
Murat Şahin Öcal
1.Javier Marias’ın Duygusal Adam romanı, hayatın sadece yaşanandan ibaret olmadığını, asıl meselenin, bütün yaşanmışlıkları nasıl hatırladığımız ve anlattığımız olduğunu fark etmeyi sağlayan bir romandı. Marias, aşkın ve belleğin ne kadar güvenilmez ne kadar kaygan bir zeminde durduğunu göstererek okuru savunmasız ve en şüpheci yerinden yakalıyordu. Javier Marias’ın çevrilmiş tüm romanlarını okudum, çok severek takip ettiğim bir yazardır.
- Metis’in yüzünü güldüren, Gospodinov’un Bahçıvanın Ölümü. Çok etkileyici bir kitaptı veTürkiyede çok yoğun bir ilgi gördü. Bu ilgiyi yazarın beceri ve üslubu yanı sıra, biraz iki toplumun birbirine komşu olmasından kaynaklanan, ortak manevi referanslara sahip olmasına bağlıyorum. Zarif bir ağıttı, ayrıca çok şiirsel bir dili var. Keza Bahçıvanın Ölümü ile eşanlı yayınlanan Yokluğun Haritaları’nı da okudum, o da güzeldi. Bahçıvanın Ölümü’de -doğru hatırlıyorsam, kelime kelime aynı olmayabilir- “aşk yanında uyuduğun kişiyi rüyanda görmektir,” diye bir dize vardı. Hani bazı akşamcılar tek bir meze ile bir şişeyi içerlermiş ya, bu dize de öyle. Alt kelimeden mürekkep tek bir cümle gece boyu kandil gibi yanıyor insanın zihninde.
- Tam olarak nasıl bir iz bıraktı çıkaramıyorum ama Hüsnü Arkan’ın Atıf Bey ve Diğer Muhteremler kitabını çok sevmiştim. Hani dirseğinizde bir morluk fark eder fakat ne zaman nereye çarptığınızı hatırlamazsınız ya galiba öyle bir şey oldu. Şimdi nereye nasıl dokunduğunu tarif edemiyorum. Ama nüfuz etmiş olmalı, ilk beşte aklıma geldi.
- Devrim Koçak’ın ikinci romanı Yağmurdan Önce Bahardan sonra romanı iz bırakan değil ama kurmaca tekniği ve yaratıcılığı ile etkilendiğim kitaplardan biri oldu. İlk romanı Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler’i de okumuştum. İkinci romanında biraz daha üslupçu bir dil geliştirmiş ama ilk romanındaki yalın üslup bana daha yakın gelmişti.
- 2013’de okuduğum Hermann Broch’un Büyülenme romanını bu yıl tekrar okudum. Büyülenme okura, kötülüğün dışarıdan gelen bir şey değil, içten içe yayılan tatlı bir kamaşma hali olduğunu hissettirir. Bir dağ köyünün, karizmatik bir yabancının vaatlerine kanıp yavaş yavaş akıldan ve vicdandan uzaklaşmasını okuruz. Süheyla Kara’nın başarılı çevirisiyle, altını çizdiklerimden bir parça paylaşmak ve Broch’un hak ettiği ilgiye kavuşmasına küçük de olsa katkıda bulunmak isterim.
“Öyle günler vardır ki dünya, dayalı döşeli bir odaya benzer; açık renklere boyanmış tabanı gökyüzü gibi hisseder açık yeşil duvar kağıdına, dağlara bakar gibi bakarsınız. Yaşamın rengarenk halısı üzerinde yuvarlanan oyuncakların çocuksu şirin müziği ulaşır kulaklarınıza. Bazen bu ilkbahar günleri yazın ortalarına, hatta sonbahara kadar uzanır, sonra yaşlılık zamanının çocukluk günlerine dönüşür. Bütün çocuk oyunlarının ve son barışın arkasında yatan bir şeylerin anımsanması gibi dokunaklıdır bu günler.” (s.119)
Mehmet Zahit
Ali Çağlar Kale
2025 yılı benim için oldukça anlamlı geçti. İlk öykü kitabım Parma Kitaptan çıktı. Gurur vericiydi. Yeni öykülerin peşinde koştum. Tabi, bir yazarı besleyen en önemli şeylerden biri de bol bol okumaktır. Ben de bu yılı elden geldiğince çok okuyarak geçirmeye çalıştım. Benim adıma 2025’in ilk beş kitabını paylaşmak istiyorum.
