https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

I

Sevgiyi, somut bir koşula bağlı olmayan, tek taraflı bir duygusal bağlılık olarak anlamlandırıyorum. Bu nedenle sevginin öznesi kim olursa olsun — anne, baba, sevgili ya da bir kedi — onu ya da sevgisini denetlemenin doğru olmayacağı kanısındayım. Kaldı ki, sevgiyi denetlemek yalnızca doğru olmamakla kalmaz; aynı zamanda mümkün de değildir.
Çünkü sevgi, denetimin olduğu yerde ölür; özgürlüğün ve özgünlüğün nefesiyle yaşar.

Bu tanımdan yola çıkarak, sevgide denetime tutkun olan birey için yanlış bir algıdan söz edebilir miyiz? Denetime tutkun birey, sevgi duyduğu her şeyi — evet, her “şeyi” çünkü bu insanlar çoğu zaman sevdiklerinin canlılığını unuturlar — nesneleştirmeye eğilimlidir. Sevilenin tek hükümranı olmak isterler. Buna bağlı olarak, sevgiyi yanlış kavrayan kişi, yaşamı boyunca “kesinlik” peşinde koşar. Onun dünyasında bir şey ya siyahtır ya beyaz; gri olasılığı, varoluşun kendisine ihanet gibi görünür. Bir insan ya iyidir ya da kötüdür; oysa yaşam, iyilikle kötülüğün gölgelerinde gezinir. Belirsizlik, yaşamın en insani biçimidir; kesinlik ise ölümün sessiz düzenidir.

Bütün canlıların yaşamaya uygun doğruları ve kaçınılmaz yanlışları vardır. Önemli olan, bu ikisi arasındaki ağırlık dengesini kavrayabilmektir. Fakat denetim tutkunu insan, karşısındakini bir bütün olarak algılayamaz. Sevilenin, sevenin tüm hayatına uyum göstermesini ister; aksi halde onu sevilmeye layık görmez. Oysa yaşam, önceden bilinemeyen bir akıştır. Denetlenebilir kılınmak istendiği anda, yaşam ölüme dönüşür. Gerçek yaşamın kesin olan tek şeyi ölümdür; sevginin kesin olan tek biçimi ise özgürlüktür.

Bir canlıyı denetlemek, onun ne yapacağını önceden bilmek, tüm yaşam alanlarına sahip olmak demektir. Ama böyle yaptığınızda, o canlıyı size sevdiren özgün varoluşunu da öldürmüş olursunuz. Bu, yalnızca sevdiğinizi değil, kendi sevginizi de öldürmektir.
Sevginin nesneleşmesi hem sevilenin hem sevenin ölümüdür.

Bir insan, sevdiğini sahiplenerek değil, onu kendi özgürlüğünde seyredebilecek cesareti gösterdiğinde sever gerçekten.

Yaşamımdan bir kesit bu durumu çok güzel örnekliyor. Bir dönem birlikte olduğum kız arkadaşım, beni ne kadar sevdiğini şu cümleyle ifade etmişti:

“Onu o kadar çok seviyorum ki küçültüp cebimde taşımak istiyorum.”

Eğer sevmenin bir şans işi değil, öğrenilebilir bir eylem olduğuna inanıyorsanız, bu cümlenin tehlikesini hemen görürsünüz. Çünkü bu söz, sevilen kişiyi küçültme ve taşınabilir bir nesneye indirgeyebilme arzusunu içerir. Sevginin nesneleştirildiği yerde ise hem sevilen hem de sevenin benliği derin yaralar almaya başlar. Sevginin trajedisi, sahip olma arzusuyla başlar; özgürlüğü ise, bırakabilme gücünde filizlenir.

Sevgiyi doğru algılayabilmenin bir yolu da, emek ve üretimin coşkusunu hissedebilme yetisidir. Bu yetiye sahip insan, sahip olduğu şeyleri kaybetme korkusuyla hapsetmek yerine, onlarla birlikte yaratmayı seçer.

Gerçek sevgi, “birlikte üretme” ve “birlikte keşfetme” tutkusudur. Birini soyutlayıp sahiplenmek güdüsü yerine, onunla birlikte var olmayı seçmek… İşte sevginin büyülü gücü burada saklıdır. Çünkü kesinlik, yaşamı susturur; oysa sevgi, yaşamın özgünlüğü içinde nefes alır.

II

Gerçek sevgide birey narsizmini tanımış ve yenmiş olmalıdır. Çünkü yalnızca kendisiyle dolu bir zihin, bir başkasının varoluşunu bütünüyle kavrayamaz. Sevgi, iki ayrı varlığın birbirini bilincinde taşıdığı bir karşılaşmadır. Sevmek, iki benliğin birbirine karışması değil, iki bilincin birbirine saygı duyarak yan yana var olmasıdır.

Şimdi, sevgide özgürlük, sorumluluk, bilmek ve tutku gibi kavramların kesiştiği noktayı düşünelim. Popüler kültür, bu kavramları birbirine karıştırarak sevgiyi bir tür “romantik esaret”e dönüştürür. Oysa felsefi anlamda özgürlük, Spinoza’nın dediği gibi, “gerçekliğin farkında olmak” ve aklın rehberliğinde yaşamaktır. Tutkuların yönetiminde insan tutsaktır; aklın yönetimindeyse özgürdür.

Gerçek özgür insan hem seven hem üreten hem de bağımsız olandır. Özgürlük, istediğini yapmak değil, kendini bilerek eylemde bulunmaktır. Spinoza’nın “yeterli fikirler” dediği şey tam da budur: Kendi doğasının farkına varmak, ruhsal ve zihinsel potansiyelini en iyi biçimde gerçekleştirecek eylemleri seçebilmek.

Sevgi bu anlamda bir bilme eylemidir. Çünkü sevmek, yalnızca duygusal bir teslimiyet değil, aynı zamanda varlığın hakikatine yönelmiş bir farkındalıktır. Birini sevmek, onun ne olmasını istediğimizle değil, onun olduğu haliyle var olmasına izin vermekle ilgilidir.

Spinoza’nın deyişiyle:

“Tutkuların yönetimindeki insan tutsak gibidir; aklın yönetimindeyse özgür.”

Gerçekten özgür insan, özel bir seçimi yapan değil, kendi doğasına uygun olan seçimi görebilendir.
Yani özgürlük, “kötü olanı seçebilme hakkı” değil, “doğru olanı fark edebilme bilincidir.”
Bu bilincin merkezinde ise sevgi yer alır — çünkü sevgi, insanın hem kendisini hem ötekini tanıma sürecidir.

Sonuçta, sevgiyi kavramak yolunda özgürlük, bilmek ve sorumluluk iç içe geçer. Bilgi yoksa özgür bireyde yoktur. Bilgi ve özgür birey yoksa gerçek sevgiden bahsedemeyiz. Bu üç kavram doğru temelde birleştiğinde, insanın yaşamı kaostan ve bunalımdan arınır; çünkü sevgi, artık bir sahip olma eylemi değil, bir birlikte var olma sanatı haline gelir.

Bülent KİRAZ

Kaynaklar:

Eric From: Sevginin ve şiddetin kaynağı

Spinoza: Ahlak