https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Merhaba değerli okuyucularımız. Her ay bir yazarla röportaj köşemizde bu hafta “Aşkın Patolojisi” kitabı ile “Ekrem Aral Tuna” var. 

Kendi hâlinde bir okur olmanın yetmediği, anlatma arzusunun her şeye galebe çaldığı o an bir çeşit kırılma, bir tür çözülme aslında. Bundan sonrası, derdinizi hangi yolla aktarmak istediğinizle alakalı oluyor. Anlatacaklarınızın rengi, dokusu, duygusu sizi edebiyatın çeşitli türlerine buyur ediyor. Buradan hareketle, roman türünde yazmaya nasıl karar verdiğinizi, diğer deyişle, edebiyat serüveninizi merak ediyoruz.

Edebiyat serüveni ifadesi bile başlı başına benim için çok büyük bir ifade. Edebiyat serüvenine cüret etmek dersem bu soruyu yanıtlarken kendime iyilik yapmış olurum. Zira daha yolun çok başındayım. Kendimi bildim bileli hislerimi, düşüncelerimi konuşmaktan ziyade yazarak çok daha iyi ifade edebiliyorum. Kendi içimde sorgulamasını, neden-nasıl’ını hala sık sık yaptığım ama mücadelesinde yenilgiyi kabul ettiğim bir konu bu. Bazen tamam deyip, kabullenip, sahip çıkmak gerekiyor iyi-kötü ne varsa bütün özelliklerimize, izlerimize.. Yazmak bana hep bir konfor verdi çünkü kelimeler sadece yazarken beni sevdi. Benim bu konudaki hissiyatım sanırım bu şekilde özetlenebilir. Roman yazmak belli bir noktadan sonra ihtiyaca dönüştü. Çünkü kendimi yazarak çok daha iyi ifade edebildiğimi söylerken, bir yandan da çok ketum yaklaştım paylaşma fikrine. Ta ki, elzem bir ihtiyaca dönüşene kadar. Açıkçası roman değil de öykü ya da şiir de olabilirdi ama ben her yazarın bir eğilimi olduğuna ve kendisini o türde güvende hissettiğine inanırım. Roman bana olabildiğince sınır çizmedikçe, ben daha özgür hissetmeye başladım. Ve bu insanlara ulaşma, gerçek bir iletişim kurma ihtıyacı kendi başına bir motivasyona dönüşüverdi ve o bahsettiğim cüret etme eşiğini tecrübe etmiş oldum. Serüven daha yeni başlıyor. Cüret devamında özgüven getiriyor.:)

 

İlk kitabınız Aşkın Patolojisi’nin oluşum sürecinden bahseder misiniz? Kitapta okuru neler bekliyor?

Aşkın Patolojisi her şeyin başında bir tiyatro oyun fikriydi aslında. Yukarıdaki cüret etme aşamasına gelirken, paralelinde o da evrim geçirdi kendi içinde. Klinik psikolog olarak remisyondaki şizofreni hastalarıyla gönüllü drama çalışmaları yaptığım bir dönem vardı. Aslında tohumları o günlerden ekildi zihnime. Not defterime girilen tek bir cümlenin sonrasında yavaş yavaş iskeletine, şekline şemailine kavuştu Metin’in hikayesi. Aşkın Patolojisi okuru Metin’le tanıştıracak ve onun sayesinde kendinle hesaplaşmanın, her şeyden önce kendine dürüst kalabilmenin değerini, yas dediğimiz sürecin ne kadar katmanlı ve kitaplarda yazıldığının aksine matematiğinin ne kadar karmaşık, sahibine has olduğunu, gerçeklik dediğimiz şeyin o kadar da matah bir şey olmadığını sorgulayacağız. Bir hap gibi yutup sonrasında sindirecek okuyucu. Aşkın Patolojisi kendisine yalan söylemeyenlerin ödülü, söyleyenlerin de panzehiri olacak. Naçizane…

Yazarları eserlerindeki başkarakterlerle özdeşleştirmeye meylederiz hep. Aşkın Patolojisi’nin Metin’i için de bunu düşünecek olursak ne söylerdiniz?

