
Yazı, insanın kendine en dürüst biçimde yaklaşabildiği birkaç yerden biridir. Kalemle kâğıt arasındaki o çıtırtı, insanın kendi kalbiyle temas ettiği andır. Yazar, cümlesini kurarken aslında kendi iç sesini dinler. Ama bir gün, o ses kendi yankısına âşık olursa, artık yazı biter. Çünkü o noktada yazar, insan olmaktan çıkar; “yazar” olmaya başlar. Bu da çoğu zaman bir sonun başlangıcıdır. Ego, yazarın içinde büyüyen sessiz bir gölge gibidir. Başta ilham sanılır, sonra kimlik olur. Her cümlenin ardına siner, her kelimenin köşesinde pusuya yatar. Oysa yazının özü, benliğin değil insanlığın sesidir.
Ego, insanda bir tür körlük yaratır. Kendini görmek isterken başkalarını unutturur. Kimi zaman tevazu kılığına bürünür, kimi zaman “özgüven” adı altında büyür. Bir yazar, kendi kelimelerine fazlaca hayran kalmaya başladığında artık yazmıyordur; kendi yansımasını cilalıyordur. Bu, çok tanıdık bir şeydir. Yayın dünyasında, cümlenin samimiyetinden çok yazarın duruşunun konuşulduğu, kitabın değil fotoğrafın paylaşıldığı, yazının değil vitrinin ön planda olduğu bir dönemdeyiz. Herkes bir şekilde görünmek istiyor. Ve görünürlük, edebiyattan daha önemli bir tür haline geldi.
Bir yazar, insan olmaktan uzaklaştığında cümlesinin içindeki merhameti de kaybeder. Oysa edebiyat, insanı anlamaya çalışma çabasıdır. Bir annenin sabrını, bir işçinin öfkesini, bir çocuğun korkusunu anlamadan yazılan hiçbir metin, insanla bağ kuramaz. Ego ise insanla bağ kurmayı değil, insanı etkilemeyi ister. Etkilemek, anlamaktan daha kolaydır çünkü. Ego, yazarı duyguların değil, beğenilme isteğinin hizmetine sokar. Cümleler birden sahneye çıkar; yazı bir gösteriye dönüşür. Oysa gösteri büyüdükçe insan küçülür.
Yayın dünyasının koridorlarında dolaşan o yumuşak sesli kibir, çoğu zaman zararsız görünür. “Ben sadece yazıyorum,” der bir yazar mesela; ama o cümledeki “ben”, bütün mürekkebi zehirler. Her şeyin merkezinde duran bir benlik, hiçbir şeyi tam göremez. Oysa yazı, merkezde durmak değil, kenardan bakabilme sanatıdır. Kenarda durabilen insan, insanı daha iyi görür. Ego ise kenarda kalmaya tahammül edemez. Hep en önde, en çok alkışın geldiği yerdedir. Fakat o alkışlar kesildiğinde bir sessizlik doğar. İşte o sessizlik, yazının gerçeğidir.
Ego, bir yazarın yalnızlığını da çürütür. Yalnızlık, yazının en bereketli alanıdır; ama ego o yalnızlığı, bir “büyüklük” hâline getirir. “Kimse beni anlamıyor,” diyen yazarın sesi aslında kederli değil, gururludur. Anlaşılmamayı, seçilmişlikle karıştırır. Oysa anlaşılmamak bazen sadece yanlış anlatmaktır. Ego bunu bilmez; anlamak istemez. Çünkü kendi içindeki mitolojiye inanmıştır artık: “Ben farklıyım.” Oysa herkes kadar sıradan, herkes kadar kırılgandır. Yazının gücü de tam buradadır: sıradanlığın içindeki hakikati gösterebilmek. Ama yazar, kendi özel oluşuna inandıkça o sıradanlıktan uzaklaşır ve metni eksilir.
Ego, sadece yazarın değil, bütün bir yayın dünyasının da gizli bağımlılığıdır. Editör masalarında, jüri listelerinde, teşekkür konuşmalarında, sosyal medya paylaşımlarında hep o ince, görünmez rekabetin izi vardır. Kim daha çok anılacak, kim daha çok konuşulacak, kim bir ödül daha alacak… Herkesin amacı aynı cümlede toplanır: “Ben de varım.” Ama o cümle, yazının değil, piyasanın cümlesidir. Ve piyasa, yazıya değil egoya yatırım yapar. Satış listelerinde, festival davetlerinde, arka kapaklarda dolaşan kibir, bazen öyle zarif bir dille süslenir ki kimse onun kibrin kendisi olduğunu fark etmez. “Benim için önemli olan yazının kendisi,” der bir yazar; oysa içten içe yazının değil, kendi adının konuşulmasını ister.
