https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Gamze Arslan’ın Kanayak adlı öykü toplamında yer alan ‘Eğe’ öyküsü ise kanımca bir yandan kadıncıl bir yeryüzüne bizi taşıyabilecek kimi bilişsel izlekleri bakımından ‘Manıklar’ öyküsünün bıraktığı yerden devam ederken, bir yandan da eril sistemin kimi mekanizmaları nedeniyle bir tür imkânsızlığı da dile getirir. Başka bir deyişle, öykünün kendi anlatı ortamı açısından ironik, ikili görünümlü bir manzaradır söz konusu olan, çünkü ne kadar erkek egemen kültürü ve yaşayışı karşısına alırsa alsın eril bir varlığın son çözümlemede dişil bir dünyayı kabullenememesinin, erkeğin kadın karşısında duyumsadığı tehdit algısının (Direk, 2009: 11-38) ve bu tehdit karşısında ne kadar boğucu ve öldürücü olursa olsun eril bir düzenin sıkıcı, yıkıcı ama güvenli (!) sığınağında varlık bulmasının kaydını tutar. Başka bir deyişle öykünün sonunda, erkeğin, başından beri farklılaşan, dönüşen bir erkekliği ve belki de dişil bir takım duygulanımlarla kurulabilecek bir yeryüzü varoluşunun fırsatını ne kadar çökmüş de olsa kendisine ait bir düzene kurban ettiğine tanıklık ederiz. Kadıncıl bir yeryüzü belki de başka bir öyküde ya da romanda bizi bekliyor olabilir. Kim bilir belki de yazar böyle bir yeryüzünü bizim kurmaya çaba göstermemiz için henüz yazmamış ama ipuçlarını vermekle yetinmiştir.

            İkinci tekil şahısla, kutsal kitapları çağrıştıran bir üslupla açılan öykünün çıkışı, erkeğin çevresini saran bir takım alışkanlıklar ve ilişkiler ağından, işinden, eşinden, eşinin çocuk sahibi olmak istemesinden, evinden, annesiyle babasından, babasının annesini öldürmesinden, rahatsızlık duyması ve hem bedensel hem de ruhsal çıplaklığıyla doğaya kaçışıdır. Başka bir deyişle ortada bir vazgeçiş, bir tür isyan varmış gibi gözükse de aslında bal gibi bir kaçıştır bu.     

            Erkek çocuk sahibi olmak istemediği için tüplerini bağlatmıştır. Onun seslerle ilgili bir sorunu vardır çünkü. Sadece odasında, belirsiz bir sessizliğin ve yalnızlığın arayışı içindedir. Çocuksa bu arayışa son verecektir, yeni geldiği dünyayla bağ kurabilmek için çıkardığı seslerle erkeği rahatsız edecektir. Erkeğin çocuk istememesinde, metinde olmayan ama bu konuyla ilgili söylemlerde içkin olan daha protest bir alt metin arayacak olursak onun bir çocuk dünyaya getirerek, annesini öldürmüş olan katil babasından kendisine miras kalan, ondan da çocuğuna aktarılacak olan ekonomik ve genetik mirası sürdürmek istememesini de ileri sürebiliriz. Erkeğin bu erkek egemen mekanizmaya dahil olmak istememesi öykünün başında onu bir parça olumlu bulmamıza neden olsa da bu yanıltıcı ve ironik bir olumlamadır ve erkeğin sorumluluktan, kendi erkeğiyle yüzleşmekten kaçışını gölgede bırakmamalıdır.

            Son çözümlemede o bir suç ortağıdır da. Babası annesini yolun ortasında öldürdüğünde, annesini kurtarmak için kılını bile kıpırdatmaması, ortaya koyduğu bir takım takıntılarıyla ilgili sebeplere karşın onu suç ortağı yapmıştır. Baba – oğul, eş – ana katilliğinde kaynaşmışlardır. 

