https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Polisi gördüğü anda panikle önündeki paraları çıkınına topladı. İyice düğümledikten sonra para çıkınını sarmaşıklarla örülü duvarın arasına sıkıştırdı. Sonra da sıcaktan bunalmış dinlenmekte olan yaşlı kadın rolüne büründü. Caddenin en başında polisin apoleti ve koyu lacivert kıyafeti parıl parıl parlıyor, diğer insanlardan kolayca ayırt edilebiliyordu. Yaşadığı küçük kentte polislerin çoğu onu tanırdı. Ancak o polislerin kim olduklarını bilmezdi. Acaba bu polis onu tanıyacak mıydı? Dilenci olduğunu anlarsa diğer polislerin yaptığı gibi günlük hasılatı elinden alacak ve belki de ceza kesecekti. Onun korktuğu ceza kesilmesi değil topladığı paraların elinden alınmasıydı. Adliyeye sevk edilse bile tutuklanmayacağını gayet iyi biliyordu. Kimsenin onunla uğraşacak vakti yoktu çünkü. Küçük bir para cezasıyla geçiştirilecek, belki para cezası bile uygulanmayacaktı. Fakat tüm bu sorunlarla uğraşmak istemiyordu. Bunun için polislere karşı her zaman temkinli davranırdı. Eğer bir polisin dikkatini çekerse ona ne söyleyeceğini yıllar önce ezberlemişti. Kendisinin son derece muhtaç, hasta ve yaşlı olduğunu, engelli oğluna bakmak zorunda kaldığını ve gariban bir kimseyle uğraşmaması gerektiğini üstüne basa basa tekrarlayacaktı. Bu trajik hikâyeyi bazen o kadar abartırdı ki polisler bile ona acır, para vererek ya da yemek ısmarlayarak onu uğurlarlardı. O da bunun karşılığında bütün dilencilerin yaptığı gibi bol bol dua ederdi onlar için. Bu tür durumlar, işin iç yüzünü bilen polislerde işe yaramasa da çoğu zaman karşılıklı bir alışverişe dönüşürdü. Kendisi memnun olduğu gibi polisler de yaşlı bir kadının duasını almış ve vicdanen rahatlamış bir hissiyata bürünürlerdi. Tıpkı fahişeler gibi toplumun büyük bir ihtiyacını karşıladığını düşünürdü. Zaten yaptığı işi fahişelikle kıyaslar, bu yaşta hâlâ neden dilendiğini soranlara; “Bir fahişe niye fahişelikten vazgeçmiyorsa ben de dilencilikten vazgeçmiyorum!” diye okkalı bir yanıt verirdi. Kimse bu yanıt karşısında söyleyecek söz bulamazdı. Bu sözüyle dilencilerin en azından namussuzluk yapmadıklarını ve fahişelere göre daha muteber olduklarını ispatlamaya çalışırdı. Kendini namuslu ve dürüst gören insanlar uğraşacaksa gitsin onlarla uğraşsın, güçleri yetiyorsa, derdi. Öte yandan kendisine para veren ya da gıda ihtiyacını karşılayan insanların yüzündeki memnuniyeti görür, birine yardım etmenin verdiği mutluluğu yaşamalarına vesile olduğu için önemli bir iş yaptığını dahi düşünürdü. Üstelik onlara bol bol dua ediyordu. Kimseden para çalmıyor ya da onları zorlamıyordu. Yaptığı işin kendince namuslu bir iş olduğunu ve toplumun ihtiyacını karşıladığını söyler dururdu. Zaman zaman dilenmekten bıkar ve artık bu işi bırakmaya karar verirdi; fakat insanların o parayı muhakkak birine vereceğini gayet iyi bilirdi. Diğer dilencilerle rekabet hâlinde olduğundan kendi mıntıkasının hâsılatını Gülnaz denen o mendebura kaptırmak istemezdi. Kendisinden çok parası olmasına rağmen dilenmekten vazgeçmeyen Gülnaz aklına gelince sinirlenir, bazen de gözüne uyku girmez; sabah erkenden kalkar, dilenmeye çıkardı. O bırakmıyorsa ben de bırakmıyorum, der ve kendini bu şekilde teskin ederdi.

