https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Eskiden şu bardakların biri senin biri benimdi,

Şimdi ikisi de benim…

 Leyla Erbil (1931–2013), 1950 kuşağı Türk edebiyatında hem tema hem de dil açısından sınırları zorlayan modernist bir yazardır. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenim gören Erbil, edebiyata 1950’li yıllarda Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayımlanan öyküleriyle adım atmıştır. 1979’da Tuhaf Bir Kadın romanıyla, 2002’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne Türkiye’den ilk aday gösterilen yazar olmuştur. “Gecede” adlı kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı’na aday olmuş ancak kazanamamıştır. Bu duruma tepki olarak hayatı boyunca bir daha herhangi bir yarışmaya katılmayacağını açıklayan Erbil, kitaplarının ilk sayfasında “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır” yazmıştır.

1950’li yıllar Türk edebiyatında hem toplumsal değişimlerin hem de dil ve üslup yenilenmesinin yoğun biçimde yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemin özellikle ikinci yarısından itibaren, bazı yazarlar toplumsal temaların dışında  bireyin iç dünyasına, yalnızlık, yabancılaşma ve varoluş gibi konulara yönelmiştir. Bu eğilim, modernist anlatımın Türkiye’de ilk örnekleri olmuştur. Yaşar Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Aziz Nesin, Tarık Buğra gibi isimler bu dönemin önemli yazarları arasındadır. Leyla Erbil de eserlerinde orta sınıf ahlakını, bireyleşmeyi, bireyin iç dünyasındaki derinliği ve kadın erkek ilişkilerini bilinç akışı tekniği ile aykırı bir dil kullanarak başkaldırı şeklinde ele almıştır. Bu yönüyle,  “kadın yazar sesi”nin öncülerinden biri olmuştur. Düşünce yapısı olarak Freud, Beckett, Dostoyevski, Sait Faik, Nazım Hikmet, Kafka, Sartre, Shakespeare gibi isimlerden etkilenmiştir.

Erbil’in bu incelemeye konu olan Hallaç kitabındaki “Ölü” adlı öyküsünde, anlatıcı karakterin kendisidir ve bir olay örgüsü yoktur. Kocası ölen kadın onun ölüsü başında serzenişlerini dile getirir ve öykü monolog şeklinde ilerler. Anlatıcının zihninden geçenler ise parantez içinde gösterilmiştir: “Dur bir yol daha bakayım sahip olduğum sana, hah hah hah hah! (mevlütü bir atlatsam!)

Kadın bu öyküde, yaşamı boyunca bastırdığı duyguları, yalnızlığı, geçmişe dair anıları ve pişmanlıklarıyla yüzleşir.  “Ayda kaç para verirler ölüsüne?” cümlesinde kocasının kaybıyla, kocasından kalan parayla geçinip geçinemeyeceğini sorgular. Ataerkil düzen kadını sınırlı bir alana hapseder ve erkeğe bağımlı kılar.

Diğer öykülerinde olduğu gibi “Ölü” öyküsünde de karşımıza çıkan en önemli özelliği kullandığı dildir. Bilinç akışı, iç monolog, noktalamasız cümleleri ve düşünceleri sıçratarak kullandığı dil yapısı ile karakterin ruh halini okuyucuya geçirmektedir. “Leyla İşaretleri” dediği kendine özgü tekniği ile dilin yetmediği yerlerde virgüllü ünlem, virgüllü soru, üç virgül gibi sıra dışı noktalama işaretlerini sıklıkla kullandığı görülmektedir. Bu kullanımı, yazarın keyfi yarattığı estetiksel bakışını değil, onun konuyu eleştirisel olarak ele alış tarzını ve başkaldırısını yansıtmaktadır.

“Ölü”, temelde  kadın kimliğinin bastırılmasını, evlilik kurumunun sıkışmışlığını ve  özgürlük temalarını işler. Ölüm, burada fiziksel bir olaydan çok yaşarken ölme hâli,  kadının susturulması, kimliğinin silinmesi ve içsel bir tükenişidir. Öyküdeki kadın, kocasının ölümüne ağlamaz; ölüm üzerinden öfke, özlem, tiksinti ve tutkuyu iç içe yaşar. Bunu dil üzerinden göstererek karakterin ruhsal karmaşasını sunar ve kadını toplumda “yas tutan dul” kalıbının dışına çıkarır. Onun “ölü”ye seslenişi bir ağıt değildir; yılların bastırılmış duygularını taşımasıdır:

“Otuz yıl seni ne yapacağımı bilemedim; ‘kocam’ diyemedim sana hiç.”

Bu cümle, kadının hem sevgi hem nefret barındıran ikili duygusunu yansıtır. “Ölü”, bu açıdan bu düzenin kadını nasıl bir ruhsal hapishaneye dönüştürdüğünü gösterir.

Ayrıca öyküde güçlü bir ironi kullanımı vardır: Kadın, hem kocasına seslenir hem de onu küçük düşürür ve onunla alay eder:

“Bir memur ölüsünün karısı?.. Daha gencim, güzelim de, kolay mı?..”
ironisiyle toplumun dul kadına bakışını hem içselleştirir hem de alaya alır.

Ölü” alışılmış bir başlangıçla başlamıyor. Öykünün ilk cümlelerinden itibaren karakterin iç sesiyle tanışıyor ve öykü boyunca onun sesleri arasında gidip geliyorsunuz. Bu da öykünün başında sizde bir belirsizlik, huzursuzluk, şaşkınlık gibi karmaşık hisler uyandırıyor. Birinci tekil kişiyle anlatım, bu hisleri daha da güçlendiriyor. Karakter, bazen kocasının ölüp ölmediği düşüncesi arasında sizi kararsız bırakıyor; yarım kalmış cümlelerse güvensiz bir hava yaratıyor. Yazar anlatıp geçmiyor; lirik bir dille sizi sık sık durduruyor. Bu duraksamalar, duygusal bir etki bırakmaktan çok, sizi öykü boyunca canlı tutuyor. Okurken karakterin zihnine girmek, onunla birlikte sorgulamak istiyorsunuz. Leyla Erbil’i ik defa okuduğunuzda kullandığı dili ve tekniği zorlayabilir ama bir süre sonra kelimelerin arasında o derin anlamı yakalamaya başlıyorsunuz.