https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Demet Yılmazkuday’ın Bu Kızı Ben Uydurmadım kitabı, anlatmakla yaşamak arasındaki o ince çizgiyi bulanıklaştıran bir edebi deneydir. Yazar, ne tamamen bir roman anlatır ne de bir anı kitabı yazar. Bu metin, bir insanın geçmişiyle konuşma biçimidir. “Bu kızı ben uydurmadım” derken, aslında “ben de o kızın uydurduğuyum” demek ister gibidir. Gerçek ve kurmaca birbirine karışır, kim kimi yarattı belli olmaz. Kitap boyunca hem bir yazarın, hem bir kadının, hem de bir çocuğun sesi iç içe geçer; bu sesler birbirinin yankısı olur.

Romanın parçalı yapısı, Yılmazkuday’ın zaman algısındaki kırılmayı doğrudan yansıtır. Anılar, hatırlanış sırasına göre değil, duygu sırasına göre gelir. Bu nedenle kitabı okurken bir çizgi değil, bir daire içinde yürürüz. Her bölüm, bir diğerine dönüşür, tıpkı hafızanın kendi içinde dönüp durması gibi. Zaman, bu kitapta kronolojik değil, duygusaldır. Bir portakal kokusu ya da bir cam kırığı sesi, yıllar öncesine açılan bir kapı haline gelir. Yılmazkuday, zamanı dışsal bir ölçü olarak değil, içsel bir yankı olarak kurar.

Kitabın en çarpıcı özelliği, “uydurma”yı suç olmaktan çıkarıp bir tür varoluş biçimine dönüştürmesidir. Çocukken uydurulan hikâyeler, büyüdükçe insanın kendisini anlamasının tek yolu haline gelir. Gerçeklik, bu kitapta sabit değil; anlatıldıkça şekil değiştirir. Yazar, gerçeğin peşinde değildir, çünkü bilir ki gerçek zaten geç kalmıştır. Geriye kalan, onu yeniden kurmaktır. Anlatıcı bu yüzden uydurur, ama o uydurmanın içinde bir tür hakikat arar. “Yalan” burada bir sığınak değil, bir aynadır. Çünkü bazen en doğru şey, uydurulanın içindedir.

Yılmazkuday’ın dilinde bir tür kırılgan dürüstlük vardır. Anlatıcı, hiçbir şeyi tam olarak açıklamaz, çünkü açıklamak yalan söylemektir. Onun yerine sezdirir, ima eder, bazen susturur. Bu suskunluk, anlatının boşluklarını yaratır. Her boşluk, okura bir alan açar; okur, o boşlukları kendi geçmişiyle doldurur. Böylece kitap, yazarın değil, okurun hafızasında tamamlanır. Bu özelliğiyle Bu Kızı Ben Uydurmadım, anlatı biçimi bakımından bir “açık metin”tir.

Romanın duygusal dokusunda “yabancılık” duygusu sürekli dolaşır. Ne çocuk ne yetişkin; ne burada ne orada. Kız çocuğu bir mekâna ait olamadığı gibi, bir zamana da ait değildir. Bu aidiyetsizlik, anlatının ruhuna sinmiştir. Her şey bir “arada olma” halidir. Libya ile Türkiye arasındaki coğrafi mesafe, aslında benlik ile bellek arasındaki içsel uzaklıktır. Anlatıcı bir anlamda kendisine bile yabancıdır. Çocukluğunu hatırlamaya çalıştıkça, o çocuk daha da uzaklaşır. Roman bu nedenle hem bir hatırlama hem bir kaybolma hikâyesidir.

Yılmazkuday’ın anlatısı, belleğin güvenilmezliğini açıkça kabul eder. Her anı, bir başka anının gölgesindedir. “Gerçekten öyle mi olmuştu?” sorusu, metnin görünmez merkezinde durur. Yazar, bu soruya cevap vermez, çünkü asıl mesele anının doğruluğu değil, etkisidir. Bir şeyin nasıl yaşandığından çok, nasıl hatırlandığı önemlidir. Bu fark, kitabın felsefi çekirdeğini oluşturur: Gerçek, yaşanandır; hakikat, hatırlanandır.

Yılmazkuday’ın metninde dikkat çeken bir diğer katman da “dil ile sessizlik” arasındaki gerilimdir. Anlatıcı, kimi zaman kelimeleri kullanmakta zorlanır. Bir duyguyu anlatmaya kalkışır, ama cümle yarıda kalır. Çünkü bazı şeylerin dili yoktur. Bu eksiklik, romanın biçiminde de kendini gösterir: kısa cümleler, kopuk paragraflar, yarım kalan sahneler… Hepsi bir tür anlatı dilsizliğini temsil eder. Ama bu dilsizlik, yoksulluk değil, sadakattir. Çünkü bazı acılar, anlatıldığında küçülür; susulduğunda büyür.