Deli İbram Divanı, Ahmet Büke.
Ahmet Büke, romanda İzmir’e, İzmir açıklarındaki Köstence Adası’na odaklanıyor. Ülkemizin derin adaletsizlikler tarihinden bir kesiti sunarken neşteri açıkça derine vuruyor. Bir yanda insanın saf kalabilme adına verdiği mücadele diğer yanda ise daha fazla zenginleşmek için insana, hayvana, doğaya hiç acımayan zihniyet. Büke, geçmişle gelecek arasında bir bağ kurarak halkın efsanelerinden yararlanıyor ve bunu metne çok iyi yediriyor. Hiç bitmeyen adaletsizliğe karşı bir başkaldırı geleneği yaratması adına, “dirilip dirilip gelenlerden” yana koyduğu tavırla beni etkileyen bir eserdi “Deli İbram Divanı.”
Meryem’in Çiçekleri, Abdullah Ataşçı.
Abdullah Ataşçı, romanında Anadolu topraklarının yaşadığı çılgın zamanlardan belki de en hüzünlüsünü anlatıyor. Kitap, 1914’ten hemen sonrasına odaklanıyor. Ülke savaşa girerken yönetenlerin Ermeniler için düşündüğü göçün büyük trajedisini gözler önüne seriyor. İnsanların yaşadığı dramı iliklerine kadar hissediyor okur. Tarihte anlatılanlar hep istatistiklerdir. Edebiyat ise devletlerden ziyade bizzat insanı özne yapar ve insanın yaşamına odaklanır. Bu kitap bende bir şeyleri yeniden harekete geçirdi. Yıllar önce Zabel Yesayan’ın “Yıkıntılar Arasında” adlı eserini okuduğumda hüngür hüngür ağlamıştım. Meryem’in Çiçekleri, ağlamaktan da öte bir duygu sağanağına sebep oldu. Ayrıca Ataşçı’nın tabu olarak kabul edilen ve dokunulamaz olan konuları cesaretle dile getirmesi takdir edilesi.
Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar, Polat Özlüoğlu.
“Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar”; iç burkan, nakavt eden, çocukluğun çorak arazilerinde gezdirip ayaklarınızı kanatan fakat yine de o araziden çıkarmayan bir öykü kitabı. Öykülerin birçoğu kahramanların çocukluklarına dönüşlerle ilgili. Ne kadar büyürse büyüsün insan, bir şey var şu çocuklukta, hüzünle yıkanmış, mayhoş bir şey… Yarım kalmış, kırık dökük çocukluk günlerinden çıkıp gelen insanların dramını okurken herkes kendinden önemli bir parça bulacaktır bu eserde.
Dünyanın Bütün Karıncaları, Cabir Özyıldız.
“Dünyanın Bütün Karıncaları”; emeğin, direnişin, kırgınlıkların, dayanışmanın anlatıldığı bir öykü kitabı. Öykülerde sıradan insanların büyüklüklerini görüyoruz. Kitabın adındaki karınca metaforu da aslında yazarın okurda harekete geçirmek istediği duyguyu bizzat veriyor. Cabir Özyıldız, sade ve akıcı anlatımının yanı sıra atmosfer kurmadaki başarısıyla da dikkat çekiyor. Kuşkusuz okuru rahatsız etmeyi de seviyor.
Peri Gazozu, Ercan Kesal.
Ercan Kesal, “Peri Gazozu”nda tanık olduğu, yaşadığı olayları son derece akıcı şekilde sunuyor. Kitabı okurken duygudan duyguya giriyorsunuz. Durup bekliyorsunuz. Çünkü sindirmeniz gerekiyor, mümkünse tabi. Yazar, anlatısında bireysel olguları toplumsal bunalımlara bağlamada oldukça mahir. Kıyıda kalanları, tutunmak için bir dal arayıp da bulamayanları, “modern” sayılan çağda acımasızca yok edilenleri, bu toprakların geçirdiği bunalımları, kıyımları, yoklukları anlatıyor. Üstelik bunu yaparken de okuru yüreğinden yakalayıp sarsıyor.
Umarım 2026 yılı hem ülkemiz hem dünyamız için güzel geçer. Dilerim papatyalar açar bahçelerimizde. Teşekkür ederim.
