
Bora Abdo, 1977 yılında İstanbul’da doğdu. 1995 yılından beri aktif edebiyat hayatının içinde yer alan yazarın öyküleri Kitap-lık, Sarnıç ve Notos gibi önemli dergilerde yayımlandı. 2012 yılında Alakarga Sanat Yayınları tarafından yayımlanan Öteki Kışın Kitabı adlı ilk öykü kitabıyla 2013 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Yazar, Türk öykücülüğünde özellikle 2000’li yıllardan sonra gelişen düşsel ve çok katmanlı anlatımın önemli temsilcilerinden biri olarak görülür.
“Romina” adlı öyküsü, 2020 yılında çıkan Hayali’nin Tesadüfleri adlı kitabında yer alır. Bu öykü, Bora Abdo’nun edebiyat anlayışını karakteristik biçimde yansıtan, zaman algısıyla oynayan, düşsel ve çok katmanlı bir anlatıdır. Gerçeklik ile hayal arasındaki sınırların neredeyse tamamen silindiği metinde, bilinç akışı tekniği, yoğun imgeler ve semboller aracılığıyla insanın iç dünyası derinlemesine işlenir.
Öykü, Romina adlı karakterin çevresinde gelişiyor gibi görünse de, aslında Romina fiziksel bir varlıktan çok bir simge, anlatıcının bilinçaltını yansıtan bir ayna gibidir. Anlatıcı, Romina üzerinden kendi içsel çatışmalarını, geçmişini ve yalnızlığını sorgular. Metin boyunca olaylardan çok duygular ve sezgisel çağrışımlar ön plandadır.
Bora Abdo’nun dili yoğun, şiirsel ve deneysel bir yapı taşır. Gerçeklik, sürekli değişen imgeler aracılığıyla parçalanır. Bilinç akışıyla akan cümleler, okuru bir rüya atmosferinin içine çeker. Örneğin şu satırlar, hem yazarın üslubunu hem de öykünün ruh halini açıkça ortaya koyar:
“Duvarda guguklu saat durmuştu. Kuş ölmüş… Camları sildim üçüncü sayfa haberleriyle. Camlarda etil alkol hüzne ve kedere bulamıştı.”
Bu cümlelerdeki şiirsellik, sıradan bir ev sahnesini bile metafizik bir atmosfere taşır. Saatin durması, kuşun ölmesi, camların kederle silinmesi… Hepsi birer dış gerçeklik görüntüsünden çok, iç dünyanın çatlaklarını yansıtır.
“Romina”da zaman çizgisi doğrusal değildir. Öykü, geçmiş, şimdi ve hayal arasında gidip gelir. Anlatıcının belleği, tıpkı bir film şeridi gibi kesintili sahneler sunar. Bu nedenle okur, olayların nerede başladığını, nerede bittiğini tam olarak bilemez. Ancak bu belirsizlik, öykünün gücünü artırır.
Mekân da tıpkı zaman gibi sabit değildir. Bir anda bir evin içindeyizdir, sonra bir düşte, sonra bir çocukluk anısında. Gerçek mekânla zihinsel mekân birbirine karışır. Anlatıcının zihninde şekillenen imgeler, öykünün atmosferini kurar. “Kaplumbağa yavrusunu – evin yıkılsın – piyanonun tuşlarının üstünde ilk ben tartakladım. Evini yıktım.” gibi cümleler, fiziksel bir olayı değil, içsel bir yıkımı, suçluluk duygusunu ya da ruhsal bir kırılmayı simgeler.
Öykünün merkezinde derin bir yalnızlık duygusu vardır. Anlatıcı, hem kendinden hem dış dünyadan uzaklaşmıştır. Romina, bu yalnızlığın bir izdüşümü gibidir; bir insan değil, bir ruh hali, bir boşluk, bir yankıdır.
Zamanın akışı bozulmuş, anlar birbirine karışmıştır. “Saat kalp gibi durmuştu” cümlesi, bu bozulmayı en çarpıcı biçimde ifade eder. Saatin durması, hem zamanın hem de duyguların donması anlamına gelir. Kalp-saat benzetmesiyle, mekanik bir nesneye insanî bir nitelik kazandırılır; bu da yazarın sembolik anlatımının derinliğini gösterir.
Öyküdeki mekânlar anlatıcının ruh haline göre biçimlenir. Ev, piyanonun tuşları, guguklu saat, camlar, hepsi birer iç mekân metaforuna dönüşür. Dış dünya, karakterin içindeki kırılmayı ve tedirginliği yansıtan bir ayna gibidir.
Bora Abdo’nun öykülerinde sıkça karşılaşılan simgeler – kaplumbağa, kuş, saat, ev, cam – “Romina”da da karşımıza çıkar. Bu simgeler, hem masalsı hem de karanlık bir atmosfer yaratır. Saatin durması, zamanın akmaması, duygusal bir çöküşü simgelerken; ölü kuş, yitirilen umudu ya da yaşam enerjisini imler.
Bora Abdo’nun “Romina” öyküsü, 20. yüzyıl edebiyatının en belirgin anlatı biçimlerinden biri olan gerçek ile düş karışımını Türkçe öyküye taşıyan örneklerden biridir. Modernist yazarların (Kafka, Cortázar, Borges) etkilerini çağrıştıran bu öyküde, bilinçaltı ve rüya dili öne çıkar. Ancak Abdo’nun farkı, bu anlatımı Türk toplumunun iç dünyasından süzerek, yerli bir melankoliyle harmanlamasıdır.
Yazarın metinlerinde yer alan kişiler, genellikle sıradan mekânlarda yaşayan ama sıradan olmayan zihinlere sahip figürlerdir. Bu figürler, gündelik hayatın içinde bile sürekli düşle gerçek arasında salınır. “Romina” da bu açıdan, Türk öykücülüğünde modernist bir arayışın, duygusal ve varoluşsal bir iç hesaplaşmanın örneğidir.
“Romina”, bir olay öyküsü değildir; bir anın, bir bilinç hâlinin öyküsüdür. Bora Abdo, bu metinde zamanın, belleğin ve duyguların iç içe geçtiği bir iç dünya kurar. Gerçekle düş, rüya ile uyanıklık arasında gidip gelen anlatıcı, Romina’nın varlığıyla kendi içsel karanlığını aydınlatmaya çalışır.
Bu öykü, 20. yüzyılın “gerçek ve düş karışımı” atmosferini yakalarken, insan ruhunun karmaşık katmanlarını da gözler önüne serer. Yalnızlık, suçluluk, zamanın kırılması ve belleğin bulanıklığı gibi temalar, Bora Abdo’nun özgün diliyle birleşerek okuru derin bir sezgi alanına davet eder.
Sonuçta, “Romina”, yalnızca bir kadının ya da bir anlatıcının hikâyesi değil; düşle gerçeğin birbirine karıştığı, zamanın kalp gibi durduğu bir insanlık hâlinin simgesidir.