https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Anlatacak çok şeyimiz varmış gibi susuyorduk. Geceydi. Yürümek dışında herhangi bir eyleme yönelmeyi birbirimize yasaklamış; ağıtlar yakmakla meşguldük. Korkuyordum. Dumanlar inmeye başlamıştı yüksek apartmanlarından bir kentin. Göz gözü görmüyordu ve ben ona bakamıyordum. Ayaklarımız birbirine değecek mesafedeydi. İçim izmarit yuvasıydı. Üstelik, pek de üsteliklik bir mevzu yoktu. Beni sevdiğini hiç söylememişti. Mesela “mutluyum” dese anlardım. “Mutsuzum” dese de anlardım. Alfabenin ilk harfinin yanına, yirmi üçüncü ve on dokuzuncu harfini de getirse anlardım; ama o hiçbir şey söylemedi. Üşüdü, çok üşüdü, hatta bir ara o kadar çok üşüdü ki… “Bana vadettiğin dağlarda bir ateş yaksak iyi olurdu sanki” deyiverdim. Dinlemedi. Duymamış da olabilir. Duymuş olup duymamazlıktan gelmiş de… Neyse! Kötüyüm ben, çok kötüyüm, hatta o kadar kötüyüm ki… “Sana tepeleri değil dağları vadediyorum diyeceğine, peçete ver burnumu sileyim” diyebilmiştim. Neyse ki bunu da dinlememiştin. İyi ki de dinlemedin. Ben çıkarsam dağlara; bir of çekerim upuzun, yıkılır dağları evrensel aşkların. Bir çuval özgürlüğü berbat ederim.

Al sana dantel külotlu sokakları yüce istisna! Yozlaşmış bu kentin bulvarları, sidik ve bira kokuyor apış arası sokakların. Ne yana dönsem, elim boş, kemerim sıkı, sımsıkı! Ayakkabımı mazgal deliklerine getiriyorum çoğu zaman. Dudakları rujlu kız çocuklarına eğilip bir tragedya yazan şeysiz şairlerin gırtlaklarına yapışıyorum. Bir kokusuzun sırtında erirken dünün erkeği, avuçlarımdaki sönmüş sigaralarla yarının özlemini arıyorum. “Yolun yok” diyor birileri. Yolum yok. Ben yazgımı yaşatıyorum şimdinin pisliğinde. Kendimi yeniyorum sürekli. Hem kendine galip gelmek hem kendine mağlup olmak yüce istisna! Ne büyük bir acıdır; boşaltılmış köyleri bahçesine çevirememek Breton’un. Ve kapandığında gözleri köprünün öpüşkenlerinin, dudaklarından bir ilmihâl dökülürdü. Dökülürse tüylerine bulaşırdı iki kişilik odaların. İnsanlar düşüncelerini terk ederdi o odalarda. Sabaha kadar çarşaflar sararırdı. Birisi bir duman çekerdi; öbürü öylesine vazgeçerdi ki yaşamaktan… “Allah’ım affet beni” derdi paranın kahraman yüzü. İşte çirkini, işte temiz nevresimi kötülük denen aşağılık dramın, gececilerin gömlek boşluklarındadır.

Ayrıldık metronun dibinde. Yarım yamalak yürüdük farklı taraflara. Tarafımız belliydi en başında ama onun hiçbir tarafında yerim yoktu. Sevmiştim. Sevmişti. Susmuş, dağılmıştık. Kemerini değiştirmek üzereydi bir kentin erkekliği. Dostlar bir evrime şahit olmak için raylara doluşacaktı. Birbirine içkin bir fuhuş mesnevisi yazmak için toplanmış olan kalabalığın dışında, Lut’un birazcık içinde bir tüysüzün gözlerine kenetlenmiştim. Metroyu bekliyorduk. Gelmesi an meselesiydi. Işıklar yandı. Kaşsız bir herif çıktı tüysüzün sırtından. Ellerini beline vermiş, burun buruna durmaktalardı. Soğuktan kızarmış, ince-uzun parmaklarıyla, öylesine kenetlenmişti ki kaşsız olan. Gözlerimi çeviremedim. İçimdeki erkeği öldürememiştim. Midem bulandı sanmıştım. Sonra biraz daha eğildiler, tutundular birbirlerine. “Seni” dedi, “seviyorum Kerem”. Oracıkta birbirlerine dönüp bakıştılar. El ele tutuşmuşlardı. Korktum. Hem de ne korkmak! İşte şimdi tersinden okunacaktı tüm kelimeler. Kimsecikler yoktu üçümüzün dışında. Ben tek şahidiydim yeşeren umudun, bir sıkıntı ormanıyken. Yaklaştılar iyice. “Öp” dedi, “Ferhat beni öp”…

Dudaklar birleşmişti, velev ki ben de izlemiştim. Çiçek olmuştuk. Hayat bilgisi dersinde, kalpaklı adamlar tarihinde, çiçek olmuştuk. Gülümsedim metroya binerken. Panolarda askeri üniformalı çocuklar vardı. Parayı değeriyle değil sayısıyla seven, “bir para, üç para, beş para” diyen çocuklardı bunlar. Yağ satan, bal satan, ustasının ölümüne yas tutmak yerine yağı da balı da satmaktan bir an geri durmayan emekçi çocuklardı. Yaş aldıkça yaşlanacaklarını düşünürlerdi. Yaşlılık güzel, kudretli bir şeydi. Hâlbuki birisini bir kurşun alacaktı, gür kaşlarına kan sızacaktı; öbürünün üstüne bomba düşecekti, pembeye ve mora uzanan elleri paramparça olacaktı. Yahut yaşamak sürecek, büyüyecekler, Ferhat ile Kerem’in dudaklarının bittiği yerde flu bir cenneti sezinleyeceklerdi. Hâlbuki bilirim, ısırılmamış azınlık meyveleri ağaçlardan dökülünce kurtlar üşüşürdü başına. At izinde ölüm aranırdı. Bilirim karıncalar unutulurdu çürümüş kuş kokusunda. Çatırdayan kemikler yasakça sevişir, erkeklerde doğurur bu kara balı iğdiş papatyalara; bilirim, önce kavgayı yasaklayacaklardı sonra da aşkı.