İlknur Atalkın
Değişme İsteği – Erkekler, Erkeklik ve Sevgi / bell hooks
1 – 2025’te hayatımda neye karşılık geldi?
“Erkeklikler” meselesi sadece bu yıl hayatımda yeni bir şeye karşılık gelmedi aslında. Hep orada; erkekliğin sevgiyle değil, disiplinle kurulan bir dünyası var. hooks da bu kitapta tam olarak bunu dert ediyor; ataerkinin sadece kadınları değil, erkekleri de duygudan, kendini tanımaktan ve sevme kapasitesinden nasıl alıkoyduğuna bakıyor.
Ben de tüm deneyimlerime ve gözlemlerime dayanarak “erkeklerin dünya kuramaması” meselesini romantize etmeden, şikâyete çevirmeden, ama şefkati de çöpe atmadan düşünmeye ve bunu nasıl yazarım üzerine çalışıyorum son dönemde. Hiç de kolay olmuyor.
2 – Okur ya da yazar olarak beni hangi yerden yakaladı?
Sevgiyi soyut bir iyi niyet değil, politik ve gündelik bir pratik olarak ele alması. Baktığımız her yerde karşılaştığımız erkekliklerde sayısız örneğini görüyoruz bunun. Erkekliğin sevgiyle yeniden kurulabileceğini, bunun için de ataerkiye meydan okumak gerektiğini söylüyor. hooks tam buradan yakalıyor beni diyebilirim. Çünkü bence de “erkeklik” dediğimiz şey, çoğu zaman bir duygu yoksunluğu değil; duyguya yaklaşmanın yasaklanması. Bu yasakların kaldırılması için bir şeyler yapmalı, ama nasıl?
Bir de ek: Asıl adı Gloria Jean Watkins, kendi deyimiyle ego-merkezli yazarlık kültürüne itiraz olarak seçiyor bu mahlası ( bell hooks) Ve özellikle küçük harf kullanıyor ad ve soyadında. Bu tip bir biçim tercihi, akademik/entelektüel alanda “yazar-star” figürünü biraz geri iten, düşüncenin kolektif ve politik tarafını öne alan bir duruş olarak da okunuyor. Çok sevdim bu duruşu.
3 – Bugünden yarına bakınca, bu kitabı neden yanıma alıyorum?
Çünkü dün, bugün “erkeklik” hayatımızın tam orta yerinde durmaya devam ediyor ve yarın da edecek gibi görünüyor. Toplumsal cinsiyetimiz ne olursa olsun, maalesef olumsuz etkilenmeye devam ediyoruz “erkeklikler” den: ailede, sokakta, ilişkide, edebiyatta…
Yaşam Suyu / Clarice Lispector
1 – 2025’te hayatımda neye karşılık geldi?
Clarice Lispector’ın şimdiyi yakalamaya çalışan, türlere sığmayan bir yazı dili var. Bu ve diğer kitaplarını okurken ne okuduğumu bilmeden sürüklenir gibi okuduğumu hissederim hep. Netliği bile isteye kaçırıyor; bulanıklığın içinde bir oluş hâli hissettiriyor sanki… Olagelen düzeni bozup yeni bir algı düzeni kuruyor bana göre Lispector.
2 – Okur ya da yazar olarak beni hangi yerden yakaladı?
Dilin yetişemediği yerlere inatla gitmesi, diyebilirim tek cümleyle. Dilin imkânsızlığını öyle bir hissettiriyor, duyulara öyle bir işliyor ki ne okuduğumu bilmeden çok şey anlıyorum sanki. Tam tarif edemediğim gibi işte…
3 – Bugünden yarına bakınca, bu kitabı neden yanıma alıyorum?
Ben bugün neyi “gerçekten” söyleyeceğim diye uyanıyorum bazı sabahlar. Lispector gibi yazabilmek; söylemek yerine dokunmak isterdim. O yüzden, yarına bakınca yanımda kalsın istiyor olabilirim.
Parçalar Halinde Hayatım / Zygmunt Bauman
1 – 2025’te hayatımda neye karşılık geldi?
