https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
İlk yara sessizdir. Henüz anlatı değildir, henüz anlamı yoktur. Bir çocuğun dizinde açılan kan gibi; acır ama neden acıdığını bilmez. Yara, yaşanır. Henüz saklanmaz, henüz gösterilmez. O aşamada kimse onu bir kimliğe dönüştürmez. İnsan sadece incinmiştir. Bu incinmişlik hâli, saf bir hâl sayılır; içinde henüz talep yoktur, karşılık beklentisi yoktur, hatırlatılma arzusu yoktur. Acı, kendi başınadır.
Ama zaman geçer. Zaman, yaranın en iyi anlatıcısıdır. Çünkü zaman, acıyı dönüştürür. Önce hafızaya, sonra dile, sonra da hikâyeye. Hikâye başladığında yara artık yalnız değildir. Dinleyicisi vardır. Dinleyici, acıyı tanır, ona bakar, başını sallar. Baş sallandıkça yara derinleşmez; ama anlam kazanır. Anlam kazanan her şey gibi, yer değiştirir. Yara artık bedende değil, anlatının merkezindedir.
Toplum, hikâyeleri sever. Özellikle acıdan doğanları. Çünkü acı, masumiyet vaadi taşır. Acı çeken biri, henüz suçlu değildir. Henüz sorgulanmaz. Ona dokunulmaz. Bu dokunulmazlık hâli, ilk başta bir koruma gibidir. Ama her koruma, zamanla bir çembere dönüşür. Çember daraldıkça, içeridekini de şekillendirir.
Bir süre sonra acı, kişinin önüne geçer. Onu temsil eder. İnsan artık “ben” demez, “başına gelenler” konuşur. Bu noktada acı, bir tecrübe olmaktan çıkar, bir yetkiye dönüşür. “Ben yaşadım” cümlesi, sıradan bir hatırlatma değildir artık; bir üstünlük bildirgesidir. Çünkü yaşamak, burada yalnızca var olmak anlamına gelmez. Yaşamak, görmüş olmak, dayanmış olmak, hayatta kalmış olmak demektir. Hayatta kalan, anlatma hakkını da elinde tutar.
Anlatma hakkı, masum bir şey değildir. Anlatan kişi, hikâyenin yönünü belirler. Nerede durulacağını, nerede susulacağını seçer. Kimin suçlu, kimin masum olacağını o tayin eder. İlk başta bu bir savunma gibi görünür. Ama savunma tekrarlandıkça, saldırıya dönüşür. Çünkü her anlatı, bir sınır çizer. Sınırın içinde kalanlar korunur; dışında kalanlar görünmez olur.
Mağduriyet tam burada kimlikleşir. Artık bir hâl değil, bir duruştur. Bir zamanlar başa gelen şey, şimdi başkalarının önüne konan bir karttır. Bu kart, her masaya sürülebilir. Tartışmada, itirazda, eleştiride. Kart açıldığında oyun durur. Kimse hamle yapamaz. Çünkü acıya karşı hamle yapılmaz. Acıya sadece susulur.
Bu suskunluk, yavaş yavaş güce dönüşür. Çünkü susmak da bir ilişkidir. Bir taraf konuşamaz hâle geldiğinde, diğer taraf merkez olur. Merkez olan, yön verir. Yön veren, hükmeder. Böylece acı, görünmez bir taht kurar. Tahtın üzerinde kimse oturmaz gibi görünür; ama herkes onun etrafında döner.
Toplumlar acıyı kutsallaştırmayı sever. Kutsal olan şey sorgulanmaz. Sorgulanmayan şey hesap vermez. Hesap vermeyen şey, her şeyi yapabilir. Bu yüzden en tehlikeli güç, kendini güç olarak adlandırmayan güçtür. Mağduriyet tam da böyledir: “Ben güçlü değilim” diyerek hükmeden bir biçim. Gücünü inkâr ettiği için daha etkilidir. Kimse ona karşı koymaz; çünkü karşı koymak, acıyı inkâr etmekle eş tutulur.
Bir noktadan sonra acı, geçmişe ait olmaktan çıkar. Şimdiye yerleşir. Sürekli hatırlatılır, sürekli tazelenir. Çünkü unutulan acı, güç kaybı demektir. O yüzden acı diri tutulur. Yaraya dokunulur, kabuk kaldırılır, kan tekrar gösterilir. “Bak,” denir, “henüz geçmedi.” Geçmesi istenmez zaten. Çünkü geçerse, kimlik çöker. Kimlik çökerse, söz hakkı da çöker.
Bu noktada mağduriyet artık bir savunma değil, bir konumdur. Konum, ilişkileri belirler. Kim yukarıda, kim aşağıda; kim konuşur, kim dinler; kim affeder, kim bekler. Affetmek de burada önemlidir. Affeden kişi, affedilenin üstündedir. Affetmemek ise gücü daha da pekiştirir. Çünkü affetmeyen, hesabı açık tutar. Açık hesap, sürekli bir bağlılık üretir.