Evet, öyle bir eğilim çok anlaşılabilir bir şey. Yazar dünya görüşü ve duygu durum olarak elbette ki kendinden bir şeyler serpiştirir karakterlerine. Muhakkak ben de yapmış olabilirim ama geneline bakacak olursak, Metin ile ciddi anlamda en ufak bir ortak noktamız yok. Her şeyden önce, hayatım boyunca hiçbir zaman Metin kadar sevemedim kimseyi…

İkincil gerçeklik dediğimiz şey gerçekten her zaman sağlıksız ya da yanlış olmak zorunda mı? Aşkın Patolojisi’ni okuduktan sonra insan kendi kendine “bu bir ihtiyaç olamaz mı cidden?” diye soruyor açıkçası.

Aşkın Patolojisi tam da bu soruyu sormak ve okuyan kişiyi kendi içinde bir sorgulamaya itmek istiyor zaten. Gerçeklik algısı çok enteresan bir konu. Sanrı ya da halüsinasyonlara sahip bir bireyin gözleriyle gördüğü şeye ben nasıl gerçek değil diyebilirim ki? Ya birey bizim ikincil gerçeklik dediğimiz gerçeğinde kendi iyi haline yaklaşabiliyorsa? Travmalarımıza, hayatımızın acı noktalarına ya da tecrübelerine diyelim, onları kabul edip yüzleşemedikten sonra nasıl katlanabiliriz? İşte bu sorgulama, sorunun getirdiği yeni sorular, Aşkın Patolojisi Metin karakteri ile birlikte bunların cevabını arıyor. Asla cevaplama derdinde de değil. Bazı soruların tek bir kati cevabı yoktur…

Karakter seçimlerinizden söz etmenizi istesem. Kurgusal metinler karakterler üzerine inşa ediliyor demek yanlış bir tanımlama olmayacak diye düşünüyorum. Sizin karakter seçimlerinizi neler etkiliyor? Konu mu karakteri şekillendirdi yoksa karakter mi konuyu oluşturdu?

Elbette ki yazarken bir çatıya ihtiyacınız var. Fakat hemen akabinde karakter o çatıya, o çatıyı tutan kolonlara tadilat yapıyor, dönüşüme ve gelişime götürüyor benim kendi sürecimde. Karakterleri monolog halinde konuşturmak benim için çok çalışan, işlevsel bir çalışma. Haliyle elbette ki bir ana fikir ya da duygu, birkaç cümle bile olsa konu diyebileceğimiz bir tema var karakterin başını soktuğu bir çatı olarak. Özellikle bu bahsettiğim monolog çalışmaları ile konu oluşmaya, ana hatlarına oturmaya başlıyor. Benim çalışma sürecimde, benim dünyamda ham madde her zaman karakter oldu. Edinilen dert ya da söylem karakteri bir araç olarak almaz, karakter onu bir enstrümana dönüştürür.

 

Edebiyatı, romanı bir zırh olarak gördüğünüz oluyor mu?

Genel olarak yazmayı bir zırh olarak görüyorum. Herkesin savunma mekanizmaları vardır hayatta. Yazmak da benim için böyle bir mekanizma tam olarak. Kendimi ifade edebildikçe güçleniyorum, güçlendikçe ayaklarım daha sağlam basıyor yere. Koruyor beni kelimelerim, karakterlerim.. Yazdığım monologlar nefes gibi benim için…

Peki, sizce iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu? Her yazarın etkilendiği, biçemini, anlatım tarzını, kullandığı yöntemleri benimsediği isimler vardır. Ve ben her yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de, her görüşten yazarı okuması, bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çeşitliliğin yazma serüveninde nasıl bir etkisi olur? Size yoldaşlık yapan yazarlar kimler oldu?