İlk roman okumalarımı yaparken Bauman’ın Sosyolojik Düşünmek kitabını okumuştum. Kişisel dertlerimize ve seçimlerimize tek tek karakter meselesi gibi değil; kurumların, sınıfların, kültürün ve tarihin kurduğu geniş bir ağın içinde bakmaktan söz ediyordu, çok kısa bir özetle. Bayağı ufkumu açmıştı. Okunmayı bekleyen diğer kitaplarından önce Parçalar Halinde Hayatım’ı öne aldım bu yıl. Tamamen arabesk bir yaklaşımla yapmış olabilirim bunu. Parçalanıp duruyoruz ya dünyacaJ “Neye karşılık geldi?” sorusunun kısa ve öz yanıtı şu bana göre:
Bütün olma baskısına karşı, parça parça kalabilme cesareti. Kimliğin tek bir kartvizit olmadığını, kocaman bir arşiv olduğunu kabul etmek.
2 – Okur ya da yazar olarak beni hangi yerden yakaladı?
En başta, hayat hikâyesi dediğimiz şeyin steril bir çizgi olmadığını netleştirdi. Çocukluk, ayrımcılık, kaçış, yer değiştirme… Hepsi tek tek anı olmaktan çok, insanda iz bırakan küçük kırılmalar; birikip birikip “ben” dediğimiz şeye dönüşüyor.
3 – Bugünden yarına bakınca, bu kitabı neden yanıma alıyorum?
Dağıldım mı, parçalandım mı diye kendime her sorduğumda hatırlamak için diyelim. Parça parça olmayı utanç değil, yöntem yapan bir eşlikçi olduğu için.
Camera Lucida / Roland Barthes
1 – 2025’te hayatımda neye karşılık geldi?
Fotoğrafçılıkla ilgilenmeye başladığımdan beri ara ara dönüp tekrar baştan okuduğum, bazen de orasından burasından karıştırdığım bir kitap Camera Lucida. Etrafında dolaştığım ama beni korkutan bir sanat disiplini olan edebiyatla ilgilenmeye başladıktan sonra fotoğraf sanatından aşina olduğum isimlerden destek aldım: Roland Barthes, Susan Sontag, Walter Benjamin gibi… Fotoğrafla edebiyatın kesiştiği birçok unsuru onlar sayesinde sindirdim. Camera Lucida o sebeple başucu kitaplarımdan biri.
2 – Okur ya da yazar olarak beni hangi yerden yakaladı?
Fotoğrafın her zaman bir belge ya da kanıt değil, bazen bir yara izi oluşu. Barthes’ın düşünceyi kavramlarla değil, takıntıyla ve ayrıntıyla ilerletmesi. Ve en çok sevdiğim Barthes kavramı “punctum” Çok kısa şöyle diyeyim: fotoğrafta bir detayın içimize işlemesi; Barthes’ın deyimiyle delip geçmesi demek punctum.
3 – Bugünden yarına bakınca, bu kitabı neden yanıma alıyorum?
Çünkü ben fotoğrafı da edebiyatı da hem kendimi hem insanı anlamak için seviyorum ve çalışıyorum. Kimlik, bellek, hafıza, hatırlama ve unutmanın biçimleri etrafında gezindiğim şeyler. O yüzden yanımda dursun bu kitap. Acıtmadan ama dürüstçe, bazen bir görüntünün, söylenmiş bir cümlenin ya da giden bir insanın geri gelemeyeceğini saklamadığı için.
Annem Öldü mü / Vigdis Hjorth
1 — 2025’te hayatımda neye karşılık geldi?
Kendi hayata baktığım yerde, “sevgi”nin her zaman koruyan bir şey olmadığını kabul etmenin; bazen de bizi boğan, sınır çizen, susturan bir şeye dönüştüğünü bildiğim yere denk geldi.
2 — Okur ya da yazar olarak beni hangi yerden yakaladı?
O malum soru yine karşıma çıktı bu kitapta: “Yara açmayan bir ebeveynlik, öldürmeyen bir sevgi mümkün mü?”
3 — Bugünden yarına bakınca, bu kitabı neden yanıma alıyorum?
Çünkü yarın, annelik/evlatlık/bağlılık üzerine daha doğru değil; daha dürüst bakış açılarına ihtiyacımız olacağını düşünüyorum. Bir insanın en eski yarasının, yeni kararlarını nasıl yönettiğini unutmamak için.
