https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

İlknur Atalkın’ın ilk romanı Tüm Çıkışlar Kapalı, hem bireysel hafızanın hem de kadın olmanın ağırlığını taşıyan bir iç yolculuğun metni. Roman, Nurhayat’ın Amerika’ya yaptığı bir yolculuk sırasında, geçmişiyle ve kendi benliğiyle hesaplaşmasını anlatırken, sürekli tekrarlanan “Amacın ne?” sorusunu yaşamın merkezine yerleştiriyor. Havalimanının kapalı ve klostrofobik atmosferi, kahramanın iç dünyasındaki sıkışmayı, kimlik karmaşasını ve özgürlük arayışını yansıtıyor.
Atalkın, gündelik hayatın küçük ayrıntılarını ustalıkla büyüterek, modern insanın yabancılaşmasını kadın merkezli bir dille işlerken, Hélène Cixous’nun “Yazmak, kendini doğurmaktır” sözünü romanın kalbine yerleştiriyor. Tüm Çıkışlar Kapalı, bir uyanış, bir yüzleşme, bir yeniden doğma romanı… Okurunu, tıpkı karakteri gibi, kendi aynasının karşısında bırakıyor.

Romanın açılışında “Amacın ne?” sorusu defalarca tekrarlanıyor. Bu sorgu, sadece karakterin değil, okurun da içine işleyen bir yankıya dönüşüyor. Bu sorunun çıkış noktası sizin kendi yaşamınızdaki hangi döneme ya da kırılmaya denk geliyor?

Sadece bu roman özelinde değil, yazmaya başladığımdan beri yanıt bulmaktan çok, soru sormanın peşinde oldum. Edebiyatı “insanı anlama sanatı” olarak gördüğüm yerden baktığımda, anlamaya çalışmanın kaçınılmaz olarak bolca soru sormayı gerektirdiğine inanıyorum. Hayatımda tek bir kırılma anı yok; o kadar çok var ki… Hepimiz gibi.
Ama “çıkış” fikrinin özünü çok kişisel bir yerden anlatabilirim. Hepimiz hayatımızın belli dönemlerinde bir noktada şu soruyu kendimize sormuşuzdur;

“Ya bu yolu değil de şu yolu seçseydim ne olurdu? Hayatım nasıl şekillenirdi?”

Benim için bu soru ilk kez yirmili yaşlarımın başında, JFK Havaalanı’nın tuvaletinde yankılandı. Aynada kendime “Amacın ne?” diye sorduğum o anı hiç unutmadım. O sırada kuram vs. bilmiyordum, ayna evresidir, psikanalizdir… ilgi alanıma girmemişti henüz. Ama yüzüme bakarken bir başkasına bakıyormuşum gibi ürperdiğimi hatırlıyorum. Belki de insanın kendiyle ilk buluşması tam da bu: tanıdık olanın bir anlığına yabancılaşması.

Bugün dönüp baktığımda fark ediyorum: Mesele “hangi yolu seçtiğim” değil; hangi noktada durup kendime bakabildiğimmiş. Kapanan kapılar, bazen dışarıyı değil içeriyi gösteriyor. Yazarlık, sanırım, o ilk yabancılaşmanın izini sürmek. Aynadaki kişiyle barışmaya değil, ona dayanarak daha derine inmeye çalışmak. Bu yüzden romanın başındaki tekrar, bir slogan değil; nabız gibi. Okurun eline de bir ayna verebilir umarım: “Benim niyetim ne? Söylediklerimle sustuklarım nerede kesişiyor?”

Edebiyatta hep tartışılır: Romancı romanına ne kadar sızar, sızmalı mıdır? Kurgunun tamamı için olmasa da benim cevabım net, hiç uğraştırmayayım:

Bu romancı en başından itibaren romanın içine düşmüş durumda.

 

Tüm roman boyunca havaalanı, hem geçiş hem bekleyişin mekânı olarak öne çıkıyor. Bu ara-mekânı seçerken, psikolojik ya da sembolik düzeyde neleri temsil etmesini amaçladınız?

Mekânı baştan planlamadım aslında. Hikâye orada doğdu. Çıkış fikrinin doğal bir uzantısıydı havaalanı.  Sonradan üzerine düşündüğümde fark ettim ki, epey de yerine oturmuş. Havaalanları, otogarlar, istasyonlar… tam anlamıyla “hiç yerler” kimsenin bir yere tam olarak ait olamadığı, herkesin geçici olduğu yerler. Ne orada yaşayan var, ne oraya ait olan. Hep “birazdan gidecek” insanlar topluluğu.