            Erkeğin kaçışı ve onun doğayla kurduğu ilişki, özellikle Yahudi-Hıristiyan gelenekte söylemleşen ama küçük farklılıklarla diğer tek Tanrılı dinlerde de varlık bulan Yasak Meyve, Şeytan (Yılan), Havva ve Adem dörtlüsü ve ayartılma, yoldan çıkma söylemi çevresinde dönen eril dinsel anlatının dişil söylemle kısmen ters yüz edilmiş halinin içine yerleştirilir. Bir bakıma yağmurdan kaçan erkek, doluya tutulmuş olur.

            Erkek egemen dizgenin ters yüz edilmesi süreci aslında erkeğin kendini yiyip kanını içmesiyle başlar. Aslında erkek yaşadıklarına anlam vermeye çalışan akıllı bir canlıdır. Bu onun ezeli takıntısıdır ancak ataerkil ailesinden kaçtığı yeryüzünde aklı reddeden, aklı silen bir anlamsızlık vardır. Başka bir deyişle odasına kapanmakla yetinmeyen erkek, belki bir deprem görmüş ve başka hiçbir canlının kalmadığı, çorak bir yeryüzüne çile doldurmaya yazgılıdır. Anlamsızlığın içindense erkeğin kendi içine bir başka kapanması onun kendi etinden yemesi ve kanını içerek açlığını yatıştırması çabası çıkacaktır. Ancak bu çaba yetmeyecektir ve yine kafasını toprağa gömerek intihar etmeye kalkışacaktır. Bu artık hepimizin bildiği tipik sorumluluktan kaçışın başka türlü bir performansıdır. Vücut dışarıda kalacak ama o kafasını toprağa gömerek kendini boğacaktır.

            İroniktir, erkeğin ölümü yeryüzünde yeni bir yaşantının, dişil bir yaşantının başlangıcı olur. Erkeğin kendi ısırıklarından sızan bir damla kan toprağa düşer. Her ne kadar öykünün başında erkek aklının söyleminin bir parçası olarak dünyanın bir tek erkeğe ait olduğu söylense de (Arslan, 2019, age.:139), artık toprak mülk edinilen bir şey değildir. O yeniden can veren, yaratıcı, doğurgan bir varlıktır. Toprak başlı başına bir varlıktır bu öyküde. Erkeğin kanının toprağa düşmesiyle kaburgasından bir kadının, topraktan da bir yılanın doğması neredeyse aynı anda olur. (Arslan, age.: 144-146) Dikkat edilirse burada yukarıda bahsettiğimiz tek Tanrılı dinlerin Adem-Havva- Yılan kılığındaki Şeytan’dan hareket alan ona alternatif sunan bir tutum vardır.
 
           Bu noktada ilginç olan, erkeğin toprakla ilişkisi içinde doğurganlık kazandıktan sonraki edilgenliğidir. Aslında o hep edilgen biri olmuştur. Karısını çocuk istemediği konusunda ikna edemediği için tüplerini bağlatmak zorunda kalmıştır. Annesini babasından koruyamamıştır. Ölmek üzere olan annesini kurtarmamıştır. Yaşamının maddi koşullarına sahip çıkamayıp başarılı ve muhtemelen daha girişken olan kardeşinin maddi katkısına muhtaç olmuştur. O hiçbir zaman bir dünyanın sahibi olmamıştır. Ve şimdi işte yine bir edilgenlik içindedir. Daha doğrusu varoluşunu edilgence bir biçimde sistemce dayatılan unsurlar üzerinden tanımladığı için karşı duruşu anlamsızlaşmaktadır. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak derken kastettiğimiz biraz da budur. Tam öleyim kurtulayım derken yeni bir yaşamın edilgen başlatıcısı olmak kendi kızını/eşini ve oğlunu doğurmaktır onun güncel dramı.