Tüm ihtimaller aklından hızlıca geçerken polis, yavaş yavaş ona doğru yaklaşıyordu. Abartılacak bir sorun olmasa da yine de bir polisi gördüğünde her zaman korkuyla karışık bir heyecan yaşardı. Fakat heyecanını bastırmak zorundaydı. Kalkıp kaçacak bir durumu da yoktu. Kiloları buna müsaade etmiyordu. “Duvarın gölgesinde oturan sıcaktan bunalmış yaşlı bir kadın” görüntüsü vererek polis ile göz göze geldi. Fakat polisin sert bakışları karşısında derhâl gözlerini ondan çekti ve başını önüne eğdi; zaten eşarbını başına öyle bir sarmıştı ki sadece gözleri görünüyordu. Hızlı adımlarla yoluna devam eden polisin iyice uzaklaştığını görünce rahat bir nefes aldı. Gayet meşgul ve sinirli görünen polisin arkasından “Boyu devrilesice gelecek zamanı da buldu!” dedi mırıldanarak. Polis, ortadan tamamen kaybolunca para çıkınını almak için hemen kalkıp duvara yöneldi. İlk fark ettiği duvarın büyüklüğü ve onu boydan boya saran sarmaşık oldu. Acele ve korkuyla hareket ettiğinden para çıkınını nereye koyduğunu tam olarak hatırlamıyordu. Ancak nereye gidebilirdi ki bu çıkın? Hatırladığı ilk noktadan elini sarmaşıkların içine sokmaya çalıştı ve para çıkınını aramaya başladı. Fakat sarmaşık, duvarı ve demir korkulukları kalın ve ince dallarıyla öyle bir sarmıştı ki duvarı görmek bile mümkün değildi. Elini de sarmaşığın yoğun dalları arasına sokması pek mümkün olmuyordu. Bir müddet oturduğu yere yakın bölgeyi elleriyle taradı ve sarmaşığın dallarını aralayarak bakmaya çalıştı fakat para çıkınını bulamadı. Sonra duvardan aşağı düşmüş olabileceği aklına geldi ve bir an panikledi. Başına gelen bu talihsizliğe sinirlenmeye başladı. Bir taraftan da temmuz sıcağı altında iyice terlemişti. Para çıkınını bir an önce bulup artık evine gitmek istiyordu.

Burası kendi mıntıkası olduğu için bu duvarın okula ait olduğunu gayet iyi biliyordu. Okul ana caddenin hemen yanındaydı ve duvarı sarmalayan sarmaşıklar okulun bahçesinden caddenin görünmesini engelliyordu. O da bu korunaklı ve insan kalabalığının olduğu yeri mesken tutmuştu yıllardır.

Para çıkınının bahçeye düştüğü fikri galip gelmeye başlayınca okulun bahçe kapısına yöneldi. Allahtan okullar kapalı, çocukların eline geçse paralarımı asla alamazdım, diye aklından geçirdi. Bir taraftan da topladığı paraları hesaplıyordu. Üç kişi elli lira, birisi de yüz lira vermişti. Yirmi, on, beş lira verenler ve demir paralarla birlikte yaklaşık beş yüz lirası vardı o çıkının içinde.

“Orospu çocuğu bir saat sonra geçse n’olurdu sanki! Zaten epey para topladım, gidecektim. Şimdi elim boş mu eve dönecem? Yok yok, o parayı burada bırakmam!” dedi içinden.

Sinirli ve yorgun hâlde okul kapısına geldiğinde genç bir adamın elinde sigarayla ona yaklaştığını gördü. Devlet memurlarını iyi bilirdi ve onlardan çekinmezdi. Hep yardımcı olmaya çalışırlar, kendisini hakir görmezlerdi. Hemen yüzünü kapatan eşarbını çenesinin altına indirdi, yüzü açığa çıktı ve elindeki bastona yaslanıp genç adamın gelmesini bekledi.

