https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bazen eskiyi özlüyorum. Dünyanın daha saf ve romantik olduğu o çiçek çocuk zamanlarını. Sokakların ruhu vardı. Şimdi imbiklerden kaynağına çekilen cevher, o zamanlar kendi potansiyelini bilmez halde dolaşıyordu yeryüzünde. O anda, sonsuz bir sığınak olan şimdiye sarılıyorum. Gidecegimiz başka bir yer yok zaten.

Bu kaçışı olmayan yer huzur ve farkındalık dolu. Bunu geçmişte saf ve romantik olan o zamanda bulamazdık. Her şey kendi olabilecegi nokta ile sınırlı ve tüm noktalar birlikteyken, sınırsız sonsuz bir cevhere dönüşüyor. Neden diğer uca çok bakmıyorsun? Bu soruyu yanıtla diyor iç sesim. Nedeni açık; belirsiz bir zamanı sadece geçmişi sağaltıp aşarak değiştirebilirsiniz; geriye doğru bir iki adım atmadan oku geremezsiniz.

Ok kelime olarak bile ilerici, bu cümleyi kurarken, bir şey icat etmiş, insanlık adına faydalı bir şey bulmuş bir mucit gibi sevinçliyim. Şiir belki de tam olarak böyle bir şeydir diyor iç ses. Bu yüzden, şiirsel bir cümle, içimizde boğulmaya yüz tutmuş umudu kurtarıp ona nefes veriyor, Büyülü bir fener gibi görüşümüzü aydınlatıyor.

Son yıllarda yaşanan değişimleri, zorlu süreçleri evrenin kendi büyüme süreci olarak görmek yerinde olabilir. Kozmos bir kaos içinde dinginligini bulur pek çok döngüden geçerek. Fizik kanunları boşluğun olmadığını söylüyor. O yüzden her şey buluyor ya hedefini. İnsan bilemiyor, hakkının kendi evrenindeki yerini göremiyor çoğu zaman. Bunun için ayrıntılar içindeki şeytanın gözüne bakması gerek. Geriye doğru bir iki adım atarak biraz gerilip biraz esnemesi. Geçmişin tozlarını almak yeni günün vizyonunda kadrajı temiz kılıp ilham verecek. İşte bunu seviyorum; değişimi ve ilhamı. Bu hareketin bireysel sevince verdiği katkıdan başka bir işlevi daha var bilgi ve yetenek taşımak. Köprüdür insan kendine, insanlığa.

Sevgili Nietzsche bu dünyaya gelmesen, insan bu kadar fark edebilir miydi kendini? Sen cehenneme gidip bize cennetin kapılarını açan anahtarı verdin ki; bilen açtı bilmeyen aradı. Oldum olası bu dünyadan çoktan gitmiş şairleri, düşünürleri, ressamları mentor edinerek, bir dizeye bir renge, bir buluşa aşık olup bağlandım bütünlüklerine. Onlar olmadan öğretmensiz olurdum ki;  herbirimiz rehberlerimiz olmadan kayıp çocuklar olurduk. Yürürken -yürümek gibi iyi gelen bir eylemin tadını çıkardığım için mutluyum o an- bir kış bahçesine rastlıyorum, ışık tepeden vurup  bir koruyucu melek gibi sarıyor tüm iskeleyi. Eski köhne ve terk edilmiş bir kış bahçesi; bir kaç sandalye ve on dokuzuncu yüz yılın havasını taşıyan cam ve tahtadan kurulmuş pervaz. O kadar güzel ki resmini çekiyorum, bu yeterli değil sanki. Anlatman gerek bunu, diyorum kendime. Hüzün sadece güzel olan da bulunur. Çirkinliğin kaybedişi yoktur o bu duyguyu acımasızca  yok sayar çünkü. Hüzün bir kayıp anı, bir yas duygusudur geçip gidenin ardından. İşte hüzün orda, çırılçıplak vardır, bu garip kış bahçesinde.

O an Orhan Veli’de burada olsaydı dedim ve sonra gülümsedim hişşt hişşt diyen yapraklar ve Sait Faik’ in deniziyle. Ren geyiklerinin havada zikzaklar çizdiği, Noel Baba’nın Demre yakınlarında ya da dünyanın bilinmez bir yerinde masallar anlatıp, hayaller kurduran sevecenligi ile varolduğu ama eskisi gibi ortalıkta görünmediği bir şimdiydi o yürüdüğüm zaman.

Müzikte zaman önemli ve müziği duyan deliler biliyor zamansızlığı. Eski bir zamanı özlüyorum bazen. Sonra tüm zamanların bir hiçlik olduğu bilinci yankılanıyor içimde, tabiatın görkemli varoluşu ruhumu nemli tutarken. Müziği duyuyorum birden ve  olduğum yerde dansediyorum.

Günümüz insanı, ayrılmış bir paket gibi, kenarda köşede ve yalnızlaştırılmış. Münzevi lezzeti de barındıran hayat öyküm dünyanın son iki yılda hızla geçirdiği değişime önceden hazırlanmış besbelli. Krizler ve değişimler; dünyevi hayat tecritleri ve kendini dağ doruklarında bulma istegi. Bu yüzden yavaş ve emin adımlarla yürüyen bir kaplumbağa gibi, evimdeyim gittiğim her yerde. Kendimi bir yuva gibi var edebiliyor, varlığımı taşıyabiliyorum.

Dünyanın değişen çehresinde nasıl yürüyeceğiz diye düşünürken bir resim küratörüne rastlıyorum. Zarif bir buluşma dizayn etmiş, tüm kaygılardan uzak. Estetik dokunuşlar hazırlamış eski bir taş evin odasına. Hayata anlam katmak gitgide tuhaflaşırken, bilgisayar oyunu muyuz diye sordururken, bir  sanatseverin estetik değere olan ihtiyacını ve  inancını anlıyorum.

Sanat direngen bir manifestodur başlıbaşına. Yaratıcı ilke, salt oluşu ile. Tüm sanatlar duygulanım merkezinden destur alıp, evrensel dokusu olan hikâyeler anlatır. Bu anlayan anlatan ilişkisi ise hayat bağıdır ilk insandan bu yana bizi, bize aktaran. Hafızamın birdenbire çıkardığı yolculukla , anın tarifsiz hızında yıllar öncesine gidiyorum, Matrix’ i çocuklar ile izlediğim yatılı bölge okulunun yemek salonuna. Dağ başındaki ıssız bir köy okulu ve tabldotlarda yenen akşam yemeği sonrasına. Mutluyduk.  Gerçekti.

Gelecek ne kadar gelecek bilmiyorum. Bir köprü kurmak isteği içimde ne zaman kıpraşsa, çiçek çocukların şarkılarını duyup söylüyorum. Gelecekte bile simülasyon olmayacak şarkıları. Bazı şeyler hep kalacak. Büyü biter mi hiç!

Ne diyordu Kahin, “eğilen kaşık değil sensin.” Düşüncedeki güzel hareketlere, içelim. Bir yol biter bir yolculuk başlar. Ne diyordu bilge nehir, “ol sadece ol!” Ne diyor içimdeki ses, “çık yola ve unut her şeyi.” Adımların senden önce biliyor yolu.