https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Kobo Abe’nin Kumların Kadını kitabından öğrendiğime göre, Japonlar’da “Sai Nehri’nde taşları üst üste dizmek” diye bir deyim vardır. Japonya’da Sai Nehri’nin ölülerin diyarına aktığına inanılır. Ölen çocuklar bu nehrin kıyılarında küçük taşları üst üste koyarak kule yapmaya çalışırlar. Bu karanlık dünyanın zebanisi ise her seferinde elindeki demir sopayla bu kuleleri yıkar. Çocuklar ne kadar çabalasa da zebani gelip kuleleri devirdiği için, Sai Nehri’nde taşları üst üste dizmek deyimi “boşa çabalamak” anlamında kullanılır. Gökkuşağı

Evi’nde yaşamak zorunda kalan Viola’nın başına gelenler tam da buna uygun düşüyor. 
“O da öğle yemeğine davet edilecekti ve hiç değilse bir kez diğerleriyle eşit olacaktı.” 

Evde bütün faaliyetlerini bunun üzerine kuran tavşan dudaklı bir kız Viola. Yani fiziksel olarak diğerleriyle eşit değil. Bu kusuru aynı yetimhanede yaşadığı arkadaşları tarafından yüzüne vurulunca saldırganlaşan Viola’nın cezası, çamaşırhanede tek başına geçirilecek saatlerdir. Nadiren hastalanıp sık sık ceza alan Viola, o gün hasta olduğu için cezasını çamaşırhanede değil hasta yatağında çekecektir. Andrew Clements’in Kaybedenler Kulübü  kitabında ise cezalandırma; yanlış yerde ve zamanda kitap okuduğu için, öğrencilerin ifadesiyle elektrikli sandalyeye oturtularak, Bayan Vance’ın ofisine yollanan Alec ve bundan herkesin haberinin olduğu bir okul olarak karşımıza çıkar.
Cezalı olduğu zamanlarda resim defterine sığınan Viola, Rahibe Guistina’nın söylediklerinin aksine, hatasını düşünmek yerine hayal kurar. Bu hayallerde o bir prensestir ve çeşitli şekillerde hayal ettiği tam 99 şatosu vardır. Ama bu kez aklına bir şato gelmez ve yüzüncü şatoyu resim defterine çizemez. Çünkü Viola deve yalnızlığı yaşamaktadır adeta. Elias Canetti’nin Marakeş’te Sesler kitabında anlattığı gibi: “Deve yalnızlığı sevmez. Tek başına şuradan şuraya adım atmaz. Devesini kente getirmek isteyen, bir yerden deve bulup kendi devesinin yanına katmak zorundadır.”

