https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Ne zaman anlatımdaki farklılığına inandığım bir tablodan bahsedecek olsam, bilinçaltım beni derhal Edward Hopper’a götürür. Realizmin kolaycılık ve faydacılık dürtüsü altında açmış, yaprakları küçük ama kokusu yoğun, eşsiz bir gül gibidir Hopper’ın fırçasından dökülenler. Çoğu insana ilk olarak “Nighthawks” isimli tablosu çağrışım yapsa da ondan seneler önceki eseri, (Automat) Otomat’ın yeri apayrıdır bende. (1927)

Nedeni basittir. Anlatımdaki arayış ve ısrarın tezat biçimde kavuştuğu nokta gibidir Otomat. Hopper’ı tarif ederken, Amerikalıların yeni dünya düzeni kurmaktaki becerisinin bir yansımasını, en çiğ haliyle resmettiğinden dem vurur çokları. Bense hiç katılmam buna. Sadece göze çarpan materyallere takılı kalıp resmi millileştirmek, ressamın fikirlerindeki incelikleri, meyvenin kabuğunu soyup çöpe atmak kadar değersizleştirir. ZatenHopperda inkâr etmiştir çizgilerinin klasik Amerikan hayatı ve kültürüyle sınırlı olduğunu. Çünkü gerçeğin çıplaklığı, tek bir göz darbesiyle alaşağı edilemeyecek kadar uzun detaylarla doludur aslında. İnsanın keşfi zor halleri, göz açıp kapatmakla hafızamızda biriktirdiklerimizden ibaret değildir. O yüzden hep sinematik bir yön, gerilime açılmış bir kapı ve dudaktan sızan cümleler haricinde bir gizem mevcuttur Hopper’ın eserlerinde. İlk bakışta kendinizi veya bir tanıdığınızı görürsünüz tabloda. İkinci bakışta ise hiç tanımadığınız birisini. Üçüncü bakış, karşınızda günlük bir olay cereyan ediyormuş hissi verir. Dördüncü ve sonraki bakışlarda hepsinin toplamı ele geçirir zihninizi ve hafif hafif yazmaya başlarsınız öykünüzü.

Hopper realizmi budur. Pek çok ressam öğretmendir. Çizgileriyle, desenleriyle ve hatta renk seçimleriyle bile bizleri uzun yolculuklara çıkarabilir. Onlar iyi birer anlatıcıdırlar. Ancak Hopper anlatıcı değil, çok iyi bir dinleyicidir. Bizi konuşturur ve her birimizden farklı hikâyeler dinler. Resimlerinde bıraktığı sıradanlık, içerisine ustaca gizlediği geniş metinler sayesinde çabucak esir alır seyredenleri. Baktıkça farklı bir yön keşfeder, beş dakika önce kurguladığımız senaryodan vazgeçer veya onun üzerine yeni tuğlalar inşa edersiniz. Bu yüzden klasik realizmin üstlendiği ayna rolünün çok ötesindedir Hopper’ın resimleri.

“Otomat”ı bu denli değerli kılan şeyse basit görünümüyle onu seyredenlere güven verip, onları yormadan konuşmaya ikna etmesidir. Marifet, zoru bu kadar basit ve herkesçe yapılabilir gibi göstermektedir belki de. Edward Hopper’ın beyaz perdeye ilham veren sahneler sunmaktaki hüneri, Otomat’ta pek yoktur aslında. Ancak ışık ve cam oyunları her zamanki gibi yine görev başındadır. Otomatlardan yiyecek ve içecek alınan kafeteryalardan bir tanesini konu alır Hopper bu eşsiz tablosunda. Tavanda dizili duran lambaların yansımalarını, geniş bir perde gibi arka fonu kaplayan vitrin camında görürüz. Işık oyunlarına olan tutkusunu, bir anlatım zenginliği olarak kullanmakta her zamanki gibi cömerttir.

