https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Öncelikle çocukluk ve gençlik yıllarınıza bir yolculuk yaparsak, yazın sanatıyla ilk tanışmanız nasıl oldu? Edebiyat serüveninizin kilit noktaları ve birçok esere imza atan kaleminizi size sımsıkı tutturan güç nedir?

Ta ortaokul (o zamanlar ortaokul vardı) zamanına uzanır. Yanılmıyorsam son sınıftaydım. Urfa’nın Suruç İlçesi’nde yerel bir gazete vardı. İsmi Meşale. İlk kez basılı bir yerde, orada bir şiirim yayınlanmıştı. Daha sonra lise çağlarında hem tirajı hem de niteliği açısından büyük olan bir günlük gazete vardı. – Şimdi de var ama ne yazık ki bu özelliğini çoktan yitirdi.- O gazetenin ekinde minicik öykümsü şeyler yayımlanırdı. Ben de “Yalnızlıktan Sesleniyorum” diye çok kısa bir şey yazdım. O yayımlandı. Müdürümüz o yazımı okul panosuna astı, Türkiye’nin her yanından mektup yağmaya başladı. Çok ilgi gördü. Anladım ki yazmak çok ayrıcalıklı.

Beni edebiyata dâhil eden ilkokul öğretmeni babam Kadri Gerger’di. Divan Edebiyatı’nı çok iyi bilirdi ve şiiri de çok severdi. Son derece nahif bir şekilde beni yazmam ve okumam için beni desteklerdi.

İnsana dokunmaya dair güç bence bu dünyayı yaratan gücün kendisi. İnsanın ruhuna ve duygularına seslenmek bence ilahi bir şey…

 Biraz türlerden bahsetmek istiyorum. Gazetecikten araştırmaya, belgesele, öyküye, şiire ve son olarak romana doğru uzanan sanat yolculuğunuzda en çok hangi türü sevdiniz ve hangi türde yazmak sizi tamamladı?

 Aslında hep istediğim şey roman yazarı olmaktı. O çocuksu aklımla ben edebiyatın ve iyi bir edebiyatçı olmanın tek ölçütün roman yazarı olmaktan geçtiğine inanmıştım. Kendimi romana şartlandırmıştım. Diğer yandan bu isteğimi gerçekleştirmemin o kadar kolay olmadığımın bilincindeydim. Lise çağlarında devamlı roman okurdum. Sonra fakülteli yıllarım geldi geçti, gazetecilik yıllarım başladı. Etkilendiğim olaylar ve insan hikâyeleri beni sarsmaya dürtmeye başladı. İlk kitabım da bu sarsılmalarımın bir sonucudur. Beş yıl boyunca bir araştırma sonucu hazırladığım Firar Öyküleri’ni yayımladım. Bir belgesel olmasına karşın ben bu kitabı kara mizahi bir dille ve öyküleyerek yazdım. Kitap patladı. Devamında birçok yayınevi bastı. Hâlâ satılıyor. Çünkü bu kitap hâlâ okunası bir kitap. Sonra diğer tür kitapları yazmaya başladım. Aslında tüm bunlar bir deneme, roman yazma alıştırmaları diyebilirim. Hatta şimdi olanağım olsa, bu kitapların birçoğunun görünmez olmasını isterdim.

Zaman geçiyordu. Ancak roman yazma isteği ve düşüncesi aklımın düşüncemin bir yerinde mıh gibi çakılıp duruyordu. Sonunda bir gün o çivi yerinden oynadı ve ben on yıldan bu yana roman karalamamı yazmaya karar verdim. 2009 yılında yazdığım “Faili Meçhul Öfke” romanı 2010 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. İlk romanda bu coğrafyanın en önemli tarihsel edebiyat ödülünü almak beni çok sarstı. Yaşam biçimimi belirleyen bir düşü gerçekleştirirken bu ülkenin en prestijli ödülünü kazanmıştım. Bu beni her yönüyle etkiledi. Birincisi artık roman yazma konusundaki kararımı pekiştirdi, ikincisi hep yayınladığım romanın bir öncekini aşmasını istedim. Bu nedenle her yazdığım son roman öncekinden daha çok sevildi. Roman yazmak beni tamamladı değil, beni yeniden doğurdu. Bu nedenle son nefesime kadar hep roman yazacağım. Ben bir roman yazarı olarak anılmak istiyorum.