Viola’nın yalnızlığını yaşadığı Gökkuşağı Evi’nden sonra güneş ışığı metaforunu kullanarak, kitabın sıra dışı kahramanlarından Küf ve Tobia’nın yaşadığı şatoya yumuşak bir geçiş yapar Nanetti. Bu şato, bir zamanlar Pommaroy kardeşlerin yaşadığı terk edilmiş bir evdir. Eskiye ait olayların ve bellek mekânlarının anlatımında Küf’ün devreye girmesi, metne ironik bir derinlik kazandırır.
Yetimhanede kalan çocukların “Hayaletli Ev” dedikleri bu mekâna güneş ışığının yanında Bella’nın köpeği Ursus,Viola ve Bella’nın evinde çalışan görevlinin kızı Melli’nin de yolu düşer. 
Bella hastalıklı aile ilişkileri yaşayan ve bunu köpeğine yansıtan bir çocuktur. Bu yüzden Ursus’a “Şişko” adını verir ve onun eğitiminde zaman zaman şiddete başvurur. Bella’nın şahsında, hayvan eğitimlerinin ve ebeveyn-çocuk ilişkilerinin kurmaca metin üzerinden sorgulandığını söyleyebiliriz. Melli ise Bella’nın yapışık ikizi gibidir. Bella ne derse onu yapar. Melli karakteri ile kendi fikirleri olmayan ve başkalarının güdümünde yaşayan insanlar altan alta eleştirilerek, çocuklara kendi olmanın lüksü sağlam bir seçenek olarak sunulur.
Belalı bir ağabey, cezaevinde bir baba ve temizlik işlerinde akşama kadar çalışıp, eve geldiğinde “Seni Hep Seveceğim” adlı pembe diziden kendini alamayan bir anne ile yapayalnız yetişen bir çocuk olan Viola’da kaçma isteği ilk kez beş yaşındayken uyanır. Rahibe Guistina’nın “içimize bakmak” dediği etkinlikten hastalığı nedeniyle muaf tutulan Viola, açılır kapanır köprüye benzeyen güneş ışınlarını görünce o gün de kaçma isteğiyle tutuşur. Çünkü Viola, masallardaki gibi onu kurtarmaya gelecek prensi bekleyen tutsak prenseslerden değildir. Eski su borularının geçtiği demir halkalara tutunarak bahçeye inen, bahçe duvarına tırmanıp Gökkuşağı Evi’nin yüksek duvarlarını aşabilen bir kızdır. Bu özellikleriyle Viola kendisine verilenlerle yetinmeyip mücadele eden güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkar ve okura “Sen de yapabilirsin.” mesajını verir. Onunla beraber biz de kabuğunu kırma gücünü içimizde hissederiz.
Güneş ışınları Hayaletli Ev’in üstüne inince, Viola’nın aklına bir türlü bulamadığı yüzüncü şatosunun bu ev olabileceği gelir. Yolda Bella ve Melli ile karşılaşır. Onlara, Bella’nın köpeğinin kaybolduğunu söyler ve kaybolan köpeği bulursa kendisini öğle yemeğine davet etmesini ister. Bella onu hırsızlıkla suçlayınca Viola sinirlenir ve iki kıza taş atar. Çok sinirlenen Viola, ağabeyinden öğrendiği gibi başkalarının önünde ağlamadığından kendini Hayaletli Ev’de bulur. 
Hayaletli Ev’de Nano ile Viola’nın yaşadıkları, ölen köpeği Elmas’a olan bağlılığı, evin hikâyesi ve okura benzersiz tatlar sunan satırlar, kitabın sonuna kadar heyecanı diri tutuyor.
Eserdeki betimlemeler okuru yaşadığı çevreyle bağ kurabilmeye, çevreyi daha alıcı gözlerle algılamaya yöneltiyor. 
“… İnsana hüzün veren bir ev… Sıvaları patlamış duvarlar, dişleri dökülmüş ağıza benzeyen pencereler, biri var biri yok kiremitler…” (s.15)
Anlatıcı, kitapta iki farklı fiil kipi kullanıyor; o anda olanları anlatırken geniş zaman, geriye dönüşlerde ise geçmiş zaman. Bu da hedeflenen okur kitlesinin yaşı göz önüne alındığında, metnin daha kolay anlaşılmasını sağlayan önemli bir püf noktası olarak karşımıza çıkıyor.
Kırlangıç olmayı isteyen yarasa Tobia’ya söyletilen “Böylece, öyle olmasak bile olmayı düşleyebiliriz ve düşlüyorsak da öyle oluyoruz değil mi?” ifadesi hayal kurmanın vazgeçilmez bir şey olduğunu göstermesi bakımından okuru hayal kurmaya davet ediyor.
Viola’nın ölen köpeği Elmas’ın portresini çizen Nano’yu heyecanına engel olamayarak ağabeyi Nicola’dan başka kimseyi öpmemeyle ilgili tüm kural ve alışkanlıklarını bir yana bırakıp öpmesi üzerine yaşlı Nano’nun gözünden yaşlar süzülür. Burada Nanoya söyletilenler Nanetti’nin gerontoloji açısından  ‘’Dedem Bir Kiraz Ağacı ‘’ eserinde de değindiği hassas noktalar, çocuklarla ihmal edilen yaşlıların kurmaları gereken ilişkilerin önemi noktasında çocuklara rehber olacak nitelikte.
Kitabın okuru çeken yönlerinden biri de baştan sona tekrarlanan “günışığı, kişilerin ruh durumlarının değişmesine bağlı olarak farklılaşan renkler, Küf’ün Tobia’ya sorduğu zor sorular, Nano’nun Küf’ü maymuna ve gergedana benzetmesi, Tobia’nın kırlangıç gibi uçmak istemesi” gibi leitmotiflerin kullanılması olmuş. Tekrarlanan bu tarz ifadeler masallarda olduğu gibi okurun ilgisini üzerinde tutmaya ve masalların büyülü dünyasını yaşatmaya yardımcı oluyor.
Bu kitapla öğreniyoruz ki; şatoların açılır kapanır köprüleri vardır ve prensesler şatodan çıkabilir, istedikleri zaman çıkıp, istedikleri zaman geri gelebilirler. Yeter ki güneş eksik olmasın.
Kitap kapağına bu büyülü atmosferi ustalıkla taşıyan Huban Korman’ın çizimi, Viola’nın naif ruhunu okura geçiriyor.