
Demet Yılmazkuday, ilk romanı Bu Kızı Ben Uydurmadım’da okurunu hem bireysel hem de toplumsal belleğin kıvrımlarına davet ediyor. Çocukluğun masumiyetinden beslenen anlatı, okurun karşısına ilk bakışta “oyun” ve “paylaşma” gibi basit görünen sahneler çıkarıyor; fakat satır aralarında büyük kırılmaların, kayıpların ve politik göndermelerin izlerini taşıyor.
Romanın her bölümünde bir yiyecek ismi karşımıza çıkıyor: “Çikolata”, “Portakal”, “Akide Şekeri”, “Mücver”, “Kabak Dolması”… Bu tercihler, yalnızca nostaljik birer çağrışım yaratmakla kalmıyor; aynı zamanda çocuk gözünden hatırlanan, aileyle, dostlukla ve çoğu zaman yoklukla örülü hayatın sembollerine dönüşüyor. Bir parça çikolatanın paylaşıldığı sınıf, bir portakal kabuğundan yapılan oyuncağın dondurduğu anı, savaşın gölgesinde bile sürdürülen çocuk oyunları… Hepsi bir yandan kaybolan masumiyetin, diğer yandan dayanışmanın güçlü metaforları olarak beliriyor.
Yılmazkuday, anlatısını büyük ideallerin ve politik tartışmaların ağır diliyle değil, çocukluk anılarının naif ve yalın bakışıyla kuruyor. Bu naiflik, okurda çarpıcı bir etki bırakıyor: Çocuk gözüyle görülen adaletsizlikler, diktatörlükler, savaşlar ya da göç deneyimleri, en sade haliyle dile gelerek daha da sarsıcı bir hâl alıyor.
Aynı zamanda roman, gurbette büyüyen bir çocuğun dünyasına ayna tutuyor. Yabancı bir ülkede, bilmediği bir dilin içinde, sürekli taşınmalar ve kayıplar arasında, okulda ve arkadaş çevresinde kendine bir yer açma çabası… Tüm bu deneyimler, küçük şeylerin –bir çikolata, bir oyuncak bebek, bir portakal kabuğu– nasıl büyük anlamlar yüklenebileceğini gösteriyor.
Bu Kızı Ben Uydurmadım, hem kişisel bir büyüme hikâyesi hem de toplumsal hafızanın iz düşümü. Sade diliyle okuru içine çekerken, derinliğiyle uzun süre zihinden çıkmayacak bir okuma deneyimi sunuyor.