https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Albert Camus (1913–1960), 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden biri kabul edilen Fransız yazar, filozof ve gazetecidir. 1957 yılında, insan vicdanının karmaşık sorunlarını farklı bir anlayış ve açık yüreklilikle ele alan edebi eserleriyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür. Cezayir’de doğmuş, yaşamı boyunca hem Fransız hem de Kuzey Afrika kimliğini taşıyarak sömürgecilik, adalet, insan varoluşu ve özgürlük gibi konuları derinlemesine işlemiştir. Başlıca eserleri arasında Yabancı (1942), Sisifos Söyleni (1942), Veba (1947) ve Düşüş (1956) yer almaktadır.

Camus’nun 1942’de yayımlanan ve etkisi günümüze dek süren Yabancı romanı, sıkça varoluşçulukla ilişkilendirilse de esasen “abzurdizm” felsefesine yönelik bir eserdir. İnsan, doğası gereği anlam arayışında ısrar ederken, aşk, başarı, sanat, din, etik gibi yollarla yaşama bir yön, bir gerekçe arar. Ancak bu anlam arayışı evrenden bir yanıt alamaz; çünkü evren sessizdir. İnsanın yaşamına anlam yükleme çabasıyla, evrenin bu çabaya sessiz kalışı arasındaki çatışma, Camus’nun “absürd” (saçma) adını verdiği durumun temelidir.

Romanın unutulmaz ilk cümlesi, hem tonunu hem de kahramanının evrenle kurduğu tuhaf ve mesafeli ilişkiyi tek hamlede önümüze serer:

            “Bugün anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” (Sayfa 11)

Bu cümle, baş kahramanı Meursault’nun yalnızca toplumsal normlara değil, zamanın kendisine bile yabancı duruşunu gösterir. Duygusal bir tepkiden ziyade bildirim havasındaki bu ifade, hem karakterin iç dünyasını hem de romanın temel atmosferini kurar.

            Yabancı, yalnızca bir adamın suçunun ve yargılanmasının hikâyesi değil; aynı zamanda dünyanın anlamsızlığı karşısında gösterilen içsel direnişin ya da direnişsizlik gibi görünen kabulün de hikâyesidir. Meursault, toplumun “normal” duygu, düşünce ve davranış kalıplarına uymayan bir adamdır. Annesinin ölümüne üzülmez, sevgilisi Marie’ye “seni seviyorum” demez, hatta evlenme teklifini sıradan bir soru gibi karşılar. Marie ona “Beni seviyor musun?” diye sorduğunda, “Fark etmez, istersen evleniriz” diyecek kadar ilgisizdir.

Camus’nun anlatımında en dikkat çeken yönlerden biri, okura herhangi bir yönlendirme yapmadan olayları yalın hâliyle sunmasıdır. Meursault’nun duyarsızlığı doğrudan betimlenmez; sadece eylemleri aktarılır. Bu tercihle yazar, klasik anlatımın dışında kalarak duyguyu göstermek yerine, duygusuzluğu sezdirmeyi amaçlar. Böylece okuru, kendi anlamını bulmaya davet eder. Bu yaklaşımla varoluşun bireysel ve öznel yorumlanabilirliğini vurgular.

Yalın ve katıksız dil, romanın etkileyiciliğini artıran bir diğer unsurdur. Abartıdan uzak, sade bir anlatımla, düşünsel olarak yoğun bir tema büyük bir durulukla işlenir. Gereksiz hiçbir sıfat kullanılmaz; bu üslup, romanın soğuk ve anlamsız dünyasına birebir uyar. Camus’nun bilinçli bir şekilde bıraktığı sözcükler arası boşluklar, okura bir anlatıyı takip etmek yerine kendi yorumunu inşa etme ve eksik olanı sezgisel olarak tamamlama fırsatı sunar. Böylece Meursault’nun ait olamadığı, içten içe boşalan dünyasında okur da yalnız kalır.

“Bir Arap’ı öldürdüm dedim.” (Sayfa 68)

Bu cümleyi bu kadar sade yazmak, romanın havasına sadık kalmak adına doğrudur. Camus, cinayeti psikolojik bir gerilim ya da toplumsal bir çözümleme çerçevesine oturtmaz. Olayın kendisi bir nedensizlik üzerine kuruludur. Cinayet anında okura aktarılan, yalnızca kavurucu bir sıcak, gözleri kamaştıran güneş ışığı ve kahramanın alnından süzülen ter damlalarıdır. Yani tetiği çektiren sebep neredeyse metafizik bir rastlantıdır. Yargı sisteminin anlam arayışıyla sert bir tezat oluşturur. Adalet sisteminin aradığı şeyi; mantığı, daha da can acıtıcı hâle getirir.

Öte yandan, aynı cümle kimileri tarafından Camus’nun evrensel insanlık durumuna odaklanmak adına etnik kimlikleri geri plana ittiğini savunurken, kimileri bu sessizliğin bizzat sömürgeci bakış açısının bir yansıması olduğunu öne sürer. Meursault tarafından öldürülen Arap karakterin isminin hiç verilmemesi, onun birey olarak tanınmaması, sömürge sisteminin görünmezleştirme politikasını simgelediği belirtilir.