            Kadının erkeğin bedeninden çıkar çıkmaz erkeğin üzerine oturması (Arslan, age.: 146) bize Mezopotamya geleneğinde de kökleri olan, Yahudi geleneğinde tam şeklini bulmuş, Adem’in Havva’dan önce, onun bedeninden değil, onunla aynı anda yaratılan eşi Lilith’in Adem’le eşit olmak yönündeki isyanını hatırlatır. Gerçekten de eşitliğin yanı sıra, Lilith cinsel ilişki sırasında erkeğin altında değil üstünde olmayı tercih etmiş (Ergun, 2009: 12, 54; Özbirinci: 2012, 34) ve Adem’le Tanrı’nın kurdukları erkek egemen söyleme karşı çıkmış ve Cennet’ten kovulmuştur artık Lilith lohusaların ve erkek çocuklarının korkulu rüyası, edebiyatın La Femme Fatale’inin anası olacaktır. Ardından gelen Havva ise Adem’in bedeninden yaratılacak, sözde daha uysal olması beklenirken, o da Şeytan’ın (bu noktada, bazı kaynaklara göre Havva’yı ayartan yılanın da kılık değiştirmiş Lilith olduğu düşünülürse, artık Havva ve Lilith iç içe geçmiştir) (Serindağ: 2017) ayartmasına kapılıp Bilgi Ağacı’nın Yasak Meyve’sinden yeyip, Adem’e de yedirip işleri karıştıracaktır.
 
           Eril iktidar ne yaparsa yapsın kadınlardaki bu isyan duygusunu, bu kargaşa sevgisini giderememektedir. Oysa durumu karmaşıklaştıran kadının varlığı ya da tutumu değil eril iktidarın yasaklar ve kurallarla kurmaya çalıştığı düzenin ve anlam dünyasının iğretiliği, çıkmazlarla dolu oluşudur. Çünkü, öykünün yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz klasik kutsal kitap söyleminin bozunumunu yaratan Arslan’ın hatırlattığı gibi aslında kadın, hem aklın hem de duyguların doğal bir birlikteliğidir. Merak etmek insanı insan yapan en önemli duygulardan biridir. Ortada bir Bilgi Ağacı varsa ve bu yasaklanırsa bu yasağı çiğneyen elbette gerçekten bağımsız ve özgür düşüncenin uzantısı olan merak duygusuyla hareket eden ve her şeyden önce dünyasını değiştirmek isteyen kadın olacaktır. Olmuştur. Olacaktır da. Ancak göreceğimiz gibi erkeğin akıl, anlam ve bunların beslediği denetim gücüyle var olan, tek Tanrılı dinleri de var eden dünyası (Ergun, 2009: 67) buna izin vermeyecektir.

            Öyküye dönecek olursak, erkekle onun kaburgasından çıkan kadının cinsel ilişkileri sırasında kadının vajinasından gelen elma kokusu (Arslan, age.: 146) erkeğe de bulaşır. Hoşnutluk verici bir kokudur bu. Erkeği rahatlatır ve huzurla doldurur. Sevecen bakışlı bir kadındır ondan doğan. Klasik yasak meyve, elma, (ya da nar bkz. Vikipedi, Nar maddesi) öyküsünün kimi unsurlarının kullanıldığı ama kiminin de ters yüz edildiği en önemli noktalardan birisi de burasıdır. Klasik öyküde, cinsellik bilgisini sakladığı için yasaklı olan ve erkekle kadının yeryüzünde çile çekmelerinin sebebi olan ve daha sonra ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’ öyküsünde de zehirli elma olarak karşımıza çıkan elma burada kadının kadınlığının ve o kadınlığın yeryüzüne bahşettiği esenliğin bir uzantısıdır. Solunan teneffüs edilen bir kokudur. Bulaşıcıdır da üstelik.

            Klasik öykünün bozunuma uğratıldığı bir başka nokta da yılanın topraktan bitmesidir. Erkeğin kanıyla yeşermiştir yılan topraktan (burada yılanın da erkek gibi topraktan yaratılması (Serindağ: 2012) bir anlamda Lilith’liğini güçlendirir) ve kadının en iyi dostu olmuştur. Sanki erkeğin ölümü seçtiği anda bu ölümü yaşama döndüren kadınla erkeğin yeni dünyasının müjdeleyicisi, toprağın yeniden hayat vaat ettiğinin kanıtı gibidir. Sevecendir. Dikkat edilirse, bir an için tek Tanrılı dinlerin söylemlerini unutacak olursak ve tanık olduklarımızı sadece öykünün anlatı evreni üzerinden değerlendirecek olursak, yılanın Şeytan’sı bir yanı, hatta erkeğin kanıyla topraktan yeşeren bir canlı olması dışında hiçbir anlamı ya da işlevi de yoktur. Kadına sarılır, bedenine dolanır, onunla bütünlüklü bir ilişkisi vardır. Erkeğe dostlukla ve sevgiyle bakmakta, ona da sarılmak istemektedir, tıpkı kadın gibi. Onlara göre hayat sevecenlikle gülümsemek, sarılmak, sevişmekten ibaret gibidir. Üstelik bu dünyada kurallara, sorumluluklara yer yoktur da. Ama bu erkeğe yetecek midir? (Arslan, age.: 147)
 
