
Kimi insanlar vardır, uzaklarda bir yerlerde yaşarlar. Onların oralarda bulunduklarını bilmekle sanki yaşam daha güvenli gelir size. Bunlardan kimileriyle karşılaşır, tanış, dost, arkadaş olursunuz. Ondan sonra o ilk izlenim, onları her görüşünüzle, onlara ilişkin her duyduğunuzla, hiç bozulmadan, hep doğrulanır. O oradadır, sanki dünyanızın o noktasında dostluk nöbetindedir. Yaşam, yaşamda sevgi, barış, dostluk onlarla daha güvendedir.
Tanıştıktan sonra karşılaşmalarımızı neden hep birtakım işlere ya da toplu etkinliklere bıraktık? Bu soruların yanıtlarını yaşamın karmaşık akışının derinliklerinden bulup çıkarsak, neden öyle olduğu belki anlaşılır.
Bir İzmir Öykü Günleri akşamında topluca dolaşırken, çiçeği burnunda öykücülerden bir genç kızın, bir barın açık kapısından yola taşan müziği duyar duymaz, cafcaflı ışıkların parlayıp söndüğü ortama aramızdan birdenbire kayıverdiğini görünce, seninle hiç konuşmadan, bakışarak yaptığımız şeyi anımsıyorum. Birlikte dolaştığımız yazar arkadaşların ve İzmirli evsahibi yazar dostların ardından gitmemiş, çocuğumuz yaşındaki o genç kız sağ esen yeniden dışarı çıkıp aramıza dönene değin, karşılıklı gülümseyerek anlaşıp beklemiştik barın kapısında.
Madenci Öyküleri Yarışmasında, en güzel öyküleri Özcan Karabulut, Aysu Erden, Sezer Ateş ve seninle birlikte aramıştık.
“Çanakkale’de öykü”, seninle birlikte düşünülen bir şeydi. Maden mühendisi olduğun ve ocakları öykülerinden dışlamadığın için, madenci öykücülüğü de öyleydi. Artık kütüphanelere gömülü dergilerden öykülerini bulduğum madenci öykücümüz Ahmet Naim’i ve onun Faruk Duman’ın yazınsal değerbilirliğiyle yayımlanan Ateşnefes’ini de seninle hiç konuşamadık örneğin. Keşke, “hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı” böyle anlamasak diyesi geliyor insanın. İlgi alanları, yönleri benzeşen insanların aralarında böyle boşluklar, kopukluklar olmasa. Anımsadıkça “orda işte, nasıl olsa orda, barış-sevgi-dostluk nöbetinde” diye düşündüğünüz insan, bir bakıyorsunuz orda değil artık.
Bir gün bitivereceği besbelli bir yaşamı, hep gerçeğin, doğruluğun erdemin, güzelliğin izinde sürmek… O yaşamı, çıkar karşısında eğilinmiş yaşantı parçalarına, ona göre biçimlenmiş yapıt örneklerine yer açmadan doldurup kendinden sonrakilere temiz bir yolun izini bırakmak.
Engin Çetinbağ, yazı yolculuğunda, işindeki yaşanmışlıklarını öyküleştirmekte dirençliydi. Bu konuda, 90’larda Türk yazarının geçirildiği “toplumsal-siyasal konunun sanatlaştırılmasının gözden düşürülmesi” biçimlemesinden hiç etkilenmedi. Erdemin değersizleştirildiği “yükselen değerler” çarpıtmasının yapay fırtınalarında, hep erdemin yüceldiği, saygın olduğu bakış açılarını güzelleştirme uğraşında oldu. Türkçenin özleşmesinin gözden düşürülme esintilerine de kapılmadı. Dupduru diliyle öztürkçenin uygulayıcısıydı.
Öykülerinin sanatsal kusurları, yaşamı boyunca insanlığın yaşamını güzelleştirmeye çalışmış bir yaşamseveri sonsuzluğa uğurlama yazısının dışında kalsın bu kez, soğukkanlı yazınsal eleştirilerin konusu olsun.
Şimdi o sevgi, barış, dostluk nöbetçisi yok. Kuşkusuz ki başka nöbetçiler yine görevdedirler, yaşamı doğrudan yana yürütmeye, güzelleştirmeye çalışıyorlardır. Ama Engin Çetinbağ adlı sevgi-barış nöbetçisi, elinde olmayan nedenlerle, nöbeti kendinden sonrakilere bırakarak sonsuzluğa geçti.
Güle güle, yaşamın, canlılığın, insanlığın, sevginin, barışın, dostluğun üreticisi Engin Çetinbağ. Seni tanımakla, yaşama bakan dost gülümseyişin, ardında bıraktıklarına geçti. Oradasın artık. Buradan geçmiş olarak, senden sonraki yaşamda.