Zira Camus’nun politik görüşleri zaman zaman çelişkili bulunmuştur. Her ne kadar adalet, özgürlük ve insanlık onuru gibi kavramları savunsa da, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine mesafeli yaklaşımı, özellikle Cezayirli düşünürler tarafından eleştirilmiştir. Bu yönüyle romanın, Cezayir’deki Fransız yerleşimcilerin yerli halkla kurduğu mesafeli, ayrımcı ve baskın ilişkiyi de satır aralarında duyurduğu iddia edilir.

Roman, toplumsal yapının bireye karşı kurduğu yargı ve ceza mekanizmasına da ışık tutar. Meursault, bir cinayetin faili olmakla kalmayıp toplumun kabul gören duygu ve davranış kalıplarına uymadığı için cezalandırılan bir “yabancı”dır. Savcı, işlenen suçu, toplumsal kurallara uymamasıyla temellendirir:

“[…] annemin yaşını bilmediğimi, ertesi gün; hem de bir kadınla birlikte denize gidişimi […] ve hatta Marie’yle birlikte eve dönüşümü tek tek anlattı.” (Sayfa 91).

            Bu durum, mahkemenin maddi unsurlara bakmak yerine, failin “insanlık ölçütlerine” göre yargılandığını gösterir. Hukuk, adaletten saparak bir tür ahlak polisi gibi işler.

            Yabancı, okuyucuyu ahlaki bir yüzleşmeye de zorlar. Meursault’nun duygusuzluğu karşısında tiksinen okur, kendi içindeki “duygu”nun ne kadar sahici olduğunu sorgulamaya başlar. Herkesin duygusunu dışa vurması gerektiği fikrini yeniden düşünmeye çağırır. Belki de en saf duygular, kelimelere dökülmeyenlerdir.

Meursault’nun geçmiş ya da gelecek hakkında pek düşünmemesi, romanın şimdiki zaman duygusuna sıkışmasında belirgindir. Olaylar sanki “şimdi”de yaşanır, fakat bu anlar arasında duygusal bir devamlılık yoktur. Camus’nun kullandığı sade dil, zamanın donuk ve amaçsız akışını pekiştirir. Meursault, günübirlik yaşar; geçmiş onun için bir hatıra değil, sadece bir bilgilendirmedir. Bu teknik, karakterin varoluşla kurduğu ilgisizliği, zamanla bağı olmayan bir bilinç hâlini yansıtır.

Camus’nun “absürd” (saçma) kavramı, romanın hem arka planında hem de her cümlesinde hissedilir. Yazar saçmayı çözmek yerine onunla yaşamayı önerir. Tam da burada Sisifos Söyleni devreye girer: Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilmiştir ama tam doruğa ulaştığında kaya geri yuvarlanır. Camus, bu efsaneye başka bir pencereden bakar: Sisifos’un çaresizliğinde değil, inatla kayanın başına dönmesinde görür anlamı. Çünkü artık kaderi kendi elindedir. Saçmaya rağmen yaşamaya “evet” demek, asıl isyandır. Meursault’nun cellâdını beklerken hissettikleri, tam da bu “absürd bilinç”le örtüşür. Ölümü kabullenir, hayatın anlamını aramaktan vazgeçer ama yine de yaşamı sever.

Meursault, yaşamın saçmalığını kabul ettiği andan itibaren bir tür özgürlüğe de ulaşır. Ölüm cezasını beklerken, gökyüzüne, yıldızlara, dünyaya bambaşka bir gözle bakar. Artık hiçbir şey istemeyen, hiçbir şey beklemeyen bu adam, aslında en çok “şey”in farkında olan kişidir. Camus’nun kahramanı, ölümü inkâr ederek değil, ölümle yüzleşerek insanlaşır. Meursault’nun cinayet sonrası “aydınlanması”, Sisifos’un kayanın başına dönmesine benzer. Bu bağlamda Meursault, felsefi bir figüre dönüşür.     

Yabancı, yalnızca bir roman değil, zamansız bir metindir. Anlattığı insan; toplumun diline yabancı, duygularına uzak, normlarına aykırı bir figür olarak, her dönemde bir yerlerde vardır. Camus, bu karakter aracılığıyla hayatın anlamsızlığına karşı gösterilen sessiz ama içten bir kabulü anlatır. Meursault, absürde boyun eğmeden onunla barışır. Yaşamın anlamsızlığına rağmen ona sırt çevirmez; ölümü kucakladığında, ilk kez yaşamı tüm sadeliğiyle görür. Bu fark ediş, onu özgürleştirir. “Yaşamaya razı” değil, “Ölmeye hazır” hâli; onu topluma yabancı, ama kendine yakın insan yapar. “İnsan absürdle barışmalıdır.”