Gözümü açtım, hayli terlemiştim. Dokuz durak sonra inmiş, bir banka oturup etimi ve zihnimi dinlendirmeye çalışmıştım. Güneş uzaklaşıyordu. Bir otobüse binmem elzemdi. Yurduma gitmeliydim. Daha şiir yazıp dergiye gönderecektim. “Seni Seviyorum E..” adlı cümledeki hissi verebilecek kelimeler uyduracaktım. Sevgiyorum yazacaktım. Olmayacaktı, silecektim. “Ağrıyorum E..” diyecektim, sevinecektim. Evet E.. ben her yerde seni ağrıyorum. Oldu mu! Gitme sen! Otogarlar, biletçiler gitsin; otobüsler yansın, yıkılsın putları yeryüzünün. Hiç kimse korkunun kara parçasına ayak basmasın. “Dünyaydı ve dönüyordu” desinler. “Ben senin kadar cesur değilim” diyenlereyse, “müsait bir yerde inecek var diyemediğim için şehrin öbür ucunda indiğimi bilmiyorsunuz” desinler.

Nihayetinde;

Ben birisini sevmişsem ve o da bana yaklaşmışsa biraz illegal

Ne kâinatın haberi olurdu bundan ne de adanmışların

Biz birazcık eylemek için dünyayı küheylan;

Sırt üstünde eşeklerin üç kilo kehribar –

Uzak durmak en iyisiymiş çünkü bu bir günah.

ya da

Ben bir eşya değilim benim oralı

Farkındayım üstümde dönen hesapların

Ne önemliyim ne de kırık gözlükleriyle bir azize

Alamazsınız beni içinize ve

Kalamam hiç saf dışı.

bir de

Reddediyorum ey bittiği yeri kör zambakların

Dönüp de bakmıyorum uzandığın yollara

Erotik marşını çalmıyorum kusulmuş sokakların

Ne başkentimiz gibi düşünüyorum gözlerini artık

Ne de can veriyorum onun bir parçasına.

öyle

Ben ki bir ajite çiçeğiyim

Senin yakanda bir ömrü harap!

Yürüdüm, biraz daha yürüdüm, durakta çömelip kaldırıma oturdum, bir sigara yaktım ve etrafa bakındım. Şoförler ortalıkta yoktu, çay içip dinleniyorlardır diye düşündüm. Kalktım ve volta atmaya başladım. Bir yandan da telefon rehberimi karıştırıyorum. Birkaç harfi atlayıp S harfine geldim ve işte tamam deyip Sade’ı aradım ama Sade açmadı; ama bir daha aradım ama Sade açmadı, sonra baktım ki mevzu var ve ben köpek gibi âşıkmışım babamın fosforlu yeleğine… Sonra durup düşündüm, “olmaz” deyip telefonu kapattım. Ellerim soğumaya başlamıştı, on dakikası kalmıştı otobüsün. Bir baktım Ferhat geliyor, evet evet Ferhat geliyor, yanında da iri yarı bir adam, bu da Kerem olmalı, evet Kerem! Kasılarak selam verdim ve “iyi geceler” dedim. “İyi geceler” dediler. Ama “ayol” demediler, “ay” demediler. Neden demediler? Yoksa bunlar gay değil miydi? Soracak cesareti kendimde bulamadım yüce istisna! Üç kişi ilk duraktan bindik otobüse. Onlar en arkaya geçtiler. Ben onlara bakan tarafa oturmuşum. Nedenini bilmiyordum ama içim ürperiyordu. Öpüşmeye başladılar. Kimse yoktu, çıt yoktu, tecavüz yoktu, istismar yoktu, zorbalık yoktu, metrolar ve bıçaklar yoktu, dün geceki toz bugün yanımda yoktu, tuvaletteki kasıkları morarmış olan çocuk burada yoktu. Dünyam sallandı. Ne olduğuna anlam veremedim. Ürperdim diyorum ya, tamamen ürperdim işte. Kafamı cama yaslayıp gülümsedim. Sonra burnumdan kan geldi. Düğmeye basıp indim. Burnum oluk oluk kanıyordu. Ferhat ölüyordu. Kerem ölüyordu. “Hükmetmek istifa” dedim.

“Işıklar yandı söndü. Eski günleri özledim. Ben, sen, o, biz, siz ve onlar. Biz altı kişi ne de mesuttuk translarla. Envaiçeşit jilet envaiçeşit uskumru envaiçeşit Spartaküs. Ramak kalmıştı dövüşmeye. ‘Allah belamızı versin’ dedim o sıra. Biz neden kendine özgürdük? Evvela modamız geçmiş iken! Sahi spor toto ikinci ligden ne haber? Peki ya çişimiz!”