https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

 “Lolita, hayatımı ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta.” Daha ilk cümlesinde okuyucuyu nasıl bir metafor okyanusunda yüzdüreceğinin sinyalini veriyor, Lolita’nın Rus asıllı Amerikalı yazarı Vladimir Nabokov. Son sözünü yazması bir ay, romanın kendisini yazması ise tam altı yılını alır usta yazarın. Tamamlandığında yayınevleri içeriğinden dolayı kitabı basmak istemez. İlk olarak Fransa’da basılan kitap ancak üç yıl sonra Amerika’da basılabilir. 

Kendi kendine yarattığı satranç problemlerinden bir kitap yazacak kadar iyi bir satranç oyuncusu olan, Stanford Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veren, kelebek bilimci olarak girdiği Harvard’da okutmanlık yapan Nabokov, Lolita ile ilgili yapılan eleştirilere hatta suçlamalara, ‘budalaca’ der ve ekler. ‘Kitabım son derece ahlaki bir romandır.’
“Kimi sevgili okuyucular da kendilerine bir şey öğretmediği için Lolita’yı anlamsız bulacaklardır. Ben ne didaktik edebiyat yazarıyım ne de bu türün okuyucusuyum. Benim için edebiyat eseri kabaca estetik mutluluk diyebileceğim şeyi sağladığı sürece var olur”. Demiştir Nabokov kitabın son sözlerinde ve yapıtının herhangi bir şey öğretmek niyetinde olmadığını ifade etmiştir. Sanat eseri için, yaşattığı estetik mutluluğu ön plana çıkarmıştır. Ve ekler “Lolita’yı bir daha açıp okumadım ama bu kitabın var olduğun bilmemin, tıpkı bir evin çevresini sessizce kuşatan yaz günü gibi bir tatlı duygu olduğunu bilirim. Bilirim ki buğunun ardındaki gün içten içe parıltılıdır.”
 
Yazar, Lolita’nın olay örgüsünü kuran gizli noktalar dediği bir dizi sahneyi sayıyor. Romanı okurken mest olan bizler, romanı bitirdikten sonra dönüp dönüp bu sayfaları okumaya doyamıyoruz, yazarın estetik mutluluk dediği kavramın ne olduğunu anlamakla kalmıyor, edebiyatın sunduğu güzelliklerin mutluluğu ile adeta kendimizden geçiyoruz. Kitabın derinliklerine gömdüğü metaforlar ise gizli hazineler gibi, keşfettikçe kendimizi hiç olmadığımız bir uzamda ‘zengin’ hissetmemize neden oluyor.
“Yol kenarındaki kurumuş otların arasında küçük çekirgeler sıçrıyordu. Tüy gibi hafif bir bulut kollarını açmış, kendinden daha güvenilir gözükmeden gemi gibi süzülen ama daha ağır kanlı ikinci bir buluta doğru ilerliyordu. Bu dost uçuruma doğru ilerlerken, ayaklarımın dibindeki vadinin katları arasında yatan küçücük madenci kentinin duman gibi yükselen seslerinin ezgili uyumunu fark ettim.”

1962 yılında, Stanley Kubrick’in, 1997 yılında Adrina Lyne’in yönetmenliğinde beyaz perdeye uyarlanan Lolita romanında, tıpkı Nabokov gibi Avrupa kökenli entelektüel bir edebiyatçı olan Humbert Humbert on iki yaşındaki su periciği Dolores’e (Lolita) aşık olur. Hatta ona yakın olmak için Lolita’nın annesi olan Charlotte ile evlenmeye bile razı olur. Bir gün Charlotte, Humbert’ın kendisinden moruk cadı, aksi anadiye bahsettiği günlüklerini bulup okur, öfke ile kendisini evden dışarı atar. Şaşkın halde olan kadın yoldan geçmekte olan bir arabanın kendisine çarpması sonucu ölür. Humbert’ın hayalleri gerçek olmuştur. Artık sadece Lo ve kendisi vardır. İkisinin aylar sürecek araba yolculuğu böylece başlamış olur.

  Söz konusu yolculuk, sadece yaşadıkları şehirden dışarı değil, aynı zamanda yazarın kitap boyunca tarihsel referanslar da vererek ince ince eleştirdiği dönemin ve günümüzün ahlak anlayışından da uzaklaşmak gibidir. Öyle ki, bir süre sonra biz de sanki arabanın arka koltuğunda onlarla birlikte bu sıra dışı yolculuğun bir parçası olduğumuzu hissetmeye başlarız. Hiç gitmediğimiz yerlere götürür bizi Nabokov. Hiç sorgulamam dediğimiz şeyler için bile bilinçdışımıza bir ‘acaba’ çengeli atar. Ne var ki bu yolculuğun sonlarına doğru Humbert sevgili Lo’sunu kaybedecektir. Tüm yalvarmalarına rağmen onu geri kazanamaz. Burada Humbert’ın kendi kendi ile hesaplaşmalarını okumaya başlarız. Söz konusu kısımdaki anlatım yazarın, kendisinin de kabul ettiği sinestezik özelliklerini de kullanarak bir edebi şahesere dönüştüğü önceki sayfalara göre daha sadedir. Humbert  geçmişe yönelik sahnelerde, şehvetle gözü dönmüş orta yaşlı edebiyatçı olarak, on iki yaşında bir çocuğa neler yaptığını, onun hayatını nasıl mahfettiğini anlar ve okuyucu ile birlikte kendine de itiraf eder.
  “Bana, bu gün ki halime, kalbim sakalım ve bütün çürümüşlüğümle bana, Dolores Haze (Lolita) adlı Kuzey Amerikalı bir çocuk-kızın, manyağın biri tarafından çocukluğundan yoksun edilmesinin sonsuzluğun akışı içinde zırnık kadar önemli olmadığı kanıtlanmadıkça zavallılığıma ancak bir şeyin ilaç olacağına inanıyorum, ağzı kalabalık bir sanatın, nafile bir kocakarı merhemi etkisi.”
 ‘Edebiyat iki kürek kemiğimizin arasında hissettiğimiz bir ürpermedir’ diyen Vladimir Nabokov’un Lolita romanı Amerika’da yayınlandığı dönemde altı ay boyunca çok satanlar listesinde yer almıştır.

Fırat IŞIKGİL