 Son romanınız “Tavhane Çocukları” ilk olarak değişik ismiyle göze çarpıyor, anlamının derinliğini en az roman kadar merak ettiriyor. Sözcük anlamına baktığımızda “Yoksulların sığındığı sıcak yer” olarak geçiyor. Peki bu isim sizin için ne anlam ifade ediyor?

 Tavhane Çocukları kitabımın karakterleriydi. Bu karakterleri tanımlayan çocukları betimlemek için iyi bir sözcük aramalıydım. Bunun için aylarca çalıştım desem yeridir. Etimolojisi çok güçlüydü ve anlam katmanları derinlikliydi. Sözcük anlamını evet sizin dediğiniz gibi, “Yoksulların sığındığı sıcak yer” ve “Limonluk” olarak geçiyor. İlginç olan hangi anlama gelirse gelsin “Tavhane” sözcüğünün bende yarattığı o müthiş çağrışım. Bu sözcük, bende insani değerleri, direnmeyi, var olmayı ve umudu çağrıştırıyor, garip ama öyle.

 Aşküfledi, Encam, Kopuk gibi karakter ve “Yüzü Yırtıklar” gizli örgütü isimlerini yaratırken nelere dikkat ettiniz?

 Tavhane hariç, bu isimleri yaratırken hiç zorlanmadım. Hikayenin akışı içerisinde sanki birisi kulağıma üflenmiş gibi kendiliğinden çıktı. Kulağıma da üfleyen karakterlerin bizzat kendileriydi.

 Romanda birbirine paralel ilerleyen iki ana hikaye kurgusu, yer yer içi içe geçerek zincir oluşturmuş ve merak unsurunun çift yönlü olarak çalışmasını sağlamış. Bellek’te yapılan katliam, medyanın olayları çarpıtması, yersiz yurtsuz, kimsesiz kalan çocuklar… Olayın içi yüzünü aydınlatmaya çalışan bir yazar ve düğüm noktasından çözülmeye başlayan Tavhane Çocukları’nın her birinin hayatına değinen bir hikaye… Ustaca örülmüş bu zincirde sizi en çok etkileyen ve bu romanda olmazsa olmaz dediğiniz olay hangisi oldu?

 Aslında burada tek bir ana tema var. O da Tavhane Çocukları’nın kendisi. Buradaki bir hikâyeyi çıkardığınız zaman metnin bütünlüğünde büyük bir yara açılmış olur, eksik kalır. Her bir hikâye diğer hikâyeyi tamamlar yani hikâyeler burada neden-sonuç ilişkisiyle bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı. Tavhane Çocukları’nı bir gezegen olarak düşünün, hikâyeleri de o gezegenin uydusu…Hepsi birbiriyle örüntülü ama hepsi ana konuya bağlı.

Aşküfledi’nin zurnayı çalış betimlemesi. Bu iki sayfa edebiyatımın ve bu ülkede yapılan edebiyatın en iyi anlatı biçimlemesi olduğuna inanıyorum. Böyle iddialı konuşmamın nedeni kendimi beğenmiş birisi olduğum sanısını yaratmasın. Aksine kendini gizleyen medyatik ve popüler olmaktan kaçınan bir yazar olmayı kendime şiar edinen birisiyim. Aşküfledi’nin zurnayı çalışına dair metnin iyi bir edebiyat metnine örnek gösterilmeli görüşü, sadece benim değil çok sayıda ve çok önemli yazarların görüşleri de aynı zamandı.

