
“Oo Murat Beyler de buyur etmişler aramıza. Hoş geldiniz sefa geldiniz. Bu ne şeref! Yoksa iş görüşmesinden falan mı geliyorsunuz? Düşer bayılırım şurada bak. Adam olacağım dedin sonunda ha!” Murat’tan ses seda çıkmıyor. Buraya böyle gelmemesi gerektiğinin farkındaydı ama ne yapsın, karnı acıkmıştı bir kere ve yemek yemesi gerekiyordu. “Keşke mutfaktan çıkmalarını bekleseydim.” diye bir an düşünse de artık bunun için çok geçti. Babasının kinaye ve öfke dolu saçmalıklarından (nasihatler mi desem) daha ağzına bir lokma bir şey koyamadan tüm tadı tuzu kaçıp gitmişti. Murat (gerçekten çok bozuk bir sesle): “Bakıyorum” deyip oradan ayrılmak istese de babası üniversite mezunu olup 27 yaşında hala işsiz güçsüz gezen oğluna sorumluluk aşılamak için “Bugün bu bulaşıkların hepsini yıkıyorsun, yarım saat sonra geleceğim, bir tane küçük çay kaşığı göreyim yıkanmamış bak neler oluyor burada.” Sonra da kocaman göbeğini masadan zar zor kaldırıp yılışık yılışık gülerek (o anda herhalde dünya üzerinde ondan daha itici bir adam bulunamazdı) mutfaktan ayrıldı. Murat bozuk bir suratla olduğu yerde duruyor, hadi ama canım, bak bir dünya bulaşık çıkartmışlar orada, hadi çabuk köpürtmeye başla. Düşünme, yapabileceğim ne var ki başka, diye boşuna.
Bir yarım saat sonra işi bitince babası mutfağa bir göz gezdirip üstten ve itici bir tonla “Salona gel, konuşacağız.” dedi. Son günlerde nedense Murat’ın günleri hep böyle geçip gidiyordu. Dışarıda bazen gerçekten iş arayıp bazen de (umutsuzluğa yenildiği vakitler) boş boş dolandıktan sonra evdekilerden güzel bir azar yiyip sonra da babasının sonu gelmez bunaltıcı nasihatlerini çekmek ardından da yatıp aynı günü sil baştan tekrar etmek.
Murat odasında düşünmeye çalışıyordu: “Sen git okul üstüne okul bitir, üniversitesiydi hocasıydı derken bir sürü adamın havasını cıvasını çek sonra da gel işsiz güçsüz kal üstüne bir de akşama kadar ananın babanın dilinden kurtulama. Ne güzel hayat be.” Kafası ağrımaya başlıyor. “Bu gittiğim kaçıncı yer be! Olmuyor işte, ne yapayım. Elimden daha iyisi gelse.” Küçüklüğü aklına geliyor birden. Babası yine kızıyor, bağırıyor ona. Yine onu tutup (bugünkünden hiçbir farkı olmayan) uzun uzun nasihatler, nasıl günde 8-9 saat ders çalışıp her sınavda sınıf birincisi olması gerektiğiyle ilgili bir şeyler geveleyip duruyor. “Bu kadar büyüdüm de neye yaradı.” diye düşünüyor Murat içli içli. Derken yattığı yerden gözüne gardırobun aynasına konmuş koca bir karasinek ilişiyor. Hemen yattığı yerden kalkıp masasında duran öylesine bir kitabı eline geçiriyor; sinek de olacakları öngörürmüşçesine hızla kapalı duran pencerenin camına yetişip boyuna çarpıp durmaya başlıyor.
Murat istifini hiç bozmadan sakince pozisyonunu alıp elindeki kitabı odada yankılanan bir “Şak!” sesiyle sineğin üstüne indiriverdi. Pencerenin üstünde belli belirsiz siyah bir leke kalmıştı, kitabının arkasını çevirdiğinde hiçbir lekeyle karşılaşmadığına şaşırırdı. “Bayağı temiz çalışmışım.” deyip istemsizce sırıtarak yatağına döndü. Şimdi kalksam pedere ‘Başlarım senin iş görüşmene, ben sinek avcısı olacağım’ desem ne tepki verir acaba? İçten içe gülerek aklından olası senaryoları geçirip durmaya başladı. Hiç yoktan morali yerine gelmiş gibiydi. Derken gözünde camdaki siyah lekenin yanında hareketsizce duran bir başka sinek takıldı, sıkıntının yarattığı bir hüzünle, bir sinek kadar bile beni seven kimse yok, diye aklından geçirdi ve uyudu.