Eylem Yurtsever
2025 yılına uzaktan baktığımda kendimi çok uzun zamandır sevgiyle yaşanan, yine de bakım için onu onaran işçilere bırakılmaya çalışılsa da bir kısmına ihtiyaç duyulduğu için kullanılmaya devam edilen, verimli bir arazinin ortasındaki bir bağ evine benzetiyorum.
Bir kısmım yaşamaya, günlük işlerine devam etse de geri kalanım kendimi onarmam gerektiğinin farkındaydı bu yıl. İşte onun için bu yıl da birbirlerinden tamamen farklı olsa da beni tamamlayan kitaplarım vardı okuyacak.
Junh… Bahsetmek istediğim ilk kitap, yıllardır okumak istesem de bir türlü cesaretimi toplayamadığım bir insandan. Jung’tan. Yıllardır Jung adına yazılmış yüzlerce alıntı okudum. Her alıntıda da onu bir kerte daha merak ediyordum. Ayrıca bağ evimin biraz tadilata ihtiyacı vardı ve Jung bunun için biçilmiş kaftan olabilir, evin temellerini güçlendirebilirdi.
Gerçekten de Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı öyle oldu. Jung’u gerçekten sevdim. Okuduğum her kelimede onun açıklayamadığı şeylere olan merakını ve açıklayabildiği şeylere olan hürmetini gördüm. Onları artık açıklayabildiği için kenara kaldırmıyor, her birini tekrar tekrar değerlendirmekten bir an bile geri durmuyordu. Bildiklerini ve düşündüklerini şevkle anlatıyordu. Bana on yıllar öncesinden sesleniyor, bağ evimi nasıl onaracağıma dair öneriler sunuyordu. Sonra :birkaç kitabını daha okusam da yılın en sevdiğim kitabı oydu. Çünkü bana yeni bir insanı tanıştırmıştı. O kitapları okurken Jung’la bir bankta sohbet etmeyi çok hayal ettim. Etrafınızda öyle bir insan olmasını istemez miydiniz siz de?
Bu yıl, yıllardır aradığım bir serinin birçok kitabını bulup okudum. Çocukken annemle çok aramıştık. Kitapçı kitapçı dolaşırken ayaklarımızın ağrısından yakındığımızı bugün gibi anımsarım.
Bir çocuk kitabıydı. Thomas Brezina’nın Tom Turbo, Süper Bisiklet serisi.
Bir çocuk kitabı yazmaya karar verdiğim günlerde, hayatımı etkilemiş kitapları bulup bazılarını bir daha okumak, çocukluğuma geri dönüp onlarda neyi beğendiğimi tersine mühendislikle analiz etmeye çalışmak istemiştim. Neredeyse ilk aklıma gelen de o olmuştu.
Onu bulup okumaya başladığımda hissettiğim şey nostaljiden fazlaydı. Yıllardır hayal ettiğim yapay zekanın ilk prototipini yapmıştı Brezina Amca. Tabiri caizse teknolojiyi iyi kullanmanın kitabını yazmıştı. Kardeş ilişkilerini, insanlarla olan iletişimi… çocuklarla ilgili her şeyi güzel yazıyordu. Tatlıydı, nostaljikti. Bağ evimin mutfak dolabında devamlı gıcırdayan bir dolap kapağını tamamlayan vidayı bulmuş gibiydim, kapı artık rahat kapanacaktı.
Söz vidalardan açılmışken Kazuo İshuguro’dan bahsetmemek olmaz. Öksüzlüğümüz…
Kazuo İshuguro’yu çok severim. Her kitabı demonte mobilyalar satan bir mağazadan alışveriş yapmışım hissi verir. Eşyalar demonte olarak gelir. Ne olduğunu bilirsin ama nasıl kurulacağı hakkında pek az fikrin vardır. Zihnine yerleştireceğin tüm teçhizat oradadır. Yazar her şeyi vermiştir. Onları istediğin gibi kurmak senin elindedir.
