
Kuğulu Günlükleri: Depremden Sonra, depremi yalnızca bireysel bir ruhsal kırılma olarak değil, toplumsal olarak yönetilen, sınırlandırılan ve sessizleştirilen bir deneyim olarak ele alan çağdaş bir anlatıdır. Roman, travmayı patolojik bir bireysel durumdan ziyade, kolektif bir düzenleme mekanizmasının parçası olarak konumlandırır. Depremin ardından ortaya çıkan esas mesele, yıkımın kendisi değil; yıkım sonrasında toplumun bireyden ne beklediği, hangi duygulara izin verdiği ve hangilerini hızla bastırdığıdır. Bu bağlamda eser, travmanın yalnızca yaşanan bir olgu değil, aynı zamanda toplumsal olarak denetlenen bir süreç olduğunu görünür kılar.
Roman boyunca travmanın kamusal alandaki temsili dikkat çekici biçimde sınırlıdır. Deprem, ne uzun betimlemelerle ne de dramatik sahnelerle anlatılır. Bunun yerine, “artık geride kalması gereken” bir olay gibi çerçevelenir. Bu çerçeveleme, bireysel değil, toplumsal bir refleksi yansıtır. Toplum, felaketin ardından hızla işlevselliğe dönmeyi talep eder; yas, duraksama ve dağılma hâlleri ise birer “aksaklık” olarak algılanır. Romanın karakterleri de bu beklentinin içine yerleştirilmiştir. Acılarını açıkça dile getirmekten çok, “hayata devam edebilme” becerileri üzerinden değerlendirilmeleri beklenir.
Bu noktada normalleşme söylemi, travmanın bastırılmasında merkezi bir rol oynar. Normalleşme, romanda iyileştirici bir süreç olarak değil, bireyin duygusal alanını daraltan bir toplumsal baskı biçimi olarak temsil edilir. “Artık toparlanmak”, “hayata dönmek”, “güçlü olmak” gibi ifadeler, görünürde umut verici olsa da, travmanın kamusal alanda dolaşıma girmesini engelleyen söylemsel araçlara dönüşür. Bu durum, travmanın bireysel bir deneyim olmaktan çıkıp, kolektif olarak bastırılan bir olgu hâline gelmesine yol açar.
Roman, bu bastırmayı açık bir ideolojik eleştiriyle değil, gündelik hayatın akışı içinde sezdirir. İşe gitmek, alışveriş yapmak, çocukları okula hazırlamak ve sosyal ilişkileri sürdürmek, birer “normalleşme pratiği” olarak sunulur. Ancak bu pratikler, karakterlerin iyileştiğini değil; aksine, travmayla yüzleşmeye alan bulamadıklarını gösterir. Toplumsal düzen, bireyin acısını tanımak yerine, onu hızla işlevsel hâle getirmeyi amaçlar. Bu bağlamda roman, modern toplumlarda travmanın nasıl “yönetildiğine” dair güçlü bir edebi gözlem sunar.
Toplumsal travma kuramları açısından bakıldığında, Kuğulu Günlükleri, felaketin kendisinden çok, felaket sonrası kurulan anlatıya odaklanır. Travma burada kolektif bir anlamlandırma sürecine dâhil edilmez; aksine, bireysel alanlara hapsedilir. Depremden etkilenenler, acılarını kamusal bir dile taşıyamaz; bu acı, ev içi konuşmaların, yarım kalmış cümlelerin ve suskunlukların içine sıkışır. Böylece travma, toplumsal hafızanın değil, bireysel yükün bir parçası hâline gelir.
Romanın bu yaklaşımı, toplumsal inkâr mekanizmalarını da görünür kılar. Felaket, hatırlanması gereken bir kırılma olmaktan çıkarılıp, hızla aşılması gereken bir engel gibi sunulur. Bu durum, bireyin yaşadığı acıyla toplumun ondan beklediği tutum arasındaki mesafeyi derinleştirir. Karakterler, acılarını açıkça dile getirdiklerinde değil; sessizce işlevlerini yerine getirdiklerinde onay görürler. Böylece travma, tanınmayan ve meşrulaştırılmayan bir deneyime dönüşür.
Roman, toplumsal dayanışma söyleminin de sınırlarını sorgular. Yardımlaşma ve birlik çağrıları, kısa süreli bir duygusal mobilizasyon yaratır; ancak bu mobilizasyon, travmanın uzun vadeli etkilerini kapsamaz. Dayanışma, romanda süreklilik kazanan bir ilişki biçimi olmaktan çok, geçici bir moral düzenlemesi gibi sunulur. Bu geçicilik, bireyin yaşadığı acının toplumsal düzeyde sahiplenilmemesine yol açar.
Bu bağlamda Kuğulu Günlükleri, travmanın yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda politik bir mesele olduğunu ima eder. Travmanın kamusal alanda nasıl konuşulacağı, hangi duyguların meşru kabul edileceği ve hangi deneyimlerin hızla bastırılacağı, toplumsal güç ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Roman, bu bağlantıyı açık bir ideolojik söylemle değil, gündelik hayatın sessiz normları üzerinden kurar.
Sonuç olarak bu eser, deprem sonrası travmayı bireysel bir iyileşme problemi olarak ele almak yerine, toplumsal bir yönetim biçimi olarak düşünmeye davet eder. Kuğulu Günlükleri: Depremden Sonra, travmanın yalnızca yaşanmadığını; aynı zamanda nasıl hatırlanacağına, nasıl unutulacağına ve ne kadar süreyle “hoş görüleceğine” toplum tarafından karar verildiğini gösterir. Bu yönüyle roman, çağdaş Türk edebiyatında toplumsal travmanın temsiline dair önemli ve eleştirel bir örnek sunar.