İlk bakışta koyu bir yalnızlık göze çarpar. Tek başına oturan kadını, arkasını kaplayan sonsuz siyahın ortasında çaresiz görürüz. Muhtemelen şehrin işlek caddelerinden birinde ya da metronun içerisindedir kafe fakat vitrinin arkasını gecenin karanlığıyla örtmüş, çoktan esrara bulamıştır bile Hopper. Bize alımlı, şık giyimli ve başı önde duran genç bir kadın bırakır. Kadının şık giyimi, oraya can sıkıntısı için gitmediğinin ispatıdır. Ayrıca eldivenlerinden tekini çıkarmış olması ve o eliyle fincanı kavrıyor olması da farklı biçimlerde yorumlanabilir. Hava çok soğuk olduğu için, yalnızca parmaklarını hissetmek zorunda olduğu elini eldivenden kurtardığı düşünülebilir fakat özellikle ışığın çarptığı bacakları açıktadır. İlave olarak kadının üst kısmında minik bir dekolte bulunması, havanın o kadar soğuk olması ihtimalini zayıflatır. Diğer taraftan kadının acelesi olduğu düşünülebilir. Çabucak kahvesini yudumlayıp bir yere gidecek veya yetişecektir. Bu olasılığı güçlendiren diğer bir nokta ise kafenin metro ya da tren istasyonunun sakin, karanlıkta kalan bir köşesinde var olmasıdır. Esasında içerisi tenha olmayabilir. Hopper’ın görmemizi istediği kadarıyla yetindiğimiz için yalnızca kadına odaklanırız ve onun hikâyesinin peşinden gideriz.

Baştan söylediğim gibi tablo bizi konuşmaya mahkûm kılar. Kadının yüzüne hüznü yerleştirip onun için bir ayrılık veya hastalık hikâyesi yazmak kolaydır. Diğer taraftan uzun zamandır görmediği sevgilisine kavuşmak için çıktığı bir yolculuk da olabilir bu. Hopper denince akla ilk gelen şey yalnızlık olduğu için öyküye dahil olacak ikinci kişiyi bulmak bize kalmıştır. Hızla gelişen, büyüyen şehirlerdeki kalabalık; ruhlarımızı çoğaltıp, kalplerimizi zenginleştirmek yerine, her geçen gün bizleri birbirimizden iyice uzaklaştırır. Hayatlarımız teknoloji yardımıyla bireyselleştikçe koparız. Öyle ki yaşadığımız şehirlerin her birine sinmiştir bu yalnızlık, bir başınalık.

Otomat, esasında sıradan bir kafe değil, hepimizin yaşadığı yer, sahip olduğu hayattır. Aceleciliğimizle, sürekli kendimizle kalmaya olan düşkünlüğümüzle, içimizdeki hüzünle yüzleşmekten yorulmayışımızla ve konuşacak birisini arayıp durmamıza rağmen, ruhumuzun etrafına ördüğümüz kalın duvarlar sayesinde yanımıza ve de özelimize kimseyi yaklaştırmayışımızla tam olarak orada yaşıyoruz biz. Mutluluk da mutsuzluk da odamızdaki ışıklandırma ve onun arkasında kalan karanlıkta gizlidir. İtiraflarımızı o siyahın içerisinde hapsedip, ışığın en kuvvetli vurduğu noktada görünür kılarız güzel bulduğumuz noktalarımızı. Sahip olabildiklerimiz, otomattan satın aldıklarımızla sınırlı sanırız hep. İşte bu da bizim en doyumsuz ve anlama muhtaç, eksik tarafımızdır. Hopper’ın realizmi, dümenin başına geçer ve aynayı çaktırmadan yüzümüze tutar. İlk bakışta kendimizi gördüğümüz ama sonrasında bir yabancıya dönüşen tablo, upuzun bir öyküden gelip geçtikten sonra yolculuğunu yine bizi bize ulaştırarak bitirir.

Farklılık, görmeye alışkın olduklarımızın dışına çıkmaktan değil, onları zihnimizde kabul edilebilir hale getirmekten geçer belki de. Hopper’ı iyi bir dinleyici, bizleriyse acemi ve dürüst bir öykücü haline getiren şey tam da budur. Yani bir kafede veya kendi evinde bir başına oturan kişi yalnız değildir. Bilakis herkestir, tam olarak da kendisidir.