
Nazlı Doğan Özsöz, Yüreğin Kabarmış romanında insan kalbinin hem biyolojik hem de duygusal işleyişini keskin bir bilinçle kurguluyor. Romanda “Defne”nin çocukluktan yetişkinliğe, kalp ameliyatı bekleyen bir bedenden travmalarla şekillenmiş bir zihne dönüşü anlatılırken, okur bir hastane koridorundan iç dünyasının en karanlık odalarına çekiliyor. Dil hem kırılgan hem direngen; anlatı sessiz bir çığlık gibi içe işliyor. “Kalp” burada yalnızca bir organ değil — annelik, aşk, suçluluk, korku, yas ve arınmanın merkezinde duran, kendi sesiyle konuşan bir varlık.
Yazar, travmanın gündelikleşmiş biçimlerini ironik ve gerçeküstü dokunuşlarla yoğururken, kadın bedeninin taşıdığı kalıtımsal suçlulukla da hesaplaşıyor. Bu röportaj, Yüreğin Kabarmış’ın hem içsel hem yapısal katmanlarına ışık tutmayı amaçlıyor.
Romanın kalbi gerçekten kalp mi?
Yüreğin Kabarmışta tıbbi bir kalp hastalığı ile duygusal bir kalp kırıklığı iç içe geçiyor. Siz bu iki “kalp” arasındaki sınırları nasıl kurguladınız? Romanda kalbin hem organik hem metaforik bir anlatı merkezine dönüşmesi bilinçli bir tercih miydi?
Öncelikle bu zihin açıcı soruların tümü için ayrı ayrı teşekkür ederim…
Yolun başında elimde yalnızca kalp ameliyatı olacak olan genç bir kadın fikri vardı. Roman üzerine kafa yorarken kalp yalnızca bir organdan ibaret olmayı ne zaman bırakır diye düşündüm, bu akıl yürütme beni bir aile meselesine götürdü. Aileyi affetmek değil belki ama anlamak, bütün koşullarıyla anlamak arzusu duydum ve sonucunda da aile yalanını açık etmek istedim.
Bu coğrafyada bir kadın, hikâyenizin anlatıcısıysa da zaten onu kalp kırıklıklarından azade düşünemezsiniz. Defne de kalp kırıklıklarıyla kaynaşıp durdu zihnimde. Annesiyle ısrar kıyamet kurduğu ilişkisini, babasıyla ilişkisizliğini kurgularken, tüm bunların temelini yani çocukluğunu tasarlarken de yetersizlik ve yalnızlık duygularının kökleri üzerine düşündüm. Bu kökleri de aileden başkası büyütmüyor aslında. Eh, bunların hepsi nihayetinde kırık bir kalbin yolunu açıyor. Tabirinizle organik ve metaforik bağlamda kalplerin örtüşmesi kaçınılmaz oldu aslına bakarsanız.
Defne’nin dili neden bu kadar “soğukkanlı”?
Karakterin en ağır sahnelerde bile ölçülü, mesafeli bir anlatım dili var. Bu soğukkanlılık bir savunma mı, yoksa anlatının biçimsel tercihleriyle ilişkili bir yöntem mi?
Ne güzel bir soru… Buna çok kafa yordum, çünkü Yüreğin Kabarmış sınır doğru çizilmezse melodrama hatta arabesk bir tada kayma potansiyeli taşıyordu. Ayrıca Defne’nin çocuklukta yaşadığı anne-baba ihmallerinin, yalnız bir çocukluk geçirişinin ve annesini toparlamak için erken büyümek zorunda kalmış genç kızlık döneminin yolu; yetişkinliğinde soğukkanlı, yer yer donuk, neredeyse duygusuz bir karakter yaratmaktan geçiyordu bence. Değersizlik duygusunun getirdiği bir donukluktan bahsediyorum. Yani evet bir savunma mekanizması Defne’nin soğukkanlılığı. Bunun yanında Defne cinsel anlamda tatminsiz bir kadın ve değersizlik duygusu nedeniyle erkeklerin kendisini bayağı bir yere konumlandırmasına pek aldırmıyor. Âşık olmak, sevmek ve bu sevginin sürekliliğini istiyor istemesine ama bunun için hiçbir şey yapmıyor. Yapmamayı tercih ediyor. Eylemsiz bir karakter olmamakla birlikte kesintili bir eylemlilikten de söz etmek mümkün. Karakter çelişkilerini çok önemsiyorum, çünkü insan da çok çelişkili bir varlık.

Anne figürü roman boyunca görünür ama anlaşılmaz.
Defne’nin annesi hem suç ortağı hem de kurban gibi duruyor. Bu ikili konum, size göre Türkiye’deki anne-kız ilişkilerinin toplumsal kodlarıyla mı ilgili, yoksa kişisel bir arayıştan mı doğdu?