 Bütün hikayenin özeti gibi her bölümün başında aforizma tarzında cümleler bulunuyor. Örneğin; “Çocukluk bir ülkedir. Ne sınırı vardır ne de bayrağı…”Bu cümleler derinlikli bir şiiri okur gibi insanı düşüncelere sevk ediyor. Çocukların hayattaki olağanüstü değerini romanın ana teması yaparak değinmenizin asıl nedeni nedir?

 Yok yok, aforizma değil onlar. Her şeyden önce şunu söylemeliyim: Romanda ve öykülerde son dönemde rastlanılan ve özellikle popülist mantıkla yapılmaya da çalışılan aforizmaya karşıyım. Aforizmaların ben metnin içini boşalttığıma inanıyorum. Bu söylediğiniz şeyler, benim öndeyişlerim. Bir nevi epigram da diyebilirsiniz buna. Bu öndeyişler o kadar kolay yazılmadı. Kaç bin düşünceden geçti, kim bilir? Bu öndeyişleri yazmamın nedeni, aslında okuru metne ta başından dahil etmekti.

Romanda çocuklukları saran; yoksulluk, çaresizlik, savaş, zorunlu göçler, taciz, kimsesizlik gibi içinde bulunduğumuz asrın en büyük sorunlarının hepsine değindiniz. Çocukları adeta ayrı bir ırk olarak birleştirdiğiniz romanınızda farkındalık oluşturma çabalarınızı ayrıca kutluyorum. İşaret ettiğiniz bu üzücü konuların içinde bulunduğumuz asırda da kanayan en büyük yara olduğu aşikar, neler söylemek istersiniz?

 Yaşadığımız dünya ve yaşadığımız coğrafya hep acılı. Gün geçtikçe insanlık dramlarının boyutu daha çok çeşitleniyor ve büyüyor. Romanımda dediğim gibi artık insanlığı, insanların nasıl yaşadığı değil nasıl öldüğü belirliyor. Hepimiz Tavhane Çocukları’nı sokakta gördüğümüzde, bu çocukları sokaktaki nedenleri düşünmüyoruz. Onlara anlık, günlük bakıp geçiyoruz. Aslında bu görmezden gelmektir. Nedeni korkudur. Eğer biz de bizim çocuklarımızın da bir gün bu Tavhane Çocukları gibi olabilir diye sormaya başlarsak belki kabuk bağlandığı sandığımız yaraların kanadığını fark edebiliriz. Benim amacım bu farkındalığı edebiyatın o müthiş gücüyle arttırmak.

 Zurnanın hüzünlü çalınışını; insanın kulağında yankılanırcasına kâğıda döktüğünüz uzun betimlemeniz, sonrasında derin bir nefes almaya ihtiyaç duyduruyor. Romanın birçok yerinde zurna imgelemini kullanmayı seçmenizin nedeninden söz edebilir misiniz?

 Tavhane Çocukları, bir sokak romanı… Zurna da bir sokak çalgısı. Zurnayı yüksek sesinden dolayı kapalı yerde çalamazsınız. Yukarıda da bahsettiğimi gibi bu betimleme romanınım vazgeçilmez metnini oluşturuyor. Hem edebi yönden hem de metnin kurmacası yönünden. Çok üst düzey bir edebi metin yaratılırken burada kurmacanın temel direği gibi duruyor, zurna. Çünkü romanda zurnanın son deliği olarak nitelendirilen insanların hayatları anlatılıyorsa, o insanlar da isyanlarını zurnanın aracılığıyla dile getirmesi en doğal hakları.

