https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

 

Felsefe, bazen bir düşünceden değil, bir sızıdan doğar. Hande Kavgacı’nın Hayatın Kırık Yerinden Akanlar adlı kitabı, tam da böyle bir sızının diliyle yazılmıştır. Bu kitap, insanın kendini anlamaya çalıştığı o derin iç yankının izinde yürür. Her deneme bir soru, her soru bir çatlak, her çatlak bir ışıktır. Kavgacı’nın denemeleri, düşüncenin soğuk laboratuvarından değil, varoluşun sıcak merkezinden konuşur.

Kitabın adında saklı iki kelime — “kırık” ve “akan” — aslında felsefi bir önermedir: yaşam, bütün değil; süreklilik de kusursuz değildir. İnsan, tıpkı bir nesne gibi kırılır; ama aynı zamanda bir nehir gibi akar. Heidegger’in varoluşu “Dasein”, yani “orada olma” biçiminde tanımlayışı, Kavgacı’nın yazısında duyumsanır: insanın “orada” oluşu, hep eksik, hep yarım, hep akış halindedir. Bu kitabı bir deneme toplamı değil, bir varlık sorgulaması olarak okumak gerekir.

Kavgacı’nın yazısı ontolojik olduğu kadar etik bir yazıdır da. Çünkü o, yalnızca “neden yaşıyoruz?” diye sormaz; “nasıl yaşamalıyız?” sorusunu da sessizce sorar. Bu yüzden her deneme bir düşünce eylemidir. “Kesişim Kümesi”nde cesaretten söz ederken, cesaretin ahlaki boyutuna dikkat çeker. Korkusuzluk değil, korkunun bilinci içinde var olabilmektir onun için cesaret. Sokrates’in “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” sözü, bu sayfalarda bir biçimde yankılanır. Kavgacı’nın cesareti, sokaklara değil, bilincin içine taşınmış bir cesarettir.

Kavgacı’nın felsefi gücü, kavramları gündelik hayatın dokusuna yerleştirme biçiminde yatar. “Bir Düğümün Çözülüşü” denemesinde entropi yasasını anlatırken, aslında insanın içsel çözülüşünden söz eder. Termodinamiğin ikinci yasası, burada bir ruh haline dönüşür: her şey dağılır, her şey yavaşça düzensizliğe evrilir. Ancak bu dağılmanın içinde bir anlam gizlidir. Çünkü anlam, düzenin içinde değil, düzensizlikle yüzleşmede doğar. Kavgacı, tıpkı Camus’nün Sisifos Söyleni’ndeki gibi, insanın anlamsızlığa rağmen anlam yaratma çabasını anlatır. Sisifos taşını yuvarlarken, Kavgacı yazısını yazar; her ikisi de varoluşun direncidir.

Hayatın Kırık Yerinden Akanlar, aslında çağımızın hızına karşı yavaş bir düşünme eylemidir. Günümüz dünyası, zamanı bir yarışa dönüştürürken, Kavgacı zamanı bir yankıya dönüştürür. Onun denemelerinde geçmiş bir hatıra değil, şimdinin derinliğidir. “Sen İstanbul’sun” denemesi, bu anlamda bir mekân yazısı olmaktan çok bir zaman felsefesidir. Şehir, burada Bergson’un “süre” kavramı gibi işler: değişmez bir mekân değil, bilinçle birlikte akan bir süreçtir. İstanbul yalnızca dış dünyada değil, insanın hafızasında da değişir. Kavgacı, bu değişimi “hangi yanına tutunsam elimde kalıyordu” cümlesiyle özetler. Bu cümle, hem kentin hem insanın geçiciliğine dair bir metafizik farkındalıktır.

Kavgacı’nın düşüncesi, “kırık” kavramı etrafında döner. Ancak bu kırıklık, bir melankoli değil; bir varlık biçimidir. Antik Yunan düşüncesinde “katharsis” nasıl bir arınma anlamına geldiyse, Kavgacı için de kırılmak, bir tür arınmadır. İnsan kırıldıkça, bütünün sahte huzurundan kurtulur. Her kırık, hakikatin bir parçasıdır. Bu, Spinoza’nın doğaya dair anlayışına benzer: hiçbir şey kusursuz değildir; kusur doğanın biçimidir. Kavgacı da insanın kusurlu doğasına inanır. Onun denemelerinde Tanrı, kader ya da kaderin rastlantısal yüzleri tartışılırken, aslında insanın kusuruyla barışması gerektiği söylenir.

Felsefi açıdan bakıldığında, Hayatın Kırık Yerinden Akanlar bir tür “oluş” kitabıdır. Deleuze’ün “oluş halindeki varlık” kavramı burada hissedilir. İnsan sabit değildir, tamamlanmış değildir. İnsan sürekli bir yeniden oluş halindedir — akarken değişir, değişirken anlam kazanır. Bu yüzden Kavgacı, denemelerini bir sonuca ulaştırmaz; onları açık bırakır. Çünkü her düşünce, başka bir düşüncenin kıyısında durur.

Kavgacı’nın üslubu da bu felsefi derinliğe hizmet eder. Cümleleri yalın ama çok katmanlıdır; her biri bir düşünceyi değil, bir sezgiyi taşır. Wittgenstein’ın “düşünülmesi gereken şey, ancak gösterilebilir” önermesi gibi, Kavgacı da birçok şeyi doğrudan söylemez; hissettirir. Okur, onun cümleleri arasında yürürken, kendi düşüncelerine rastlar.

“Yitirilmiş Eşyalar Atlası” bu felsefi hattın duygusal doruk noktasıdır. Yitirme, burada yalnız bir kayıp değil, bir ontolojik farkındalıktır. Bir eşyanın unutuluşu, bir zamanın yitimi demektir; ama aynı zamanda varoluşun hatırlanmasıdır. Çünkü hatırlamak, var olmanın tek kanıtıdır. Kavgacı’nın denemeleri bu yüzden birer hatırlama pratiği gibidir — tıpkı Platon’un “anımsama” kavramında olduğu gibi, bilmek hatırlamaktır.

Kadın yazarların genellikle duygusal alanda konumlandığı bir edebi gelenekte, Kavgacı’nın dili düşünsel bir özgürlük alanı açar. Onun metinlerinde duygu bir dekor değil, düşüncenin parçasıdır. Kadın olmak burada bir deneyim biçimidir, bir bilgelik tarzıdır. O bilgelik, konuşarak değil, susarak derinleşir.

Sonuçta Hayatın Kırık Yerinden Akanlar, çağdaş Türk deneme geleneğinde bir “felsefi duyu kitabı” olarak değerlendirilebilir. Kavgacı, insanın kırık doğasını reddetmez; onunla barışmanın yollarını arar. Her deneme, insanın kendiyle yaptığı küçük bir diyalogdur. Bu diyalogda Kavgacı’nın sesi kadar okurun iç sesi de duyulur. Çünkü bu kitap, yalnız yazılmış değil, birlikte yaşanmak için yazılmıştır.

Kırık, burada bir son değil, bir başlangıçtır. Her eksiklik, yeni bir anlamın doğumuna izin verir. Ve anlam, ancak kırıldığında akar. Kavgacı’nın cümleleri tam da bunu söyler: “Hayatın kırık yerinden akmak, yeniden var olmaktır.”

Belki de bütün felsefe, bu cümlede gizlidir.