Aslına bakarsanız ben iyi bir okur olmakla iyi bir yazar olabilmek arasında çok kati bağlar olduğunu düşünmüyorum. Elbette ki yazar üslubuna, bakış açısına şeklini verirken farkında olarak ya da olmayarak o zamana kadar maruz kaldığı üsluplardan, dili kullanma şekillerinden, yani başka yazarlardan besleniyor. Bu aslında birçok sanat dalı için geçerli. Sinema bence edebiyattan sonra bu konu için en güzel ikinci örnek diyebiliriz. Kendi tarzını, sinemasını oluşturabilen yönetmenler için de bu bahsettiğim süreç geçerli. Ve yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de, her görüşten yazarı okuması gerektiği konusunda size kesinlikle katılıyorum. Neticede ne kadar çok çeşitliliğe maruz kalırsak, kendi özgün üslubumuzu o kadar başarılı oluştururuz. Kişisel gelişimden, klasik Amerikan edebiyatına, bilimkurgu romanlarından, anı ve deneme yazınlarına kadar şimdiye kadar ilgimi çekmesi şartıyla her telden okudum diyebilirim. Kimine göre çer çöp denilebilecek, gerçekten de kötü edebiyat örneği diyebileceğimiz bir sürü şey okudum. İyi okur olmaktan ne anladığımız çok önemli burada. Eğer kötü ya da başarısız bulduğumuz bir eserle karşılaştığımızda ondan ne alacağımızı bilir, farkında olursak bu sizi kendi yolunuzda güçlendirir elbet. Zihnimde bir kitap dehlizi var. Hiçbir zaman ne kadar seversem seveyim, hiçbir yazarı üslubundan ötürü kendime yoldaş bellemedim. Her biri zamanı geldiğinde dokunuyor kelimelerime. O yüzden spesifik olarak bir yoldaşlıktan bahsedemem.

Sanatta bir usta-çırak ilişkisinden söz edilir. Hatta bu ilişki bazen büyük bir dostluğa, yoldaşlığa dönüşebilir; tıpkı Nâzım Hikmet ve Orhan Kemal arasındaki paylaşım gibi. Kimi yazar içinse ustası, çağlar önce yaşamış bir kalem erbabıdır. Sait Faik’ten Leylâ Erbil’e, Haldun Taner’den Tomris Uyar’a öyküye katkı sunmuş her usta, bu tür için çok değerlidir kuşkusuz. Fakat pek doğaldır, bazı ustaların yeri, birçok farklı sebepten dolayı daha başkadır bizde. Bu anlamda, yazarlığınız açısından “usta” kabul ettiğiniz ve minnetle andığınız öykücüleri öğrenebilir miyiz? Bu ismin ya da isimlerin sizdeki kıymetini -birkaç cümleyle de olsa- ifade edebilir misiniz?

Evet, ilk kitabım öykü türünde değildi ama bir okur olarak öykünün bende çok özel bir yeri var. Öykü okumak benim için bambaşka bir haz noktası. O yüzden elbette ki benim için usta diyebileceğim isimler var. Açıkçası soruyu okuduğumda aklıma gelen ilk isimler Sevgi Soysal ve Selçuk Baran oldu. Şahsımca bu iki isim Türk Edebiyatı için ölçülemez bir değere sahip. Ne zaman üretmekte zorlansam Sevgi Soysal’ın öykülerinde kendime güvenli bir alan bulurum. Herkesin bu “zorlanmak”tan kastettiğim bir nevi tıkanma eşiği vardır. Ben kendimde bunu hissettiğimde bir süre uzaklaşırım kendi kelimelerimden ve sevdiğim metinleri tekrar okurum. Bu iki yazar benim için iyileşme, ders çıkarma, huzur bulma noktaları adeta.

Düşüncelerinizi, hislerinizi ya da hayallerinizi, hayalinizde kurguladığınız şeyleri bir başkasının okuması size nasıl hissettiriyor?

Bu hissiyata çok yeniyim. Paylaşma konusundaki ketumluğumu yeni kırıyorum ve dürüst olmak gerekirse henüz duygularımı tam olarak izah edemiyorum kendime. Muazzam bir heyecan olduğu kesin ve kesin olan bir şey daha var ki, kendimi uzun zaman sonra ilk defa çocuk şenliğindeymişim gibi hissediyorum. Evet, bir kaygı yarattığını söyleyebilirim, ama beraberindeki şey kesinlikle mutlulukla ilgili…

Hayatınızın bir haftasını bir roman kahramanı olarak geçirecek olsaydınız, kim olurdu?

Bir okur olarak bilimkurgu hayranı olduğumdan, belki de bu türde kimilerine göre klasik bir cevap vereceğim. GuyMontag, Fahrenheit 451