Okulun genç muhasebe memuru sigara molası vermek için kapıya doğru yürürken orada bekleyen pespaye giyimli yaşlı kadının dilenci olduğunu hemen anladı ve önce görmezlikten gelmeye karar verdi. Kapıdan dışarı adımını atar atmaz yüzünden terler boşanan yaşlı kadının “Oğlum, yavrum bi bak hele!” sözlerini işitince hemen elini cebine atıp bozuk para aramaya başladı. Onun ne söyleyeceğini dinlemeden cebinden demir paraları çıkarıp ona uzattı. Yaşlı kadın dilenciliğin verdiği alışkanlıkla paraları hemen aldı. Sonra da “Oğlum ben senden para istemeyecektim.” deyince genç adam; “Teyze ben markete gelemem.” karşılığını verdi. Fakat yaşlı kadın heyecanla “Yok, oğlum yok! Ben senden başka bir şey isteyecem!” dedi. Şaşkınlığını gizleyemeyen genç adam; “Ne istiyorsun teyze benden?” dedi. Yaşlı kadın sakince para çıkınını duvardan bahçeye düşürdüğünü anlattı. O arada sigarasını tüttüren genç adam dilenciyi baştan ayağa süzerken yaşlı kadın durumu hemen fark etti. Kendisini hırsızlarla karıştırmaması için masum, muhtaç, gariban ve ağzı dualı yaşlı kadın tavrını sergilemeye başladı. Bu dilenciliğin altın kuralıydı. Kendisinin zararsız olduğunu ve karşısındaki insanın yardımına muhtaç olduğunu göstermesi gerekiyordu. Fakat genç adam para çıkınının bahçeye nasıl düştüğünü anlamaya çalışıyordu.

“Teyze, senin para çıkının bizim bahçeye nasıl düştü?” dedi.

Yaşlı kadın polisi hiç karıştırmadan; “Oğlum ben yoluma yürüyemiyorum. Çok hastayım. Duvara yaslanıp biraz dinleneyim, dedim. Hırkamın cebinden düşmüş herhâl, diyerek oldukça kirli ve eski hırkasını gösterdi. Bi bak hele n’olursun güzel evladım.” dedi. Beş on lira bir şey var zaten içinde, diye de ekledi. Genç adam aldığı cevaplardan çok tatmin olmasa da yaşlı kadından kurtulmak için “Tamam teyze bakayım ben.” diyerek yarısına geldiği sigarayı yere atıp ayağıyla söndürdü. Bir de bu çıktı başımıza, diye söylene söylene duvarın olduğu yere geldi. Bahçenin bu bölümüne çok uğramayan genç adam duvarı boydan boya kaplayan sarmaşıkların arasında yaşlı kadının tarif ettiği beyaz para çıkınını aramaya başladı. Fakat sarmaşıklar o denli gürleşmişti ki bunun hiç de kolay olmadığını çabucak anladı. Cadde ile okul bahçesini birbirinden ayıran duvarın üstünde doğal perde vazifesi gören sarmaşıklar; öğrencilerin dışarıyı, dışarıdaki insanların da okul bahçesini görmesini engelliyordu. Bundan dolayı olsa gerek sarmaşıklar hiç budanmamıştı. Dipleri ise kurumuş dikenli otlarla kaplıydı ve elini uzatmanın dahi imkânı yoktu. Yıllarca dokunulmadığı belliydi. Duvarın dibine şöyle bir göz gezdiren genç adam çabucak sıkıldı ve “Aman, bana ne!” diyerek yaşlı dilencinin yanına geldi.