Yazarken benim için de bir tür kolektif bilinçdışı metaforu gibi çalıştı. Herkes bir yere gitmeye çalışıyor ama gidemiyor. O bekleme hâli, sıkışmışlık modern insanın varoluş hâline çok yakın; hareket etmeye çalışırken yerinde sayıyor olduğunu hissetmek. Bu da romanın psikolojik derinliğine katkıda bulundu sanırım. Çünkü bazen insanın dışarı çıkamaması, içeriyi farketmesi için bir fırsata dönüşüyor. Özetle bilinçli olarak baştan planlanmasa da bu “ara-mekân” fikri sadece sembolik değil, aynı zamanda psikolojik bir zemin de oluşturdu.

İki ana karakter Nurhayat ve Nora, o bekleme hâlinde fiziksel çıkış kapıları kapandıkça, içsel çıkış yolları beliriyor. Havaalanının klostrofobik atmosferi, onların kendi zihinlerinin koridorlarını aydınlatmak için bir durak oldu. Ne tamamen geçmişte ne de gelecekte; tam o arada, şimdide yüzleşilen bir durak.

 

Nurhayat karakteri üzerinden aidiyet, kadınlık ve kimlik meselelerini çok katmanlı biçimde işliyorsunuz. Bu karakteri yaratırken hangi iç sesleri, hangi tanıklıkları dinlediniz?

Evet, ana karakterler üzerinden aidiyet, kadınlık ve kimlik meseleleri temelindeydi fikrim. Nurhayat’ı yazarken, zaten hepimizin içinde fazlasıyla yer alan her biri birbirinden farklı karakterler, farklı kimlikler yardımcı oldu bana. Birini yazarken diğerleri sıraya giriyordu. Kadın olmak da biraz öyle; bir yanın çay demliyor, soğan doğruyor; bir diğeri çocukluğuna dönüyor; öbür yanın ise ‘artık yeter’ deyip, ‘kadın işi’ sayılmayan yerlerde kendine yer açıyor. Ben o sesleri bastırmadan, birbirine karışmasına izin vererek yazmaya çalıştım.

Kadınlık dediğimiz şey kolektif bir deneyim. “Güçlü kadın”, “fedakâr kadın”, “sessiz kadın”, “çok konuşan kadın”… Etiket bol da, hangisi gerçek sen?  Nurhayat da bu etiketlerin tam ortasında, bazen içlerinden birine tutunmaya çalışıyor, bazen hepsini tek hamlede reddediyor.

Yazarken benden önce kalemi eline almış kadınların omzuna yaslandım. Woolf’un odasından sızan yalnızlık, Leyla Erbil’in öfkesindeki zeka, Adalet Ağaoğlu’nun o ince ironi duygusu… Hepsi bir şekilde oradaydı.

Bazen düşünüyorum: Bizim neslimizin bütün anneleri bu kadınları okusaydı, okuyan az çünkü bizim coğrafyamızda, kızlarını ve oğullarını başka türlü yetiştirirlerdi. Belki kızlar kendini bu kadar açıklamak zorunda kalmaz, oğullar da duygularını bu kadar saklamazdı. Eril tahakkümün altında kalmamak için hâlâ bu kadar çabalıyor olmazdık. Belki o zaman “kadınlık” bir savunma hattı değil, sadece bir varoluş biçimi olurdu.

Bir de kadın yazını bana hep şu mesafeyi verdi: hem kendine gülebilme hem de o gülüşün ardındaki acıyı inkâr etmeme alanı. Nurhayat da o arada duruyor zaten;  trajedinin hemen yanında, ama elinde küçük bir kahkaha tutarak.

 

Metinde Türkçe ve İngilizce arasındaki geçişler, tıpkı kimliklerin geçişliliği gibi akışkan. Bu çokdilli yapıyı bir anlatım tekniği olarak mı düşündünüz, yoksa karakterin iç dünyasının doğal sonucu olarak mı gelişti?

