
Bazı insanlar vardır, onlarla tanıştığınız anın sıradan olmadığını hissedersiniz. Engin Çetinbağ da benim için öyle biriydi. Çetinbağ, yüz yüze geldiğinizde bir öykünün içine adım atmışsınız gibi hissettiren ender insanlardandı. Onunla yollarımız Çanakkale Öykü Günleri’nde kesişti. Kalabalığın içinde öyle sade, öyle sahici bir duruşu vardı ki, yaklaşmadan bile insana bir şey söylüyordu. İçtenliğiyle, o kendine özgü samimi üslubuyla, herkesin gönlünde ayrı bir yer edindi. O buluşmanın, her bir kelimenin, her bir gülüşün gözlerinin etrafa yaydığı o ince ışıltının sıradan olmadığını anlamak zor değildi. Sıradanlığı aşan bir varoluşa sahipti. Kendini göstermezdi, sakince var olarak derinlik yaratırdı.
Engin Çetinbağ’ı anlamanın ve anmanın en sahici yolu, onun anlattıklarına kulak vermekten geçer, çünkü bir insanı en çok kelimeleri ele verir. Şimdi kısaca onun öykücü kimliğinden söz etmek istiyorum.
Çetinbağ yaşamın kendisini bir öykü gibi gören, geçmişi ve geleceği bugünde buluşturan bir dilin taşıyıcısıdır. Sözcüklerinin arasında hikâyelerle birlikte zamanın dokusu da akar. Konuşurken de varlığıyla anlatırdı. Sanki bir yanı her zaman başka bir zamana bakıyordu; bir yanıyla çocukluğuna, bir yanıyla ilerideki bir sabaha, bir yanıyla yerin yedi kat altına…
Öykü, Çetinbağ için yaşamın alt katlarında unutulmuş, görülmemiş, duyulmamış olanın sesi, yankısıydı. Edebiyatı, tür olarak da öyküyü bir varlık biçimi olarak görürdü. Bir öyküyü anlatırken sesi ne kadar sakinse, hikâyesi o kadar derindi. Cümleleri zamanla işlenmiş taşlar gibi sağlamdır; anlamı hemen ele vermez, kendini yavaş yavaş açar ki, konuşurken de simgesel diliyle yarattığı atmosfer dinleyeni hem içine alır hem de bir gizem perdesi arkasında düşünmeye çağırırdı.
Çetinbağ anlatının büyüsüne, çağrışımın gücüne güçlü bir şekilde inanırdı, sanki sesi yeraltının çağrışımıyla çoğalarak gelirdi. Bir madenciydi Engin. Yeraltında çalışmış, toprağın en karanlık yerlerine inmiş, ışığın değerini bizzat karanlıkta öğrenmişti. Onun madencileri, edebiyatımızda az rastlanan bir dikkatle çizilmiştir. Ne kurban ne kahraman olarak; kendi varlıklarıyla anlamlı, kendi mücadeleleriyle saygı uyandıran insanlar olarak. Engin’in madencileri, yerin altından gelen bir hafıza gibi konuşur. Bazen bir isyanın, bazen bir suskunluğun, bir hayalin taşıyıcısıdır. Her biri yaşamı sırtlayan birer öykü karakteridir ama aynı zamanda gerçektir. Çok gerçek.
Yeraltı, Engin Çetinbağ için metaforik bir düzlemdir. Hayatın yüzeyinin altında kalanları, görünmeyenlerini, bastırılanları, ötelenenleri anlatmaya çalışmıştır öykülerinde. Bu yüzden onun öyküleri, görünenden çok görünmeyenle ilgilenir. Sesten çok sessizlikle. Hareketten çok iç dalgalarla. Gündelik yaşamın sıradan detayları arasında dolaşırken, bir anda zamanın derinliklerine inersiniz. Geçmişle bugünü, hatta geleceği, öyle bir ustalıkla birbirine bağlar ki, okuduğunuz ya da dinlediğiniz şey bir tür zaman yolculuğuna dönüşür. Onun öykülerinde karakterler bir olayın, bir ruh halinin yanı sıra bir çağın yükünü de taşır. Kimi zaman bir maden ocağında suskun bir adamın iç konuşmasıyla, kimi zaman bir şehirde kaybolmuş bir çocuğun hayal dünyasında gezersiniz. Ama her zaman insan kalırsınız. İnsan kalmanın ne kadar zor ama ne kadar değerli olduğunu fark edersiniz. Engin’in edebiyatı, bize insan kalmanın edebiyatıdır.
Onunla sohbet ettiğimizde, kelimelerin ardında daha büyük bir dünya olduğunu hissederdim. Duruşunda bir sükûnet, bir bilgelik, ama aynı zamanda çocuksu bir heyecan vardı. Özellikle de söz konusu madenciler ve tabii şehirler olduğunda… İzmir’i anlatırken gözleri parlar, Çanakkale’den söz ederken içinden bir deniz uğultusu geçerdi. Ankara ise onun için yalnızca bir başkent değil, yaşamın başka bir katmanıydı, daha soğuk, daha katmanlı ama bir o kadar da etkileyici. Her şehri bir ruh gibi kavrar, bir insan gibi anlatırdı. Şehirlerin hafızası olduğuna inanırdı. Bu yüzden, bir parkta yürürken, bir sokakta dururken bile anlatacak çok şeyi olurdu. Her yerin bir öyküsü vardı; yeter ki kulak veren biri bulunsun.
Engin’in etrafında bir gizem olurdu hep. Bu bir mesafe değildi, merak uyandıran bir ışıktı. İnsanları yargılamadan dinler, anlama çabasıyla yaklaşır, en karmaşık meseleleri bile basit bir mecazla anlatırdı. İnsanseverliği onun yaşam biçimiydi. Tanıyan herkes bilir ki göz göze geldiğinizde bir öyküye ortak olmuşsunuz demektir. Bir kıyıda yürüyen iki eski dost gibi, belki de henüz tanışmış ama çok şey paylaşmış iki yabancı gibi…
Engin Çetinbağ benim gözümde mütevazılığın timsaliydi. Kendini öne çıkarmaya çalışmazdı, ama bir söyleşi sırasında söz aldığında ya da bir masada bir cümle kurduğunda, herkesin dönüp onu dinlediğini fark ederdiniz. Bu bir otorite değildi, bir çekim gücüydü. Samimiydi. Gerçekti. İnsanseverdi. Kimseden üstün görmezdi kendini, aksine, her insanda ayrı bir değer, ayrı bir öykü görürdü. Bu da onun anlatı dünyasının zenginliğini beslerdi.
Onu anlatmak kolay değil. Elbette onun ardından konuşmak da zor. Aramızda olmayışını kelimelerle telafi edemeyeceğimizi biliyorum, ama bir şeyi biliyorum: Onu tanımam, onunla buluştuğumuzda hayat ve edebiyat üzerine birkaç cümle etmemiz bile yaşamın anlamına dair çok şey söylemiştir bana. Fiziken artık aramızda değil ama onun sesi yankılanmaya devam edecek. Öyküleri, başka kalplerde çiçek açacak. Onun izinden yürüyen genç öykücüler, belki de fark etmeden onun dilini, onun insana bakışını devralacaklar. Bazı insanlar gider ama geride bıraktıkları yavaş yavaş büyür, yayılır, çoğalır.
Güle güle Engin Çetinbağ. Zamanın derinliğine, sözcüklerin sonsuzluğuna emanet ettik seni. Öykülerin yaşıyor. Biz, o öykülerde seni tekrar tekrar okuyacağız.