
Öğretmen listeyi hızlıca geçiyordu. Her sabah yaptığı gibi.
“Semih?”
Samir elini kaldırdı, sesi boğazında düğümlendi.
Öğretmen göz ucuyla baktı, elini gördü. “Burada,” dedi onun yerine. Birileri onun “burada” olduğunu söylediği sürece var gibiydi. Bazen Sami’ydi, bazen Semih. Adı yoktu, sesi yoktu ama eli hep havadaydı. Her sabah sınıfın en sessiz parçasıydı: tahta gibi, sıra gibi, duvar gibi… Var ama silinmiş biri.
Yan sıradaki çocuk kıkırdadı, önündekiler kalemlerini paylaştı. Öğretmen arkasını döndüğünde sınıfın sessizliğini bir ses yırttı:
“Sami!”
Samir’in omuzları irkildi. Başını çevirdi ama ses ona değil, başka bir çocuğa aitti. O an, adının yalnızca kendi içinden duyulduğunu anladı. Kendi içinde çağrılan, dışarıda yankı bulmayan bir isimdi o.
Ülkesini bırakmayı hiç istememişti. İçten içe annesine kırgındı. “Buraya gelmesek babamdan haber alırdık belki,” derdi bazen. Ama o söz hep yarım kalırdı. Annesinin, sabah ezanından önce kalkıp kar ayazında okula yolluk hazırlayışını hatırladığında susardı. Merdivenlerde fısıldanan kelimeleri, soğuk kovadaki suya batırdığı bezle ruhundan silmeye çalıştığında yine susardı. Sitemi hep boğazında bir düğüm gibi taşıdı, çözülse annesinin yorgun ellerine dokunacak kadar yumuşardı belki.
Kırgındı ama kıyamazdı. Çünkü burada kimse adını bilmezken annesi hâlâ ona “Samirim” diyordu. O ses, her şeyi unutturan bir anahtardı. Bazen saçlarını okşarken, bazen tabağındaki son zeytini önüne iterken, bazen de ekmek sırasından yorgun döndüğünde söylerdi. O anlarda Samir, bu yabancı ülkenin duvarları arasında bile yalnız o sesin yankısıyla var olduğunu hissederdi.
Samir en çok, uyumadan önce sobanın içindeki ateşin tavana vurduğu kızıllığı izlerken huzur bulurdu. O ışık, sanki babasının bir yerlerde hâlâ yaşadığını fısıldardı. Bir de annesiyle akşam yemeğinden sonra içtikleri çayın bardaktaki kırmızılığı… O da ateşin yankısı gibiydi. Bu iki kızıllığın arasında, sessiz bir gece uzanırdı: uzun, ağır, düşünceli.
O sessizlikte bir şey, içini kemirir; adını koyamadığı bir eksiklik yavaş yavaş büyürdü.
Ertesi gün öğretmen, herkesin mutlu olduğu bir anısını yazmasını istedi. Samir kalemi elinde tuttu, bekledi. “Mutlu…” kelimesi kulağında yabancı bir ses gibi çınladı. Ne zamandı sahi? En son ne zaman mutlu olmuştu? Göğsünde görünmeyen bir mengene yavaşça daraldı. Nefesi kısa, kesik. Derin nefes almaya bile korkuyordu; sanki fazladan bir nefes, bir başkasının hakkını çalmak gibiydi.
Bir keresinde kantin sırasında önündeki çocuk, “Öncelik bizim!” demişti. Arkasındaki bir diğeri gülmüştü. Samir sıranın kenarına çekildi, elindeki parayı sıkarken parmak uçları bembeyaz oldu. Kasadaki kadın hiçbir şey demedi. O sessizlik, sözden daha ağırdı.
Eve gittiğinde annesi fark etti bunu; çantasını yere sessizce bırakışından, çorbayı koklamadan içişinden.
“Ne oldu, Samir’im?” dedi kadın.
Samir başını salladı. “Bir şey yok,” dedi.
Ama o gece rüyasında bağırıyordu:
“Sıraya ben de girdim! Ben de açtım! Ben de çocuğum!”
Uykusunun içinden yankılanan o çığlık, sabaha kadar duvarlara çarpıp durdu. Yine de annesi duymadı çünkü rüyada bile sesi çıkmamıştı.
Samir kalemini defterin üzerinde gezdirirken birden eski evlerinin avlusu canlandı gözünde. Akşamları babasının sesini duymak için kapıya koştuğu anlar… Şimdi yine bekliyordu ama o kapı artık yoktu. Ampul sönmüş, ışığın yerini sessizlik almıştı. Babasına dair umuduysa sobadan sıçrayan kıvılcım gibi: bir anlık parıltı, sonra karanlık. Tutunduğu her hatıra, pamuk ipliği gibi inceliyordu sanki bir gün annesinin ellerinde kopacaktı.
Öğretmen sıralar arasında dolaşırken Samir’in defterindeki bembeyaz sayfayı fark etti.
“Neden yazmıyorsun, Semih?”
Samir başını öne eğdi. Gözleri boş sayfaya takılı kaldı.
O boşlukta annesinin sesi vardı. O boşlukta kendi adı. O boşlukta olmayan anılar. “Hadi bakalım, yaz. İlk sen okuyacaksın,” dedi öğretmen. Sınıf sessizleşti.
Bir fısıltı: “Semih yazmamış…”
Samir kalemi kavradı. Ucu kâğıdı yırtacak kadar bastırdı.
Satırların arasına yavaşça döküldü kelimeler:
“Güzel anılarımı savaş aldı. Anlatacak hiçbir şeyim kalmadı. Neresi benim, bilmiyorum. Ben Samir’im. Sizin duymadığınız sesim.”
Sonra defteri kapattı.
Kalemi hâlâ elindeydi ama sesi yine havada asılı kaldı.