Romanın yapısal karakteri, modern edebiyatta “fragman estetiği” olarak tanımlanabilecek bir biçime yaslanır. Her bölüm, bir hikâyenin parçası gibi görünür ama aslında kendi içinde kapanır. Birbirine temas eder ama birleşmezler. Bu biçim, hem hafızanın doğasına uygundur hem de yazarın dünyaya bakışını açıklar. Hayat, Yılmazkuday’a göre, tam bir hikâye değildir; kırık sahnelerden, yanlış anlaşılmış cümlelerden, ertelenmiş duygulardan oluşur. Roman bu kırıklığı estetize etmez, olduğu gibi bırakır. Bu da metne bir tür dürüstlük kazandırır.

Bu Kızı Ben Uydurmadım’da çocukluk bir “zaman” değil, bir “durum”dur. O durumun içine girildiğinde, yetişkinlik dağılır. Yılmazkuday’ın anlatıcısı geçmişi bir sahne gibi hatırlar, ama o sahnede artık rol alamaz. Seyirci olmuştur. Bu seyir hali, romanın varoluşsal hüznünü yaratır. İnsan kendi hayatına dışarıdan bakar, ama onu değiştiremez. Hatırlamak, yeniden yaşamak değil, yeniden kaybetmektir. Yazarın anlatısında hafıza, bir teselli değil, bir acının biçimidir.

Romanın en çarpıcı yönlerinden biri, “ben”in bölünmüşlüğüdür. Anlatıcı, bazen kendisiyle alay eder, bazen kendini yargılar, bazen de kendisinden üçüncü şahıs gibi bahseder. Bu anlatım tekniği, içsel bir bölünmeyi dışa vurur. Çocuklukla yetişkinlik, geçmişle şimdi, benlikle öteki arasında ince bir çatlak vardır. Yılmazkuday, bu çatlağı kapatmaya çalışmaz; onu genişletir. Çünkü insan, o çatlakta var olur. “Ben” dediğimiz şey, bir bütün değil, sürekli değişen bir yankıdır.

Bu metinde mekânlar, olaylardan çok duyguların taşıyıcısıdır. Ev, şehir, deniz, bahçe — hepsi birer ruh halidir. Özellikle “ev” imgesi, roman boyunca değişir: önce güvenli bir yer, sonra kaybolmuş bir mekân, en sonunda da bir hatıradır. Ev artık bir bina değil, kokusunu unutmayan bir zihin köşesidir. Bu dönüşüm, hem göçün hem de içsel sürgünün sonucudur. Yılmazkuday’ın karakteri, dış dünyada yer bulamadıkça, iç dünyasına yerleşir. Anlatı böylece içe dönen bir hareket haline gelir.

Romanın estetik başarısı, bu içe dönüş hareketini bir anlatı biçimine çevirmesindedir. Hikâyeler, kendi üzerine kıvrılarak ilerler. Anlatıcı bir olayı hatırlarken, o hatırlamanın da farkında olur. Bu farkındalık, bir tür metin içi bilinç yaratır. Yazar, okura sürekli şunu hatırlatır: “Bu bir hikâye.” Ama aynı anda şunu da söyler: “Her hikâye bir hakikat taşır.” Bu çift seslilik, romanın derinliğini oluşturur.

Yılmazkuday’ın dili hem yalın hem şiirseldir. Betimlemelerde fazlalık yoktur; ama her kelime bir ağırlık taşır. Bir portakal kabuğu, bir cam kırığı, bir su lekesi, bir gölge — bunlar, romanın duygusal yükünü taşır. Yazar, büyük sözlerle değil, küçük ayrıntılarla konuşur. Çünkü bilir ki insanın hafızası, büyük olayları değil, küçük görüntüleri saklar. Bu küçük şeyler, romanın gerçek kahramanlarıdır.

Bu Kızı Ben Uydurmadım, Türk edebiyatında sık rastlanan “büyüme romanı” geleneğini tersyüz eder. Çünkü burada büyümek, ilerlemek değil, anlamını kaybetmektir. Çocukluk bir kurtuluş değil, bir kaynaktır; ama o kaynak, her zaman bulanıktır. Yılmazkuday’ın kahramanı, geçmişiyle barışmaz; onu taşır. Ve bu taşıma, bir kimlik biçimi haline gelir. İnsan, geçmişinden kurtulamaz; onunla birlikte yaşamanın yollarını arar.

Romanın sonunda hiçbir şey çözülmez, ama her şey yerine oturur. Çünkü çözüm, açıklamada değil, kabullenmededir. Yılmazkuday, okura bir sonuç vermez; sadece bir duygu bırakır: hafif bir yorgunluk, sessiz bir kabulleniş. Hayatın anlamı yoktur belki, ama anlatmanın anlamı vardır. Ve bazen, sadece anlatmak bile yaşamak kadar gerçektir.

Demet Yılmazkuday’ın kitabı, anlatının kendisini sorgulayan bir yapı taşır. “Bu kızı ben uydurmadım” derken, edebiyatın temel paradoksunu açık eder: Uydurulan her hikâye biraz gerçektir, yaşanan her gerçek biraz uydurmadır. Bu sınırda durmak, hem tehlikeli hem büyüleyicidir. Yılmazkuday, o sınırda ustalıkla yürür. Ve sonunda okur, şu soruyla baş başa kalır:
Gerçeği mi okudum, yoksa kendi gerçeğimi mi hatırladım?