Teyze duvarın dibi orman gibi, senin para çıkınını bulamadım, deyince yaşlı kadının paralarına kavuşma hayali suya düştüğü için aniden yüzü asıldı. “Aman oğlum, n’olur bi daha bak; yoksa akşam ekmek parası bulamam. Evde hasta oğlum var!” diye sızlanmaya başladı. Bu işten iyice bunalan genç adam, “Git de kendin bak teyze!” dedi. Zaten senin yüzünden sigaram da mundar oldu, deyip bir sigara daha yaktı. Yaşlı kadın heyecanla bahçeye girip duvarın dibinde çıkınını aramaya başladı. Fakat duvarın boydan boya dikenli otlar ve kurumuş sarmaşık yapraklarıyla kaplı olduğunu görünce sinirlendi ve “Allah belanı versin polis senin. Nerden karşıma çıktın?” deyip ağzına gelen küfürleri yağdırmaya başladı. Buna rağmen elindeki baston yardımıyla kurumuş yaprakların arasında para çıkınını aramaya devam eden yaşlı kadın, sırılsıklam terlemiş hâlde sarmaşığın gölgesinde azıcık dinlenmek umuduyla olduğu yere oturdu. Duvarın diplerine doğru göz gezdirince para çıkınını asla bulamayacağını düşündü. Sonra bastonuyla yaprakları eşelemeye başladı. Dizlerinin üstünde sürünerek ilerliyor, duvarın diplerine dikkatlice bakıyordu. Tam vazgeçecekti ki bastonu bir şeyi kaldırıp attı. İyice yaklaşıp bakınca bunun bir bez parçası olduğunu gördü ve dikenlerin arasından bastonunun ucuyla yavaş yavaş kendine doğru çekti. O kadar da hafif değildi bu şey her ne ise. Kendi çıkını olmadığını anlamıştı; çünkü rengi beyaz değildi. Yine de ne olduğunu çok merak ediyordu. Eliyle uzanıp dikenlerin arasından çekip aldı. Bu büyükçe bir keseye benziyordu. Hemen ağzını eliyle hızlıca açtı. Çil çil sarı altınları görünce yüreği hop etti ve hemen kapattı kesenin ağzını. Sonra belindeki kuşağın arasına sıkıştırıp yerinden doğruldu. Hızlı adımlarla okul kapısına gelince genç adamın onu beklediğini gördü. “Buldun mu teyze?” diye merakla soran genç adama; “Yok oğlum, nereden bulayım!” derken yüzündeki heyecan korkuya dönüştü. Telaşla arkasına bakmadan oradan uzaklaştı. Genç adam bu yaşlı kadının hâline hiçbir anlam veremese de çok da önemsemedi. Çekip gittiği için sevindi.

Hızlıca okuldan uzaklaşan yaşlı dilenci, bir elini keseyi koyduğu belinden hiç ayırmıyordu. Yolunun üzerinde bulunan parka yaklaşınca bulduğu kesenin gerçekten altınla dolu olup olmadığını kontrol etmek istedi. Kalbi güm güm atıyordu. Nefes nefese kalmıştı. Bir ağacın dibine oturup çevresinde kimse var mı diye bakındıktan sonra büyük bir heyecanla belindeki keseyi çıkarıp ağzını açtı. Gözlerine inanamıyordu. Kese ağzına kadar çeyreklik altınlarla doluydu. Önce ne yapacağını şaşıran yaşlı dilencinin biraz dinlenince aklı başına geldi. Dilencilikten topladığı paraların nasıl kendi hakkı olduğunu düşünüyorsa bu altınların da karşısına Allah tarafından çıkarıldığını ve kendi hakkı olduğunu hemencecik kabullendi. Yoksa böyle bir tesadüf olabilir miydi?  Kime ait olduğunu hiç umursamıyordu ancak bir kese dolu altının okulun bahçesinde ne aradığı kafasına takıldı. Fakat sarmaşıkların çok iyi bir saklama yeri olduğunu, tıpkı kendi para çıkınını kaybetmesi gibi birinin altın kesesini oraya sakladığını ve sonra bulamadığını düşünmeye başladı. Artık bu altınlar kendisine aitti. Bir taraftan da aklı hâlâ para çıkınındaydı. Yarın gidip yine ararım dedi. Oradaki genç adama da para çıkınını bulamadığını söylemişti zaten. Hem başka altın keseleri olmadığı ne malumdu? Büyük bir sevinçle altın kesesini beline sıkıştırıp evine gitmek üzere yerinden kalktı.

Yaşadığı mahalleye girince bastonunu iki eliyle beline dolar; başı dik, patron edasıyla çalımlı çalımlı yürürdü her zaman. Ne de olsa mahallenin Gülnaz’dan sonra en zengin insanıydı. Bugün ise daha özgüvenli yürüyordu mahallede çünkü bulduğu altınlarla belki Gülnaz’ı da zenginlikte geçmiş olabilirdi. Mahalle sakinleri ise ya emekli parasıyla geçinen ya da geçici işlerde asgari ücretle çalışan insanlardan oluşuyordu. Paraya ihtiyaçları olduğu hâlde dilenmeyi ayıp karşılıyorlar, kendisini de çokça karalıyorlardı. Arkasından neler söylendiğini gayet iyi biliyordu. Gel gör ki paraya sıkıştıklarında onun kapısını çalarlardı. İşte bu fırsatı hiç kaçırmazdı. Mahalleden birisi para istemek için geldiğinde onları yere oturtur, kendisi ise yüksek koltuğuna kurulurdu.  Söylemediğini bırakmaz, aşağılar, hakaret eder ve hatta yüzlerine karşı küfrederdi. Gık desen sesleri çıkmazdı. O küçük gördükleri dilenci karşısında ezilerek her söylediğine katlanırlardı. Biliyordu ki kendisine muhtaç hâldeydiler; yoksa asla kapısını çalmazlardı. Onlara para vermekle bir kâr elde etmezdi ama horladıkları insanın karşısında para için ezildiklerini görmek çok hoşuna gidiyordu.