İktidar her zaman baskıyla kurulmaz. Çoğu zaman hatırlatmayla kurulur. “Bunu yaşadım” cümlesi, “buna itiraz edemezsin” anlamına gelir. Böylece mağduriyet, tartışma dışı bir alan yaratır. Bu alanın içinde olan her şey meşrudur. Yanlış bile yapılsa, yanlış “anlaşılır” olur. Çünkü geçmiş, bugünü yutar.
Bu durumun en sinsi tarafı şudur: Mağduriyet, ahlaki üstünlük üretir. Ahlaki üstünlük ise en sert iktidar biçimidir. Çünkü ahlaka karşı çıkılmaz. “Bu doğru değil” demek mümkündür; ama “sen haklı değilsin” demek zordur. Haklılık, burada mantıktan değil, yaşanmışlıktan beslenir. Yaşanmışlık sorgulanamaz.
Zamanla mağdur olan kişi, başkalarının acılarına karşı duyarsızlaşır. Çünkü kendi acısı merkezde durur. Başkalarının yaşadıkları, onun yaşadıklarının yanında küçük kalır. “Sen ne yaşadın ki?” cümlesi sık sık kurulur. Bu cümle, bir eşik oluşturur. Eşiği geçemeyenlerin sözü değersizleşir. Böylece acılar arasında bir hiyerarşi kurulur. En büyük acı, en büyük söz hakkını doğurur.
Bu hiyerarşi, toplumsal ilişkileri bozar. Çünkü artık insanlar birbirini dinlemek için değil, yarıştırmak için konuşur. Kim daha çok acı çektiyse, o daha görünür olur. Görünürlük arttıkça, acı da performansa dönüşür. Anlatı süslenir, dramatize edilir, çoğaltılır. Çünkü acı ne kadar büyük görünürse, o kadar dokunulmaz olur.
Bir süre sonra gerçek ile anlatı arasındaki bağ kopar. Acının kendisi değil, temsili önemlidir. Temsil güç üretir. Güç, yeni acılar yaratır. Ama bu acılar görünmezdir. Çünkü görünür olan yalnızca eski yaradır. Yeni yaralar, onun gölgesinde kalır.
İşte burada büyük kırılma yaşanır: Bir zamanlar incinmiş olan kişi, başkalarını incitmeye başlar. Ama bunu fark etmez. Çünkü kendini hâlâ savunmada sanır. Her saldırı, onun gözünde bir savunmadır. Her kırma, bir hak ediştir. “Bunu yaşadıktan sonra…” diye başlayan cümleler, her şeyi mümkün kılar.
Mağduriyet böylece kendi karşıtını üretir. Ama bu karşıt açık bir zalimlik değildir. Daha inceliklidir. Sessizdir. Haklılıkla örtülüdür. Bu yüzden tanınmaz. Tanınmadığı için durdurulmaz.
Felsefe bize şunu söyler: Güç, kendini görünmez kıldığında en etkilidir. Mağduriyetin iktidarı tam olarak budur. Kendisini güç olarak tanımlamaz, ama her ilişkiyi belirler. Kendisini merkez ilan etmez, ama herkes onun etrafında konumlanır.
Bu durumdan çıkmak zordur. Çünkü çıkış, iki büyük kayıp gerektirir: Masumiyetin kaybı ve üstünlüğün kaybı. İnsanlar çoğu zaman acılarını değil, acılarının sağladığı ayrıcalıkları bırakmak istemez. Çünkü o ayrıcalıklar, onlara bir yer verir. Yerini kaybeden insan, boşlukla karşılaşır. Boşluk ise korkutucudur.
Oysa gerçek iyileşme, boşlukla yüzleşmeyi gerektirir. Acının artık merkez olmadığı bir hayatı kabul etmeyi. Bu kabul, sessizdir. Alkışsızdır. Tanıksızdır. O yüzden cazip değildir. Çünkü kimse, gücünü sessizce bırakmak istemez.
Toplumlar da bireyler gibidir. Kendi mağduriyet anlatılarını kurar, onları büyütür, kutsallaştırır. Bu anlatılar üzerinden meşruiyet üretir. Kimlikler inşa eder. Bu kimlikler, eleştirilemez hâle geldiğinde, düşünce donar. Donan düşünce, tekrar eder. Tekrar eden şey, ilerlemez.
Bu yüzden mağduriyetin iktidara dönüşmesi, sadece bireysel bir mesele değildir. Kolektif bir kilitlenmedir. Geçmiş, bugünü rehin alır. Rehin alınan bir toplum, geleceği konuşamaz. Çünkü sürekli yaraya bakar. Yara, pusula olur. Ama yara yön göstermez; sadece durdurur.
Belki de asıl cesaret, şunu söyleyebilmektir:
“Evet, incindim. Ama bu beni haklı kılmaz.”
Bu cümle nadirdir. Çünkü bu cümle, hem geçmişten hem iktidardan vazgeçmeyi gerektirir. Ama belki de etik olan tek çıkış budur. Acıyı inkâr etmeden, onunla hükmetmemek.
Çünkü acı, paylaşıldığında hafifler;
ama iktidara dönüştüğünde ağırlaşır.
Ve ağırlaşan her şey, eninde sonunda çöker.