 İngilizceyi teknik bir tercih olarak düşünmedim. Havalimanı zaten o dili dayatıyor insana. Tabelalar, anonslar, pasaport soruları… New York’ta bir havaalanındaysan, ister istemez ingilizce düşünmeye başlıyorsun. Ama bu düşünme hâli, bir ait olma duygusu yaratmaktan çok, bir boşluk hissiyle birlikte geliyor. Dil, sadece insanın kim olduğunu değil, kim olamadığını da fısıldıyor.

Nurhayat’ın dilinin İngilizceye kaydığı anlar bir kaçış değil, daha çok bir arayış. O dili benimsemiş, bir dönem o dilin içinde  yaşamış ama sonra ondan uzak düşmüş biri. Unutulan bir dille konuşmanın tuhaf bir tarafı vardır; sözcükleri hatırlarsın ama tonunu kaybedersin. Nurhayat da tam o sınırda duruyor; bildiğiyle unuttuğu arasında. Türkçeye geçtiğinde tamamlanmıyor, İngilizceye döndüğünde de eksilmiyor; aradaki o yer belki de asıl sesi.

Nora üzerinden de bunu görünür kılmak istedim. Çünkü öfke gibi duygular, en saf haliyle ana dilde belirir. İnsan öfkesini çeviremez; çevirmeye çalıştığında ya yumuşatır ya kabalaştırır.

Politik bir yerden de bakış var dile aslında. Romanda bu, görünmez ama her yerde hissedilen bir mekanizma. Her devlet, kendi ideolojisine göre insanı biçimlendirmeye çalışıyor; pasaportla değil, belleğiyle mühürlüyor onu. Kimin neyi hatırlayıp neyi unutacağını, hangi kelimenin doğru, hangisinin tehlikeli olduğunu belirleyen sessiz bir otorite gibi. Bazen diller değil, sessizlikler bile denetim altında. Tüm o protokoller, kimlik kontrol noktaları, göçmen masaları… hepsi birer sahne aslında; insanın kendi hikâyesine bile “izinle” girdiği yerler.

Romanın sonunda “Tüm çıkışlar kapalı” ifadesi bir kabullenme mi, bir isyan mı? Sizce bir kadın için “çıkış” kavramı bugün ne anlama geliyor?

İsyan, evet. Ama bu öyle bağırarak yapılan bir isyan değil. Daha çok içte yankılanan bir “artık yeter” hâli.  Sanat zaten kabullenememekten, bir derdin olmasından doğmuyor mu?  Anlamaya çalışmak bile başlı başına bir itiraz. Çünkü anlamaya kalktığın anda düzenin sessizliğini bozuyorsun. Yazmak da o sessizliğe küçük bir taş atmak gibi. Kimseyi yaralamasın ve fakat yankısı kalırsa ne mutlu bana!

Kadınlar için “çıkış” kelimesi çok katmanlı. Kimi için gitmek, kimi için kalmak, kimi için sadece konuşabilmek. Benim içinse yazmak: hem kendini hem ötekini anlama biçimi olarak yazmak.

Hélène Cixous’nun “Yazmak, kendini doğurmaktır” sözünü bu yüzden çok içselleştirdim. Yazı, bir direniş biçimi olduğu kadar, direnişin sürekliliğini sağlayan bir alan. Sustukça kaybolan şeyleri, kelimelerle yeniden hayata döndürmek.

Ben “çıkış” kavramını bireysel bir özgürlükten çok, kolektif bir sorumluluk olarak görüyorum. Biz anne olmayı seçmiş kadınlar, yalnızca kendi çocuklarımız için değil, eşit şartlarda doğmamış ya da toplumsal cinsiyet normlarına uymak zorunda olmayan tüm çocuklar için de elimizi taşın altına koymak zorundayız. Bize sorulmadığı gibi biz de sormadık çocuklarımıza: “Hazır mısın bu dünyaya?”
Sırf bu yüzden en azından daha yaşanılabilir bir dünya için çabalamalıyız; sadece doğurganlık yetimize sığınarak kaçamayız bundan.

Ez cümle “Tüm Çıkışlar Kapalı” derken aslında şunu söylüyorum: Dışarıdaki kapılar kapanabilir, ama içimizde hâlâ bir yol var. Kadınlar için en radikal eylem, o yolu yazıyla, sanatla, dayanışmayla, anlamaya devam ederek açık tutmak. Çünkü belki de çıkış, kaçmak değil, kalıp dönüştürmektir.