Gece rüyasında babası Murat’ı duvarları, tavanı her yeri sineklerle dolu bir odaya soktu. Kapıyı da kapayıp kilitlemeden önce “Bir tane sağlam göreyim bak neler oluyor burada.” dedi, Murat da hemen bir iki tanesini öldürüp eline silah olarak alabileceği bir şey aramaya başladı. Ama odada gün yüzü gözükmüyordu. Derken tavanda duran o sinek yığınının içinden Murat’ın boyu kadar bir tanesi çıkıp elinde dün geceki sineği öldürmekte kullandığı kitapla tam karşısında duruverdi. “Bunu mu arıyorsun?” deyip korkunç turuncu gözlerini Murat’ın korkudan donakalmış yüzüne iyice yaklaştırdı. Sonra da kitabı tam kafasına indirecekken Murat büyük bir haykırışla terden sırılsıklam olmuş yatağından sıçrayıverdi.
Bundan yarım saat kadar sonra Murat, evlerinin yakınında durakta oflaya puflaya otobüs beklemeye, sıkkınlıkla durağın bir ucundan bir ucuna volta atmaya başlamıştı bile. Evden birine yakalanırım şimdi diye kahvaltı bile edememişti. Hani sevgili okurum nasıl anlatsam sana, insan hayatta bir noktaya varır ve tam da o noktada artık umutlanmayı falan bırakın kederlenecek, dertlenecek hatta en ufak bir iç geçirecek en ufak bir neden dahi bulamaz olur İşte Murat o noktayı ne zaman geçtiğinin belirsizliği ve ürpertici merakı içerisindeyken otobüsü karşıdaki kavşaktan görünüverdi.
Kırk beş dakika kadar süren bunaltıcı otobüs yolculuğunun ardından sonunda metroya da varabilmişti. Demiryolunun içinde rastgele oraya buraya saçılmış gibi duran çakıl taşlarına, oraya buraya asılmış saçma sapan film afişlerine falan bakıp zamanı geçirmeye çalışıyordu ki yanında duran siyahlı kadına gözü takıldı. Tuhaf görüneceğinden hemen başını kaldırıp yüzüne bakmak istemedi onun yerine ayakkabılarını, çantasını, kolunda duran küçük dikdörtgen saatini falan incelemeye başladı. Sonra bunun da yanlış anlaşılabileceğini varsayıp iyiden iyiye kadından uzaklaştı. Derken Murat’ın aklına bu hanımefendi ile ilgili hepsi birbirinden tutarsız ve yersiz bir sürü hayat olasılığı hücum etmeye başladı. Birinde asık suratlı; hayatı işten eve, evden işe gitmekle geçen bir öğretmen oluyor öbüründe sabahtan akşama kadar bütün gününü arsız patronlarıyla didişip durarak harcayan bir sekreter oluveriyor; bir diğerindeyse hayatını oraya buraya gündeliğe, temizliğe gidip gelmekle tüketen, milletin yerini süpürüp camını silmekten başka iş bilmeyen hüzünlü bir gündelikçiye dönüşüyordu. Bu tatlı hayaller içerisinde arsızca birinden diğerine atlayıp dururken Murat, yaklaşmakta olan metronun kulak tırmalayan sesiyle kendine geliverdi, soluna baktı. Kadını göremedi.
Murat şansın da yardımıyla kendine oturacak bir yer bulduktan sonra saatini kontrol etti. Bak hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Bayağı geç kaldım. Olsun, en azından devam ediyorum hala bak. Devam etmek. Devam etmek için yaşamıyor muyuz hepimiz zaten ha! Olsun, canımı sıkmayacağım, bugün birkaç yere daha bakarım, olmadı yarın. Yarın. (keşke beş kuruş değeri olsa) Göreceksiniz bak! Yarın. Her şey bitecek.”