
Nacişko’nun Karşılaşma adlı kitabı, kimlik, cinsellik ve dönüşüm temalarını samimi ve derinlikli bir dille ele alıyor. Yazar, bireyin kendini kurma mücadelesini, toplumsal normlara karşı geliştirilen sessiz bir direnişle anlatıyor. Bu söyleşide Nacişko, kitabın arka planındaki düşünsel etkileri, feminist psikanalizle kurduğu bağı ve edebiyatın dönüştürücü gücüne dair yaklaşımını paylaşıyor.
“Karşılaşma” adlı kitabınızda ilişkiler, kimlik ve dönüşüm temaları dikkat çekiyor. Bu öyküleri yazarken sizi en çok etkileyen ya da tetikleyen mesele neydi?
Cinsellikti. Dar anlamda cinsel eylem değil tabii; cinsel fark, cinsiyet, cinsiyet kimliği, cinsiyet kimliği ifadesi, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet rolleri vs…
Bir de şiddetsizlik.
Ben bu kitaptaki öyküleri, çoğunluk 2022 yılında yazdım. O dönem devam ettiğim yazarlık atölyesinin yanında Psikanaliz ve Feminizm seminerlerine[ katılmıştım. Alev Özkazanç, bu seminerlerde psikanalize geniş bir Freud okumasıyla girip feminist eleştirileri anlatıyor ve nihayet feminist psikanaliz okumaları yapıyor. Çoğunluk yakın okuma ve anlatım olan bu seminer dersleri okurlara da öneririm, sanırım hâlâ sonbaharda online sınıf açılıyor. Tahmin edilebilir ki bu seminerler cinsellik konusunda beni bayağı besledi. Bunun öncesinden gelen uzun yıllar feminist hak savunuculuğu ve örgütlenme deneyimim de var. Beraber örgütlendiğim, feminist öz savunma, şiddetsizlik ve hak savunuculuğu üzerine beraber çalıştığım arkadaşlarımla “başka bir dünya mümkün” ve yaşamın her alanında nasıl kurulur üstüne çok düşünürüz. İlk öyküden belli olan bir mesele de bu sanırım, bir yaşam kurmak üstüne derdi olan insanlar…
Toplum baskısını kişisel yaşantıda reddetmek, bireysel olarak normların dışında bir yaşam sürmek “devrim yapmaya” nispeten kolay görünüyor kimine. Oysa insan içselleştirdiği öğeleri görmekte zorlanıyor, içselleştirme zaten böyle bir şey. Toplumdan azade bir insan var mı? Olmadığına göre kendine karşı sorumlu, saygılı veya özenli insan (artık hangi etik anlayıştaysanız) kendiliğini nasıl bulacak? Kişi kendi değişimini nasıl kuruyor? Çevresindeki hangi kaynaklardan nasıl besleniyor bu amaçla? Kendine bir yaşam kurmaya çalışırken ne tür zorluklarla karşılaşıyor? Zorluklar karşısında nasıl bir irade gösteriyor ki nihayet yaşam mutlu rastlantılarla örülü bir hâle dönüşüyor? Bunun gibi pek çok soru ve sorun vardı zihnimde.
Kitap malumunuz 2025’te basıldı. Basılmadan bir daha okuduğumda dosyada başka bir tema daha gördüm ben: Aşk. Tabii bu da günlük anlamda aşk değil. Gerçi ondan da hayli varmış ama benim gördüğüm aşk, bir merakla el ele giden, bir arkadaş sıcaklığıyla ortaya çıkıveren, yaşama sevincini tetikleyen bir aşk. Aslında aşk, örgütlenmektir sözüne yakışır bir aşk.
Ve arkadaşlık, dayanışma, yakınlık…
Kitabınızda kadın karakterlerin iç sesi, düşünce akışı ve duygusal dönüşümleri çok canlı aktarılmış. Bu karakterleri oluştururken ilham aldığınız kişiler ya da deneyimler oldu mu?
Oldu. Demin bahsettiğim gibi, öyküleri yazdığım dönem beni etkileyen iki düşünsel eylem vardı: biri yazarlık atölyesindeki çalışmalar, okumalar ve diğeri de seminerlerdeki feminist psikanaliz üzerine okumalar… Ayrıca okumayı da hep sevmişimdir. Haliyle etkilendiğim kişiler ve deneyimler kitaplarda yaşıyordu veya kitapları yazıyordu. Hatırladığım kadarıyla kişileri sayayım:
Sigmund Freud, Juliet Mitchell, Jacques Lacan, Julia Kristeva, Luce Irigaray, Judith Butler, Otto Kernberg, Eva Illouz, Wilhelm Schmid, Ursula K. Le Guin, Virginia Woolf, Marguerite Yourcenar, Kate Chopin, Shirley Jackson, Doris Lessing, Bilge Karasu, Burçin Tetik, Irmak Zileli, Gülten Akın, Tomris Uyar, Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Kharon…
Herhalde bir de Melisa Ceren Hasmaden’in Tomris Uyar’dan alıntıladığı şu ifade var: “Hayatta herkesin başına bir saksı düşebilir ama bir öyküde birinin başına saksı düşürebilmeniz için yeterince nedeniniz olması gerekir.” Bu alıntıyı sıkça duymak bir deneyim sayılabilir.