Öksüzlüğümüz, hüzünle naftalinin birbirlerine karıştığı bir esansı ahşabına hapsetmiş eski ama çok kaliteli bir çalışma masası gibiydi. Çekmecesinde bir sürü sürpriz vardı. Büyüteç, mektuplar, kanlı bir mendil. Ve çekmeceyi açar açmaz burnumdan ciğerlerime dolan hüzün…
Yine bir çocuk kitabı… Andrew Clements’ten Tek mi Çift mi…
Aslında onun daha güzel kitapları var. Onun adı Findel ve Findel’in gizemi gibi mesela. Ama ben Tek mi Çift mi’yi okuduğumda bana dokunan bir şey vardı. İkiz kardeşlerin kendi kimliklerini kabul ettirmek için harcadıkları çaba…
Yeni bir işe, yeni bir şehre taşınmış ve daima tanışırken nereli olduğu merak edilen birçok kişi gibi, kendi kimliğimi anlatmaya çalışmak bir ikizimden sıyrılmak kadar zor olmasa da kişiliğimle tanınmanın zorluğunu sizlere anlatmaya çalışacak değilim. Bu kitaptaki ikizlerin kendilerini ayrı ayrı kabul ettirdiklerini öğrendiğimde hissettiğim mutluluğun büyüklüğünden bahsetmekle yetineceğim.
Son olarak yılın sonlarında okuduğum Hiromi Kawakami’nin Tokyo’da Tuhaf Hava adlı kitabından söz etmeliyim.
Aslında biliyor musunuz, normal şartlarda bu kitaptan o kadar da etkilenmezdim. Ancak bu yıl, on yaşımdan beri istediğim bir şeyi yapıp Japonya’ya gittim. Dönüşte bu kitabı okumaya başladım çünkü Japon kültüründen ayrılmaya fazlasıyla isteksizdim.
Japon edebiyatından çok sayıda yazar okudum. Doğrusu Kawakami onların arasında ortalama bir yerde olabilir. Yine de bu kitap Japon hassasiyetini, yalnızlığını ve içedönüklüğünü o kadar iyi hissettiriyor ki… Hiçbir şey anlatmadan sonuna kadar hissettiriyor. Ve Japonya’yı çok özletiyor.
2025 yılında ben de en çok iz bırakan eser, aslında çok uzun zaman önce yazılmış olan bir klasikti. Jack London’un Martin Eden romanı, başlamak için geç kaldığımı düşündüğüm ama bitirdiğimde tam zamanında okuduğumu anladığım bir roman oldu. İşçi sınıfından gelen Martin Eden’in kendi imkânsızını gerçekleştirmek için çıktığı yazarlık yolculuğu, okuyucudan çok yazan tarafımı yakaladı. Bambaşka bir coğrafyada ve çağda geçmesine rağmen, kitabını yayınlatmak için geçtiği yollar öylesine tanıdıktı ki. Sonunda uçsuz bucaksız denizlere doğru kulaç atarken, ona dur- yapma bile diyemedim. Tabii Jack London’un yazarlığı karşısında da bir kez daha saygıyla eğildim.
Bu yıldan içimde yer edinen eserlerden bir diğeri de Sibel K. Türker’in Cennette Gibiyim adlı romanı oldu. Kadınların, kaldırım taşları arasından zar zor baş gösteren otlar gibi yaşam savaşı verdiği ve yine aynı onlar gibi kolayca ezildiği bu çağa, hem katilin hem de kurbanın çocuğu olan Temenni’nin gözünden bakmak yüreğimi burktu. Kadın olmanın güvencesiz hallerini, her satırında sonuna kadar hissettim. Ve bitirdiğimde, yaşama hakkı elinden alınan kadınların ağırlığını yeniden üzerimde hissettim. Sanki aksi mümkünmüş gibi.
Vigdis Hjorth’un Miras adlı romanı ise, beni altüst ettiği kutsal aile tablosundan yakaladı. İnsanın en yakınları tarafından açılan yaraların iyileşmemesi öyle evrenseldi ki. Zaman, mekân fark etmeksizin yakıyordu. Ne gidiliyordu, ne kalınıyordu. “İnsan ailesini seçemez ama hikâyesini anlatmayı seçebilir” diyordu arka kapağında. Ve o sayfaya vardığımızda kendimizi oldukça rahatsız hissettiğimiz de bir gerçekti. Her ölenin ardından iyi anılmayacağı ve bir aile sofrasının bile bir yaşam mücadelesine dönebileceği de. Belki de asıl miras buydu. İnsanlık bunu kara bir doğum lekesi gibi yanında taşıyordu.