Gerçek tevazu sessizdir; gösterişe ihtiyaç duymaz. Ama bugünün yazarları için tevazu bile bir vitrin unsuru haline geldi. “Ben mütevazı biriyim,” demek bile başlı başına bir iddia artık. Sosyal medyada susmak bile bir tür görünme biçimine dönüştü. “Bakın, konuşmuyorum” diyerek konuşmak… Ego, kendini saklamayı bile bir gösteriye dönüştürebilecek kadar esnektir. Bu yüzden, ondan tamamen kurtulmak neredeyse imkânsız. Ama onu fark etmek, onu tanımak, belki de ilk adımdır. Çünkü ego, görünürlükle değil farkındalıkla küçülür.
Bir yazar için en zor şey, kendi cümlesini unutmaktır. Yazdığı bir satırın kime ait olduğunu bilmemek, hatta önemsememektir. Oysa çoğu yazar, her kelimenin kenarına görünmez bir imza atar. “Bu bana ait,” der. Ama yazı, sahip olunacak bir şey değildir. Yazı bir akıştır; biz sadece ona denk geliriz. Bir cümle, bir anda gelir ve gider. Ego ise o cümleyi tutsak eder. “Benim buluşum,” der. Oysa hiçbir kelime kimsenin değildir. Hepsi binlerce insanın duygusundan, acısından, sesinden süzülür gelir. Yazar sadece aracıdır. Ama bunu kabullenmek zordur; çünkü ego aracı değil, yaratıcı olmak ister.
Edebiyatın tarihi, aslında bir tür ego tarihi gibidir. Kiminin egosu onun sonunu getirmiştir, kimininki onu efsaneleştirmiştir. Fakat bütün büyük yazarların ortak bir noktası vardır: bir noktada kendi gölgesini küçültmeyi bilmişlerdir. Onları kalıcı kılan şey büyüklükleri değil, içtenlikleridir. Dostoyevski’yi, Camus’yü, Sait Faik’i hâlâ okumamızın nedeni, onların insanın kalbine dokunma cesaretidir. O kalbe dokunmak içinse önce kendi kalbini şeffaflaştırmak gerekir. Ego o şeffaflığı bulanıklaştırır.
Kimi yazarlar için ego, neredeyse bir savunma mekanizmasıdır. Dünyanın ilgisizliğine, eleştirilerin sertliğine, başarısızlığın acısına karşı bir zırh. Ama o zırh, zamanla içe işler. Korumak isterken boğar. Hiç kimsenin eleştirisine açık olmayan, kimsenin fikrine kulak vermeyen yazar tipi doğar. Bu tip yazarlar, kendi yankı odalarında yaşar. Her sözcüklerini büyük bir kehanet gibi görür, her cümlelerini “son söz” sanırlar. Oysa yazının doğası sonsuz bir diyalogdur. Hiçbir cümle son değildir; her biri bir diğerini çağırır. Ama ego, yazıyı konuşma olmaktan çıkarır, monoloğa çevirir. Ve monolog, sanatın en sığ biçimidir.
Bir yazarın kaleminde ego varsa, o kalem genellikle başkalarına değil, kendine yönelmiştir. Her satırda bir “ben” sızar. “Ben nasıl acı çektim, ben nasıl düşündüm, ben nasıl anladım…” Oysa okurun ilgisini çeken şey “ben” değil, “biz”dir. İnsan, bir yazarda kendini bulmak ister; yazarı değil. Ego, bu bağı koparır. Okuru dışarıda bırakır, metni bir duvar gibi örer. “Ben” kelimesi fazlalaştıkça, metin insansızlaşır.
Bütün bunların karşısında ise çok basit bir gerçek durur: yazmak, paylaşmaktır. Ego, paylaşımı zehirler. Kimi zaman kıskançlığa, kimi zaman küçümsemeye, kimi zaman da sahte bir tevazuya dönüşür. “Ben kimseyle yarışmıyorum” diyen yazarların bile gözlerinde o gizli yarışın ışıltısı vardır. Herkes bir şeyin kıyısında, kendini bir başkasına ölçer. Oysa sanatın en insani hâli, ölçüsüzlüktür. Kıyaslamak, sanatın ruhuna aykırıdır. Her metin kendi yalnızlığında değerlidir. Ama ego, başkalarının varlığını bir tehdit gibi algılar.
