https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
Birden evden çıkarak sokağa fırladım. Birdenbire kurtulmalıydım çünkü her şeyden ve herkesten. “Her şey birdenbire oldu” diyordu çünkü Orhan Veli, o halde ben de kendimi birdenbire gerçekleştirmeliydim. Bugüne kadar belki de hiçbir plânı yolunda gitmeyen bir kişiyim ben. Neye hazırlandıysam adeta bir bomba gibi elimde patladı, sanki hayallerim evrenin prizine kalem sokuyordu da birden fırtınalar çarpıp vuruyordu hayallerime. Hayallerim ile yaptığım kısa toplantı sonrası ikna olmuş, artık olmayacak, gerçekleşmeyecek şeyleri zihnime getirmeyeceğine söz vermişti. Ben de sadece düşünüyordum. Olacakları ya da olmamışları değil, olmuşları düşünüyordum. Kelimeler kelimeleri takip ediyor, düşünüyordum sayfalarca. Marcel Proust’un “zaman algısının içerisinde” olduğu gibi, zamanın içinde bekledim öylece, zamandan habersiz. İşe gittim geldim, Türkçe derslerine girdim çıktım, bolca öğrencimin aklını karıştırdım, öyküler ve makaleler yazıp yayınlamamaktan dolayı artık kalemlerimin hepsini kırdım, çöpe attım. Defterlerimi ise yelpaze olarak kullandım ve çöpe attım. Sonra bir vakit daha düşündükten sonra, çıktım zihnimden. Evim benim zaman algımdı, orada saate bakmama bile gerek yoktu, her şey bir plâna göre işlerdi ve hayat da böyleydi. O da bir plâna göre işlerdi. Bu kez ben bozdum bu plânı, zihnimin ve huzurumun kalan kısmını ceplerime doldurarak sokağa fırladım. Yürürken kendimi bir su sayacına benzetiyordum nedense, kaçağı olan bir su sayacı… Çünkü kullandığımdan fazla yazıyordum. Bir taksimetre gibi adeta! Ancak kullanılmaya da muhtaçtım, yoksa ne işe yarardım ki?
Düşünmek artık zihnime ve bedenime yetmiyordu. Büyük bir şeyler hissetmek istiyordum aslında yahut Oğuz Atay’ın dediği gibi, “Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. “Tehlikeli Oyunlar” oynamak istiyor insan. Bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.” Daha sonra sokakta bir başıma ve soğukta olduğumu hissedip, bağırarak koşmaya başladım. Gece saat geç olduğundan balkona çıkan birkaç ev sahibi endişeli gözlerle bakarken, beyaz atletli, göbekli, göğsünde görmüş geçirmiş kılları olan dayının biri, “Hey saat kaç haberin var mı, Allahın delisi! Deli kaynıyor memleket, deli” diyerek balkonundan içeri girdi. Sahile gelmek üzereydim, burnuma deniz kokusu gelmeye başlamıştı bile. Ben ise koşmaya devam ediyordum. Bütün evlerin ışıkları kesik bir sokağa gelince nedense durdum. Hiç düşünmeden durdum. Az kalsın kendime sebebini soracaktım, sustum. Zihnimi bir balığın suda süzülüşü gibi bıraktım, bedenimi hissetmiyordum. Her ikisini de öyle bıraktım ki, bembeyaz yüzlü, küçük burunlu, kahverengi gözlü, siyah kaşlı bir kadının yüzüne bakar gibi bırakıverdim. Öper gibi bıraktım, pamuk prensesi uykusundan uyandırırcasına bıraktım. Böylece kaderimi sahiplenerek kalan hayatımda, masallar ve yaşanmamışlıklar yaratıldı hayatımda. Ben hiç dokunmadım. Çünkü öyledir, masalları siz yazamazsınız; siz oynarsınız, kader yazar. Her şeyi ve herkesi kontrol etmek mümkün değildir. Hayat karmaşıklığının içerisinde bir masal taneciği, “minimal öykü” olarak var oldum.