Han Kang’ın Veda Etmiyorum adlı romanı ise yine kadın bakış açısıyla dikkatimi çekmişti. Farklı çağlarda ve topraklarda yaşayan bu üç kadınının verdiği mücadele, unutamamak ne demek bize gösteriyordu. Bilmediğimiz topraklarda yaşanan kıyımın kan kokusu sanki burnumuza kadar geliyordu. Hem de üzerine yağan onca kara rağmen. Her şeyin üstünü örten o yumuşacık kar bile yıkıcıydı burada. Ama insan eliyle yapılan kadar değil. İsyan vardı bu kitapta. Fakat insanın kendi kaderini değiştirebileceği kadar değil…
Barış Bıçakçı’nın Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin adlı romanı ise, şahsi bir ansiklopedi fikriyle aklımı çelmişti. İnsanlardan öğrendiklerini derleyip toparlayan Halis Bey, onun sözlüğünü kaleme alan Ayşe kadar bana da ilham oluyordu. Ufak deyip geçtiğimiz şeylerin, insan hayatında ne kadar fark yarattığını birlikte öğreniyorduk. Canlılığın fark demek olduğunu ve fark etmez demenin insanı nasıl soldurduğunu… İnsanın pek çok haline dair madde vardı bu kitapta. Ve hepsini bilsek bile karşımıza geldiğinde dünyaya yeni gelen okurlar gibi oluyorduk.
Hem zaten biz kapağını açtığımız her kitapla yeni bir okur oluyorduk. Takvimler belirlemiyordu onlardan bizde kalacakları ama tarihe böyle not düşmek de güzeldi. Çünkü geride kalan asıl şey hep yazılanlardan ibaretti.
- Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak (Selim İleri)
Ölümünden hemen sonra yazarı yaşatmak adına alıp okuduğum bir kitap oldu. İleri’nin nahifliğine bir kez daha hayran oldum. Yazarın kurgudaki ustalığı ve kendine haslığı da aklımdan çıkmış. İleri’yi okumaya ve okutmaya devam etmeli.
- Yaratma Tehlikesi (Albert Camus)
Camus’nün Nobel konuşmasından ve bir dizi konferansından oluşan bu kitap, aydın olmanın sorumluluğunu hatırlatması açısından benim için önemliydi. 1957’den bu yana yazar/aydın üzerindeki politik baskının da hiç değişmediğini, dahası bugüne kıyasla giderek arttığını görmek üzücüydü. Bir üzücü tarafı da yazarın/aydının o gün kamusal alanda ve devlet tarafından ciddiye alınış biçimi, muhatap kabul edilmesi ile bugün arasındaki farktı. Sanırım yazarın otorite tarafından hiç muhatap alınmadığı, dışlandığı ve sosyal medya etkisiyle seyirlik bir yaratığa dönüştürüldüğü bir dönem yaşıyoruz. Bunun sorumluluğu belki otorite kadar her bileşeniyle yazarlık kurumuna da ait. Üzerine düşünülmeli.
- Güneş Sepeti (Muzaffer Kale)
Muzaffer Kale’yi Sait Faik aldığı yıl atlamışım (2016). Sonra aklımın köşesine yazarak sahaflarda bir süre aradım ve İzmir Kitap Fuarı’nda buldum. Zaten İzmir’de yaşıyormuş. Yazarlık gelişimini takip edememiş olmamın nedenini fark edince sevindim. Şairmiş. Şairlerin biz ölümlü okurun görüş alanının dışında olması şairliğin şanındandır. Ama öykülerini yayımlandıktan on yıl sonra okumak benim adıma büyük ayıp. Hiç kimselere benzemeyen bir öykü anlayışı var Kale’nin. Kısacık anlardan, belki kimsenin ilgisini çekmeyecek kısacık durumlardan müthiş öyküler çıkarıyor. Ve öyküleri de kısacık. Kale’nin öykülerinin bir başkası tarafından yazılmasının olanağı yok. Yazar arkadaşlara tavsiyemdir. Kimse benzerini yazmaya yeltenmesin. Ve mümkünse şairler daha çok öykü yazsın.