 Romanın bir yerinde Elif karakteri; “Roman yazmak o kadar kolay iş değil. Elbette roman kafamda şekillenmeye başladı, metinleri yazıyorum ama bu bir roman… Hikayenin tümünü bilmeliyim, sonra kurmacasını oluşturmalıyım. Ki kurmaca en zor iştir, özdür. Söze can veren, romanı ayağa kaldırıp yürüten kurmacadır. Roman hayatın gerçekliğini birebir yansıtmaz, hissettirmesi gerek, yeni anlamlar üretmesi gerek.” diyerek romanın nasıl yazılması gerektiği ile ilgili ders niteliğinde bir açıklama yapıyor. Bu da yazan insanların daha ilk bakışta ilgisini çekip romanın kurgusunu çözmeye çalışırken bir yandan da öğrenme içgüdüsüne doğru itiyor. Bu bilinçle okumanın keyfini başka bir boyuta taşımış oluyor diyebiliriz. Bunun nedeni sizin için nedir?

 Bu romanda her bir sözcüğün bile üzerinde çok düşünülmüş, çok çalışılmış dersem abartmamış olurum. Kurmacanın akışı içerisinde bu boyuta gerek vardı. Çünkü olaylar, bir roman yazılmak istenirken gün ışığına çıkartılmaya çalışılıyor. Salt yazan insanlara değil, okurlara da çağrıdır, bu satırlar. Hatta okur daha öncelikli benim için. Çünkü kitabın asıl sahibi onlardır. Bu anlatım tarzıyla okur ne okuduğundan ziyade neyi nasıl okuduğunu ve ne anladığını sorgulamaları için çıktığı bir karanlık yolda bir fener ışığına ihtiyaç duymasın, duyularını harekete geçirsin, bunu başarsın istedim.

Kurmacanın giriftliği, zorluk derecesi eğer başarılı bir şekilde yazılmışsa o metnin nitelikli olmaması için herhangi bir neden yok. Bu nedenle tüm romanlarımda öncelikle kurmacanın sağlam temeller üzerinde oturtuyorum. Sizin diliniz istediğiniz kadar özgün olsun eğer kurmacanız zayıfsa o metin edebiyat değildir, her şeyden önce. Özellikle romanda varsa da yoksa da kurmaca diyorum.

 İnanıyorum ki bu röportaj yazmaya gönül veren yazar adaylarına da bir kılavuz olacak nitelikte, bu bağlamda son olarak yazarlara ve yazar adaylarına yazmanın, kurgunun, dilin önemiyle ve sizin olmazsa olmaz dediğiniz özelliklerle ilgilineler söylemek istersiniz?

 Olmazsa olmazım okumak. İstediğiniz kadar yetenekli olun, eğer okumuyorsanız yazamazsınız. Okumuyorsanız, bir metinde hikaye nasıl kurulur, kurgu nasıl birbirine bağlanır, dil nasıl dönüştürülür gibi sorulara da yanıt bulamazsınız. Sadece bu değil. Yazan arkadaşlar yani edebiyatı bir yaşam biçimine dönüştürmeyi göze almış arkadaşlar, sakin ve sabırla yazmalı. Kim ne derlerse desin kendilerine güvensinler.

 

Adnan Gerger Hakkında…

 

1958 yılında Diyarbakır- Hani’de doğdu. Suruç’ta liseyi bitirdi. A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okurken profesyonel olarak gazeteciliğe başladı.

“Iraktı O gece” adlı öyküsüyle Aykırı Öykü Ödülü’nü, “Faili Meçhul Öfke” adlı romanıyla 2010 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü,  Dil Derneği 2018 Onur Ödülü’nü kazandı.  Çok sayıda ‘Yılın Gazetecisi, “Yılın Haberi’ ödüllerinin yanı sıra Sedat Simavi, Uğur Mumcu, Musa Anter, Metin Göktepe, Mahmut Tali Öngören ve Yavuz Gökmen anısına verilen ödüllere layık görüldü.

Beşi roman olmak üzere 16 yapıtı var. Edebiyat dergilerine düşünsel yazılarıyla katılım sağlamaya devam ediyor.