           Anlatının tek Tanrılı dinlerin eril söyleminin bir kısmını kullanıp bir kısmını ters yüz etmesi, hatta çarpıtıp yeniden adlandırması gibi kadınla yılanın varlığı, hatta dostluğu ve kadının dokunduğu her şeyi sağaltması, bir dokunuşla yepyeni bir dünya kurması, alışıldık dünyayı gökyüzünde kurması, köşeleri, sertlikleri sivrilmiş bir dünya kurması erkeği rahatsız etmeye başlar bir süre sonra çünkü onun dünyası değildir bu. Hepsi budur rahatsızlığının. Bu belirsiz, su kabarcıklarıyla dolu, kurallara, düzene gereksinim duymayan, kadının dokunuşuyla her şeyi kurduğu soyut dünya üzerinde hiçbir denetimi yoktur. Denetimsizlik ve belirsizlik ve bunları yaratan kuralsızlık hep somutu, anlamlı, kurallı ve düzenli olan arayan erkeğin hayattaki en büyük kabuslarından biri olmalı. (Arslan, age.: 147)
 
           Kadınla yılanın bu tuhaf varoluşu karşısında tedirgin olan erkek bir süre uzak durur onlardan. Kadının cinsel ilişki isteklerini reddeder. Ama sonra birden kararını verir erkek. Kadınca kurulan bir yaşantıyı yaşamaktansa erkekçe ölmeyi tercih edecektir. Ana Tanrıça’dan, Lilith’e, Havva’ya, La Femme Fatale’den Hazreti Meryem’e kadının erkek egemen söylemdeki ikilemli yeri (Direk, 2009: 20) son tahlilde kaçınılmaz bir olumsuzlamayla son bulacak ve kadına duyulan sevgisizlik, onun varlığının, hatta ilk defa üzerine çıkmasının bile erkekte yarattığı tekinsizlik baskın çıkacaktır (Arslan, age.: 147-148). Erkek harekete geçer ve sembolik anlamı da olan, net, somut bir adım atar ve kadının kurduğu soyut ortama karşı somut bir nesnellik kazandırır dünyaya. Önce yılanı yemesi (Arslan, age.: 149) ilginçtir çünkü bize çocuklarını yiyen pagan titan Kronos’u yani zamanı hatırlatır (bkz. Vikipedi, Kronos ve Çocuklarını Yiyen Satürn maddeleri). Zamansız dişillik erkeğin işine gelmemektedir çünkü zamansızlık ölçülemez, ölçülemeyen bir dünyada kurallar ve yasaklar da olmaz. Dolayısıyla çocuğunu yiyen erkek öncelikle eril tarihi yeniden başlatır (öykünün dişil zaman(sızlık) – eril zaman karşıtlığı izleği bakımından ‘Manıklar’ın bıraktığı yeri irdelediği yer tam da burasıdır). ‘Eğe’ öyküsündeki erkeğin yılanı yiyerek açlığını gidermesi, kadınla birlikte olmasıyla sağalan bedenine ayrı bir güç katar ve yılanı aynı zamanda fallik bir nesneye dönüştürür ve erkeğe eril libidosunu geri verir gibi olur çünkü yılanı zorla yiyen erkek kadına yaklaşır ve cinsel ilişki sırasında üst pozisyonu tercih ederek kadınla birlikte olur. Bu sefer sözde Havva’ya dönüşen, Lilith’e göre nispeten daha uysal olan kadın sevecendir ve hoşnutlukla doludur. Artık o ne Havva’dır, ne de Lilith’dir. Erkeğin altında olmak onun için bir şey ifade etmemektedir, tıpkı aslında üstünde olmanın da bir şey ifade etmediği gibi çünkü bir güç ilişkisini değil, bir doğallığı yaşıyor gibidir kadın. Alt üst, sol sağ, aşağı yukarı, güzel çirkin, bu ikilikler tıpkı erkeğin kadın kimliği konusundaki ikircikliliğinde olduğu gibi erkek aklının ürettiği yapay karşıtlıklardır ve ya hep ya hiç soğukluklarıyla, ara renklere kör duruşlarıyla ölümcüldürler.