Yatalak oğluyla birlikte yaşardı küçük evinde ancak hayırsız bir oğlu daha vardı. Kendisi evden çıkınca gizlice evine girer ve sakladığı paraları bulmaya çalışırdı. Bulunca da affetmez alır giderdi. Bu serseri oğlu her ne kadar canını sıksa da onun işine çok yarardı. Mahallenin neredeyse yarısı kendisine borçluydu. Borcunu zamanında getirmeyenlere bu ağzı bozuk, serseri oğlunu musallat ederdi. O da etmediğini bırakmazdı borçlulara. Onunla muhatap olmak istemeyen borçlular kefilsiz senetsiz aldıkları paraları tıpış tıpış getirirlerdi. Bundan dolayı hiç sevmese de bağını koparmazdı hayırsız dediği oğluyla.  Onun en çok sevdiği oğlu ise uzun yıllar önce dilenci annesinden utandığı için evi terk etmiş, duyduğuna göre İstanbul’a yerleşmişti.  Sonra da bir daha dönmemişti. O bunlar gibi değildi. Çok nazik ve yakışıklıydı. Bir gün geleceği ümidini çoktan yitirmişti. Aslında yapayalnız biriydi. Kimseye de güvenmezdi. Çocuklarına bile…

 

Gün doğumuna yakın uyandı. Odanın içi karanlık olmasına rağmen kocasının fotoğrafını karşısındaki duvarda görebiliyordu. Her gördüğünde hissettiği eziklik duygusuyla birlikte ona olan nefretini anımsıyordu.  Buna karşın fotoğrafı oradan indirmezdi. Anne ve babasının kendisinden kurtulmak için zorla evlendirdiği bu yaşlı ve hasta adamın evinde yaşıyordu nitekim. Genç yaşta bir hastalık sonucu ağzındaki tüm dişler dökülmüş, yüzü kimsenin görmek istemeyeceği bir hâle bürünmüştü. Lakabı “Dişsiz” olarak kaldı, adını kimse bilmezdi. Tek bir talibi çıkmayınca bu huysuz, gaddar adamla evlendirilmişti.  Öldüğünde üç çocuğuyla tamamen yalnız kaldı. Sığınacak kimsesi yoktu, çalacak bir kapısı da.  Aç kaldığı o kimsesiz günleri gözünün önünden gitmezdi. Bakkaldan ekmek çaldığı ve küçük küçük hırsızlıklar yaptığı o günler… İşte o zamanlar Gülnaz‘la yolları kesişti. Dilenciliği öğreten ve onu mıntıka sahibi yapan Gülnaz…

İlk günler çok zoruna gidiyordu dilencilik. Tanıdığı herkesin ona duvar ördüğü ve ondan kaçtığını görünce tereddüt yaşardı; ama bir farkı vardı bu hayatın eskisinden; parası vardı cebinde ve kimseye muhtaç değildi. Hem de kimseye… Kendini ilk kez özgür ve güçlü hissediyordu.

Usul adımlarla yatak odasından çıktı. Kömürlüğe indi. Tıklım tıkış her türlü eşyanın arasından yavaşça geçti. Çuvalların arkasındaki gizli bölmeyi açıp içindeki kutuyu çıkardı. Dün okulda bulduğu altınları kutuya doldurdu. Ve diğer altın dolu kutuları saydı. Tam yedi tane ağzına kadar altın dolu kutu yerindeydi. Odasına giderken gözlerinde gücün, hırsın, mücadelenin alevleri yansıyordu.