayacak araçlardan ve imkânlardan yoksun bıraktığı ima edilen (iktidarsızlığı buradan geliyor) çocukları mıdır?
 
Değinilen kaynaklar
 
Uyar, Tomris, İpek ve Bakır, Ada Yayınları: İstanbul (1988) [Bilgi Yayınevi, 1971; Adam Yayıncılık, 1982].