Bunların üstüne çok düşünmek etkili olmuştur sanıyorum, bu karakter bunu der mi gibisine düşünmekten bahsetmiyorum ama. Herkes her şeyi yapabilir, söyleyebilir ve düşünebilir tabii ki… Fakat benim bildiğim, hayatın olağan akışı içinde olup da, bi’ nedenle kurmaca dünyada yok sayılan kişiler veyahut durumlar var mı diye düşünmek. Varsa o olağan akış nasıl-dı-r?
Metinlerde zaman zaman rüya ile gerçek, geçmişle şimdi iç içe geçiyor. Bu anlatım biçimini seçmenizde nasıl bir neden ya da arayış vardı?
Hikâyede yeri vardı. Aslında neden bu.
Bunun dışında rüya değişik imkanlara çok açık bir biçim. Ejderha gördüm diyebilirim, ondan kaçarken bir boşluktan aşağı düşüyordum ki uyandım. Ya da tam bir uçurumun kenarına gelmiştim ki havalanıverdim. Fantezi ya da bilim kurgu yazmayacaksam bu tür uçuk kaçıklıklar için rüya anlatısı kurmayı deniyordum çoğunlukla. Burada çok açık sözlü bir dürüstlük kurmak isterim, bazen bir rüya anlatısı kurmak (belki buna bir gündüz düşü ya da fantezi demek de mümkündür) üstüne bütün öykünün biçimlendiği oldu.
Geçmişle şimdinin iç içe geçmesi ise çok insanî bir durum. Hatta tüm canlılara dair bir durum ama bu kitapta çoğunlukla insanlar var. Zihnin içinden konuşmalar da bolca var. Dolayısıyla böyle bir anlatım biçimi ortaya çıktı.
Kitaptaki öykülerde queer temalar, aile yapısı ve toplumsal normlara karşı kişisel itirazlar öne çıkıyor. Bu yönleriyle kitabınızı nasıl bir edebi-politik bağlamda konumlandırıyorsunuz?
Belirli bir bağlamda konumlandırmıyorum. Bunun sabitlemeyle ilişkisinden ötürü konumlandırmaktan kaçınırım; aynı zamanda yazdıklarıma bir konum belirleyecek kadar mesafem olması mümkün değil sanırım.
Rebecca Solnit, “Yürümek bir mesafeye değil, bir düşünce biçimine açılmaktır” der. Kitabı bu tür bir yürüyüşe benzettiğimi söylemem uygun olabilir. Sadece Karşılaşma’yı da değil kitapları bu tür bir yürüyüşe benzetirim, benzediklerinde okuduğumdan zevk duyarım.
Biraz önce (ilk soruda) söylediğim bir durum var; öyküleri yazdıktan üç yıl sonra okuduğumda onlarda farklı bir tema görebiliyorum ya da evvelinden başka şeyler öne çıkıyor. Bundan üç yıl sonra okuduğumda da bugünden başka şeyler düşünebilmek, başka hisler duyabilmek isterim. Ki ben yazdığım için bir daha bir daha okurum muhtemelen ama başkası bunu yapar mı bilemem. Dolayısıyla okurun yerleştirdiği bir konum olabilir, bunu da zamanla görürüz.
İlk kitabınızı yayımlamış bir yazar olarak, bundan sonraki yazı yolculuğunuzda neleri keşfetmek ya da derinleştirmek istersiniz?
Öncelikle romanı diyeyim. Roman yazmaya çalışıyorum bir zamandır, nasıl yazacağımı keşfetmem gerekiyor. Açıkçası ben eskiden daha çok roman okurdum. Yazı atölyelerinde okumayı da öğrendim desem yeridir, öykülerden zevk almaya böylece başladım. Öykü üstünde çalıştığımız için de öyküler yazdım. Cinsellik diye düşündüğüm bir dosya çalışmasıydı, yokluk üstüne de bir dosya açabilmek isterim. Bugünün dikkat seviyesi ve edebiyat atölyelerinin çoğunun öykü üzerinden yürütüldüğü düşünülünce öyküler daha da yaygınlaşacak gibi geliyor, bu somut olabilir lakin bir yanılsama içine girmemek önemli sanıyorum, öykü kısalığından ötürü daha hızlı tüketilebilecek bir şey değil, yoğun bir anlatı olduğu için üstüne yıllarca düşünülebilir. Bu yoğunlukta ve daha açık öyküler yazmaya da çalışıyorum. Şimdiye kadar yazdıklarım bazen kapalı bulunuyor, ya da net durumları, anları gösteriyor. Zamanın ötesindeki kavramları bir durumsallık içinde görmek (ve tabii göstermek) nasıl mümkün? Bu soruda derinleşmek isterim.
Ayrıca ilk kitap çok insanlı. En fazla insanların görüşüyle doğa, bir tür manzara, içeriyor. Daha kapsayıcı, yaşamla daha bütün hikâyeler, atmosferler kurabilmek de isterim.
[1] Meraklısı için: https://www.instagram.com/psikanalizvefeminizmsemineri/
[2] Uyar, Tomris; “Edebiyatta Önemli Olan İnandırıcılıktır, İçtenlik ya da Sahicilik Değil”, Kitapla Direniş içinde, s.495
[3] Solnit, Rebecca; Wanderlust: A History of Walking