            Bu yüzden doğal olanı anlamlandırma ihtiyacı duymayan kadının erkeğin somutu arayışı ve anlamlandırma çabası karşısında canını / canlılığını yitirmesi bizi şaşırtmamalıdır. Erkeğin kadının bedenindeki elmayı çekip çıkartması klasik öyküyü yeniden yerli yerine oturtur. Erkeğin elinde somutlaşan elma Kronos’un ortaya çıkmasıyla başlayan erkek tarihini / anlatının ve tabii ki yeryüzünün erilleştirilmesini perçinleyecek ama kadının sevecenliğini de sonsuza dek yok edecektir.
           
Ölümcül de olsa bir dünyaya tek başına sahip olmak kadının aslında herhangi bir mülkiyet iddiası taşımadan, sırf dokunarak güzelleştirdiği ve can kattığı sihirli varoluştan daha caziptir. Başka bir deyişle, öykünün sonunda, baştaki doğaya kaçış ve düzensizlik yerini teslimiyete ve dirlik düzenlik takıntısının güven verici sıkıntısına bırakmıştır. Erkeğin sıkıcı varlığı hepimizi boğmaya devam edecektir. Tabii onu da.
           
“Dünya artık bir tek sana ait.” (Arslan, age.: 139) tümcesiyle ve kutsal kitaplardaki, Tanrı’yla peygamberleri (peygamber hep erkektir) arasındaki diyalogları andırırcasına ikinci tekil anlatıcıyla, “artık” sözcüğüyle umut vaat ederek başlayan öykü, “zafer sarhoşluğuyla son nefesini” veren erkeğe, yani bir ölüye yönelik “Dünya yine bir tek sana ait.” tuhaf müjdesiyle kapanan ve “yine” sözcüğüyle önceki “artık”ın altını çizen bir koflukla son bulur (Arslan, age.: 150). Kofluk eril zaferin ölümcüllüğünden, ölerek onayladığı dünyanın dişil dünyaya alternatif olarak, boş yere yaşayabileceğini iddia ettiği “dağınık, hırpalanmış, yıkılmış, kirlenmiş bir dünya” (Arslan, age.: 148) olmasından gelir çünkü kadın rüya gibi bir açılışsa, erkek kâbus gibi bir kapanıştır. Başka bir deyişle, bu okuduğumuz öykü anlamında da insanın yeryüzü macerası anlamında da öyküyü sona erdiren müjde ölüme övgüdür ve içinde acıklı ve çift taraflı hem eril hem de dişil bir imkânsızlığı barındırır. Tıpkı öykünün başlığının çağrıştırdığı gibi bir ömür törpüsüdür çünkü erkek olmak. Kadın için de erkek için de.
 
Yararlanılan Kaynaklar
 
Arslan, Gamze, Kanayak, Can: İstanbul, 2019.
Direk, Zeynep, ‘Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Etiği’, Cogito, Feminizm, YKY: İstanbul, sayı: 58, Bahar 2009, s. 11-38 içinde.
Ergun, Zeynep, Erkeğin Yittiği Yerde, Everest: İstanbul, 2009.
Özbirinci, Pürnur Uçar, Dünya Kadına Karşı, Efil: Ankara, 2012.
Serindağ, Seval, ‘Lilith Efsanesi’, Gaia Dergihttps://gaiadergi.com/lilith-efsanesi/. Son erişim 14.06.2020.
Vikipedi, Çocuklarını Yiyen Satürn, Kronos, Lilith, Nar maddeleri. Son erişim 14.06.2020.