Defne’nin annesi Nefin hem kendi anne-babası hem kocası tarafından kurban haline getirilmiş bir kadın evet. Kabuğu da sert bir kadın aynı zamanda, kocasına beslediği tükenmeyen inanma isteği Defne’yi yıldırmış. Fakat Defne’nin de annesiyle ilişki kurmak konusunda ısrarcı bir tarafı var. Geçmişte ne yaşanmış ve ne kadar sert yaşanmış olursa olsun annesine, köküne dönmek istiyor çünkü aslında onunla, kısıtlı da olsa keyifli geçirdikleri vakitleri seviyor ve özlüyor. İşte biraz mesele de burada başlıyor. İnsan salt kötü olamaz, öyle olsaydı herkes masal cadılarına dönerdi. Nefin de kendince sebepleri olan, kızıyla bir iyi bir kötü, çalkantılı bir ilişki yaşayan, çünkü aslında kendi iç dünyası durmadan çalkanan bir kadın. Diğer taraftan Defne evi terk ettikten sonra Nefin’in odasını aynen muhafaza etmesi, yıllar sonra Defne eve döndüğünde kendisine ait olan her şeyine yeniden kavuşması aslında hem Yahya’nın hem kendisinin hem de Defne’nin hayatını değiştiren bir hamle olarak romanda önemli bir yere yerleşiyor.
Bu coğrafyadaki anne-kız meselesi sonsuz gibi geliyor bana. Kaç milyon anne-kız varsa o kadar hikâye var. Ama bir kümeye toplayacak olursak durmadan didişen ama diğer taraftan birbirine de düşkün bir ilişki biçimi bu. Birçok kişiye tanıdık gelir sanıyorum. Romanın finali için ben hep şunu soruyorum; acaba Defne asıl şimdi ne yapacak? Bir şeyler gerçekten bitti mi yoksa asıl şimdi mi başlıyor? Bu durum da kurban haline getirilmiş Nefin’in ortaya çıkan işbirlikçi tarafıyla baş edip edemeyeceği sorusunu doğuruyor.
Bedenin hafızası ile belleğin dili arasında nasıl bir ilişki kurdunuz?
Roman boyunca kalp, yara, ameliyat izi gibi bedensel temalar geçmişle hesaplaşmanın araçları haline geliyor. Sizce beden travmayı yalnızca taşır mı, yoksa anlatabilir mi?
Beden ve zihin travmanın iki ayrı taşıyıcısı aslında. Birbirinden bağımsız hareket etmiyorlar. Görünür bir yerinizdeki yara, ameliyat izi sizi ömür boyunca bazı bakışlara ve sorulara maruz bırakır. Bazen otobüste hiç tanımadığınız biri pat diye ne olduğunu sorabilir bazen yeni tanıştığınız biri. Hafızanız yarayla ilgili hep taze kalır. Hatta kalıp cümleleriniz oluşur bir süre sonra. Zihninizin bir klasöründen çıkartıp soranlara otomatik bir şekilde oraya ne olduğunu anlatırsınız. Soramayanlar bakışlarıyla anlatır ne hissettiğini. “Ah canım çok da genç” ya da “benim başıma da gelir mi” kaygısı yüzlerden okunur. Bir ize bir yüzünüze bir daha ize bakarlar, iyice sindirirler, belki kendilerince bir hikâye bile yazarlar. Birbirini dürtüp gösterenlerden bahsetmiyorum bile… Yani zaten toplum yaşadığınız travmayı unutmanıza izin vermez ki siz unutasınız. Beden travmaları biriktirir, taşır ve anlatır. Zihin de kendi diliyle travmaları biriktirir, taşır ve anlatır. Bu roman da bu ortaklıktan doğuyor denilebilir.
Romanın genel atmosferinde bir “soğuk gerçeküstülük” hissi var.
Gerçek ile halüsinasyon, geçmiş ile şimdiki zaman sık sık iç içe geçiyor. Bu anlatı formunu seçerken modern Türk edebiyatındaki hangi metinler veya yazarlar size ilham verdi?
Aslında bir birikimin sonucunda şekillendi roman. Spesifik olarak şu roman beni bu tekniği kullanmaya itti diyemem ama bilinç akışı tekniği ile yazılmış tüm romanlar bana bir şeyler kattı muhakkak. Nihayetinde siz nasıl planlarsanız planlayın metnin ihtiyacı diye bir mevhum var. Kurmacanız neye ihtiyaç hissediyorsa, hangi yol ve yöntemin daha iyi anlatacağını düşünüyorsanız öyle yazıyorsunuz. Yüreğin Kabarmış bir andan çıkıp zamansal ve mekânsal olarak defalarca kez sıçrayıp sonunda aynı ana geri dönen bir döngü düzlemine sahip. Defne’nin tetikleyicisi babasının yerde yatan bedeni, öldü mü ölmedi mi sorgusu. Peki şimdi ne olacaktan önce bundan önce ne olmuştu sorusu onu harekete geçiren.
Sorunun tam karşılığını bulması için birkaç ismi de anmadan geçmeyeyim; Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Irmak Zileli, Latife Tekin’den yıllar içerisinde çokça beslendim. Ve öyle verimli toprakları var ki ömrüm boyunca da beslenebileceğimi rahatlıkla söyleyebilirim.