Yayın dünyasında bu duygunun en sık görüldüğü yer ödül törenleridir. Herkes birbirine gülümser, herkes birbirini tebrik eder, ama o tebessümlerin ardında ince bir huzursuzluk dolaşır. Çünkü edebiyatın merkezinde bile rekabet vardır. Bu rekabet, bazen görünür, bazen de zarifçe örtülür. Ama hep oradadır. Oysa ödül, bir yazarın değeriyle değil, zamanın modasıyla ilgilidir. Gerçek edebiyat, hiçbir madalyaya sığmaz. Ego ise o madalyayı kutsallaştırır.
İnsanı anlamak, egoyu susturmakla başlar. Yazarın kaleminden dökülen her kelime, aslında insan olma arzusunun bir parçasıdır. Ama bu arzuyu korumak zorlaşır. Her beğeni, her röportaj, her övgü, yazarın içine küçük bir gurur tohumu bırakır. Başta önemsiz gibi görünür ama zamanla o tohum kök salar. Ego, dışarıdan değil, içerden büyür. İnsan kendi içindeki gururu fark etmeden büyüttüğünde, o gurur bir süre sonra yazının yerine geçer. Ve bir sabah, kalemi eline aldığında artık içten gelen bir ses değil, dışarıdan gelen bir beklentiyle yazar.
Oysa iyi yazar, beklentisizdir. Yazmak, onun için gösteri değil ihtiyaçtır. İnsanın konuşamadığı yerde yazı başlar. Ego, o sessizliği bozar. “Acaba nasıl görünecek?” sorusunu fısıldar kulağa. Bu soru, yazının en büyük düşmanıdır. Çünkü yazı görünmek için değil, görmek için vardır. İnsan yazarken görünmez olmayı öğrenmelidir.
Ego, yazarın kaleminde bir süre parıltı yaratabilir. Ama o parıltı kısa ömürlüdür. Çünkü ego, kalıcı bir ışık değil, geçici bir alevdir. Gerçek edebiyat ise yavaş yanar. Büyük yazarlar, en çok içlerindeki egoyu yakmayı bilmiş kişilerdir. Kendini yakmadan insanı aydınlatmak mümkün değildir.
Bazen düşünüyorum: bir yazarı yazar yapan gerçekten yeteneği mi, yoksa kendi içindeki kibirle girdiği mücadele mi? Belki de ikisi birbirinden ayrılamaz. Ama fark, kim galip geliyor sorusunda gizli. Ego kazandığında insan kaybolur; insan kazandığında yazı derinleşir. Ve edebiyat, ancak insanın kazandığı yerden doğar.
Belki de bütün mesele şu basit cümlede özetlenebilir: önce insan ol, sonra yaz. Çünkü yazı insana hizmet ettiği sürece değerlidir. İnsan, yazının malzemesi değil, nedenidir. Ego, o nedeni unutturur. Kendini yazar sanan ama insana uzak düşen her kalem, kelimeyle değil, yankısıyla konuşur. Ama yankılar kısa sürer; ses ise kalır.
Gerçek yazarlar, ses olmayı seçenlerdir. Onlar için yazı, bir üstünlük alanı değil, bir dayanışma biçimidir. Kendilerini değil, başkalarını anlatırlar. Cümlelerinin içinde bir ben değil, bir biz vardır. O “biz”, ego’yu küçültür, insanı büyütür. Ve insan büyüdükçe, yazı sadeleşir. Çünkü sade olan kalır, gösterişli olan geçer.
Bugün birçok yazar, sadeliği yoksullukla, alçakgönüllülüğü zayıflıkla karıştırıyor. Oysa sadelik cesaret ister; kendini gizleyebilme cesareti. Ego ise tam tersine korkaktır. Sürekli görünmek ister, sürekli onay arar. Kalemini sessizliğe bırakacak kadar güvenemez kendine. Ama sessiz kalan kalem, en gürültülü gerçeği yazar.
Belki de yazarlığın en zor sınavı, “ben” kelimesini susturabilmektir. Yazar, kendini susturabildiği ölçüde insanlaşır. Çünkü insan, ancak kendi gürültüsünü aştığında başkasının sesini duyar. Yazı, o duyuşun ürünüdür. Ego ise o sesi bastırır.
Yazının geleceği, büyük isimlerde değil, küçük kalplerdedir. Çünkü kalbin ne kadar küçükse, o kadar çok insan sığar içine. Ego, kalbi büyütür ama içini boşaltır. Yazar, kalbini değil, içindekini büyütmelidir. Yazmak, aslında bir küçülme biçimidir. Kibirden, benlikten, parıltıdan arınma hâli.
Bir gün bütün ışıklar söndüğünde, herkes kendi cümlesiyle kalır. O cümlenin içi boşsa, ne alkış işe yarar ne unvan. Ama o cümle bir kalbe değmişse, o zaman yazar çoktan görünmez olmuştur. Çünkü insan olmayı başaran yazar, zaten sonsuza kadar kalır.