- Karanlıkları Yara Yara (Engin Çetinbağ)
Engin abiyi düşününce ister istemez “Geç buldum, çabuk kaybettim” şarkısı geliyor aklıma. Yirmili yaşlarımın ortalarında Çanakkale’de bir sahafta tanışmıştım onunla. Tanıdığım ilk yazar olması ve Çanakkaleli olması iki kere sevmek için geçerli bir nedendi. İlk kitabını okuduktan sonra uzun yıllar yazmadı. Herhangi bir yerde karşılaşmadım da. Sonra bir gün öykülerimizin aynı yayınevinden çıktığını görünce bundan daha anlamlı bir tesadüf olamaz dedim. Üstelik imza günü de İzmir’de, iş çıkışı önünden geçtiğim, ara sıra eşelendiğim sahafta düzenleniyordu. Gittim. İki saat boyunca, yazar olmanın ötesinde söz ehli bir insan oluşuna da tanıklık ettim. Bir sohbetin, bir imza gününün herhangi bir düzenleyiciye ihtiyaç olmadan nasıl kotarılabileceğini imrenerek izledim. Çıkışta etrafı kalabalıktı. Hadi desem, gidip onun o çok sevdiği masalardan birine çökecektik, sezmiştim. Yapmadım. Sadece, iki hafta sonra imza günümde bana eşlik etmesi için anlaştık. Eve gelip “Erkut kardeşime” diye imzaladığı kitabını okudum. Gerçek bir hikâye anlatıcısı vardı karşımda. Sanki yıllarca yazmaması ya da bir şeyler yayımlamaması, sırf yazdıkları demlensin diyeydi. Madencilerini okudum. Efelerini, Ege’sini… Karakterlerinin sazını, sözünü dinledim… Başkaydı Engin abi. Yazarlığı dışında bir yaşama ustasıydı.
Kitabını okuduktan birkaç gün sonra Çanakkale’deki imza gününün iptal edildiğini duydum. Yazıştık. “Daha gencim” dedi. Sesi iyi geliyordu, üstünde durmadım. Birkaç gün sonra eşi aradı. Hastaneye kaldırılmış. Erkut’a söyle, yetişemezsem, haberi olsun, demiş; kalemi, sözü, öyküsü gibi; kendisi gibi incelikle…
Keşke “Hadi” deseymişim diyorum hâlâ.
- Dalga Boyu (Murat Yalçın)
Anlatılanın dışında anlatımın da ne kadar önemli olduğunu ve ayrıca içeriğin dışında biçimden de edebi haz alınabileceğini gösteren öyküler var Dalga Boyu’nda. Yalçın’ı genel olarak takip ederim. Bana en çok haz veren öykü kitabı bu oldu. Ustalıklı ve uçarı bir dil. Ama uçucu değil.
2. Magda Szabo, Iza’nın Şarkısı. Bir anne kız ilişkisini anlatırken, Macaristan’daki rejim değişikliğinin insanlara yaşattıklarını gösteren hüzünlü bir roman. Bu çift dilli anlatım çok etkileyiciydi.
3. Patricia Highsmith, Yetenekli Bay Rippley. Kötü adamın kazanmasını istemek. Yakalanmasın diye umut etmek. İnce ince işlenmiş, karanlık bir roman.
4. Truman Capote, Soğukkanlılıkla. Çok gerçek, çok acı hikayeler vardı içinde. Herşey insanlar için. Bilmediğimiz, görmediğimiz hayatları öyle tarafsız, öyle yargısız anlatmış ki.
5. Hanno Sauer, Ahlak. Hep ahlaksızlar kazandığı halde insanlığın ortak faydası nasıl daha iyiye gider? İşte bu soruyu aklımda bıraktı. Değişen, dönüşen, bizleri bir arada tutan ahlak nedir?
İnsan görülmek ister, peki bunu ne kadar başarır? Biz kendimizi ne kadar maskeleriz ya da ne kadar açarız? Tüm bu soruların anahtarı sevgi mi? Sanmam. Bu daha çok varoluşsal bir mesele. İnsanlığın varoluş sorgusu tükenmez bir yolculuk. O nedenle bu kitap 2025 yılının kitapları arasında yerini alsın.
Türkiye tarihinin önemli dönemlerinden birine yakından baktığı, alıştığımızın dışına çıkıp sağ cenahtan bir bellek yarattığı için bu kitap bugünden yarına kalacak güçlü bir roman.
Kötü Niyet Öyküleri – Javier Marias
Babil – Yasmina Reza
Buraya bir pazantezle aynı yayınevini paylaştığım, Alakarga, yazar arkadaşım Nazlı Doğan Özsöz’ün anne, baba ilişkisinin küçük bir kız çocuğundan yetişkinliğe geçişte yarattığı erozyonları göreceğiniz Yüreği Kabarmış romanını da eklemek isterim.