https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez, yalnızca ortaya koyduğu yapıtlarla değil hayatı ve kişiliğiyle de dünya edebiyatının en önemli yazarlarından. Bogotá’daki Colombia Üniversitesi’nde hukuk öğrenimine başlayan Márquez, mezun olmadan okuldan ayrılarak gerçek tutkusunu kovalamaya başladı. Birçok büyük Latin Amerikalı yazar gibi o da kariyerine gazeteci olarak işe başladı. 

1965’te ailesiyle yaptığı bir tatilden eve dönerken Gabriel García Márquez bir aydınlanma yaşadı: “Hikâyelerimi, büyükannemin kendi hikâyelerini anlattığı gibi anlatmalıyım.” Eve geldiğinde masanın başına oturdu ve tek bir gün bile sektirmeden çalışarak Yüzyıllık Yalnızlık’ı bitirdi.
“Büyülü gerçekçilik” akımının bölgedeki en önemli savunucularından olan Márquez, aynı kuşaktan edebiyatçıların her zaman övgüsünü kazandı. Şili’li şair Pablo Neruda, Time’a yaptığı açıklamada Yüzyıllık Yalnızlık’ın, “Cervantes’in Don Quijote’sinden beri İspanyolca’daki en önemli ürün” olduğunu belirtti.
Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez’in 1981’de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, bir namus cinayetinin öyküsü. Hem Kolombiya’da, hem de yayımlandığı dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede sarsıcı etkileri olmuş bir roman. Gabriel García Márquez bu romanında, çocukluğunu geçirdiği kasabada gerçekleşmiş bir namus cinayetini kaleme almış. Orijinal adı (İspanyolca) Cronica de Una Muerte Anunciada (İlan Edilmiş Ölümünün Kronolojiği), Türkçe’ye Kırmızı Pazartesi olarak çevrilmiş. 

‘’Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.’’

Öncelikle çok fazla karakter dahil oluyor öyküye, oldukça fazla karakter olmasına rağmen asıl önemli karakter 22 yaşındaki Santiago Nasar’dır. Babası İbrahim Nasar, iç savaşların ardından Kolombiya’ya Araplarla birlikte gelmiştir (Güney Amerika ülkelerinde Orta Doğu’dan göç eden Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır. Çev.Notu). Özgür, gözü pek, yakışıklı bir gençtir Santiago. Tabiri caize hovardadır, ancak ne var ki Angela yanlış bir adres, sonucu da hayatına mal olmasıdır.

Kurguda olayı her bir karakterin kendi perspektifinden işleniyor, konusu çok ilginç ve çarpıcı. Marquez’in Santigao Nasar’ın öleceğini en başta söylemesinin nedeni de, okuyucunun dikkatini toplumsal duyarsızlaşmaya çekmek istemesi. Önemli olan ölüm değil, hatta söylemediği ‘sebep’ de değil, önemli olan öldürüldüğü çevrede yaşayan insanların tepkileri. Santiago’nun öldürüleceği haberinin yazılı olduğu kağıdı kapısının altından atılıp kimsenin fark etmemesi ile başlamasından tutun da Santiago’nun kendisinin öldürüleceğini öğrendikten sonra şaşkınlıktan öteye geçmeyen tepkiler vermesine ve yazarın, Santiago’nun bıçaklanırken sergilediği davranışları ölümünü kabulleniş olarak göstermesine kadar birçok detaydan anlayabiliriz.

Evrenin saati Santiago için mükemmel bir şaşmazlıkla tıkır tıkır işlemiş ve kahramanın sonunu getirmiştir kitapta. Bu sonun, kitabın en başında verilmesi bile fatalist bir bakış açısını gösterir. Bu bakış açısında olduğu gibi insanın başına gelecekler en başından bellidir ve buna karşı koymak insanın yapacağı bir şey değildir. Tıpkı Santiago’nun ölümünü herkesin bilip buna engel olamaması gibi buna Santiago’da dahil. Engel olmaya çalışanlarında çeşitli engellerle karşılaşıp çabalarının sonuçsuz olduğunu görüyoruz kitapta. Yine Santiago davasının dosyasına ‘’ Kader bizleri görünmez kılar ‘’ notunun düşülmesi de bize bu felsefi bakışı işaret ediyor. 
‘’ Tıpkı ölüm fermanı ezelden beri yazılı olan iradesiz bir kelebekmiş gibi…’’
Bu yüzden öldü… 
“Bizlerden daha sağlıklıydı, ama insan onun göğsünü dinleyince yüreğinin içinde fokurdayan gözyaşlarını duyabiliyordu.”

Okuyucuyu bu safa çekmek konusunda çok başarılı,  insanlar basit sorumlulukları bile kendilerinden uzak, basit belaları da hiç gelmeyecek gibi görüyorlar.  Bilinçli bir duyarsızlık mı, bilinçsiz bir duyarsızlık mı? Ölüm gibi aslında, kendi hayatımızda ölümün rolü gibi. Biliyor fakat engelleyemiyoruz. Burada toplumun hep başkalarından beklediği şeyleri irdelemiş; kötülüğe karşı kayıtsızlığımızı anlatmış. Sert bir eleştiride var aslında.

“O gün biz kadınların bu dünyada ne kadar yalnız olduğumuzun farkına vardım!”

Olaylar o kadar bildik tanıdık töre cinayetlerini anımsatıyor ki olayın sanki Kolombiya’da değil de bir Türk kasabasında geçtiği hissine kapılmamak elde değil… Tek farkla tabii ki, o da kasabada yaşayanların Katolik olması burada yaşayanların ise Müslüman olması… Sadece kendini bir inanca yamamış ama aslında aynı hisleri paylaşan, aynı tepkileri veren sıradan halk… 
Cinayetin işlenme süreci, öncesi ve sonrasıyla, irdelenmekle birlikte, cinayetin işleniş biçimi daha çok ele alınmış ve konu edilmiş. Bununla birlikte sosyoekonomik, sosyokültürel yapısıyla toplumu da irdeliyor Márquez romanda. Kadınlara biçilmiş görevler vardır, yeri ve görevleri bellidir, erkeklerin de öyle.  Ancak, bizde olduğu gibi onlarda da bekâretin önemi çok büyüktür, ne yazık ki uğruna cinayet bile işlenebilir, gözünü kırpmadan ve acımasızca. Prudencia Cotes’in annesinin şu sözü bu konudaki hassasiyeti göstermeye yetiyor:
“Tahmin edebiliyorum, çocuklar, namus meselesi beklemez.”  Toplumun önem verdiği, kız ve erkeğin yetiştirilmesi, beklentisi ile kadın ve erkeğin yeri ve durumu aşağı yukarı yine bize benziyor. Ana’nın koruma içgüdüsünü görebilirsiniz kızı için ya da erkeğin adamlığı gibi. “Çek elini kızımdan, beyaz adam! Ben hayatta oldukça sen o pınardan içemezsin” diyerek kanatlarını kızının üzerine koruma kalkanı gibi açan Victoria Guzmân’ın annesinin hiddetli tepkisi açıkça bunu ortaya koyuyor.

Suçlu (bilinmesine rağmen) katil/katiller değil şehrin tamamı. Finalde “Santiago, yavrum! Neyin var?” diye bağıran Wene Hala’nın sorusuna yanıt içinizi acıtabilir…
‘’Beni öldürdüler, Wene hala’’

Zeynep Eşin