
Sakallarımın çıkmaması ergenliğim boyunca tek derdim olmuştu. Akranlarım, babalarının tıraş bıçaklarını gizlice kullanmalarıyla övünürken ben bebek poposu gibi pürüzsüz yüzümden iğreniyor, ne kadar koca karı yöntemi varsa uyguluyor, suratımı adeta bir deneme tahtası hâline sokuyordum. Bazen bıçak değdiriyor, sarımsak sürüyor, devamlı yüzümü yaşlandırmaya uğraşıyordum. Tüm vücudum kıllanmışken suratımda tek tüyün olmaması hormonal bir bozukluk muydu bilemiyordum ama tek bildiğim bu durumdan hoşnutsuz olduğumdu. Annem beklemem gerektiğini, sakal ve bıyık ile uğraşmanın zor olduğunu söyler, gözünde hâlâ çocuk olan oğlunu teselliye uğraşır ve fikrimce bu durumdan içten içe memnuniyet duyuyordu.
Üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim o sabah, güneş henüz ortalığı yakmaya başlamıştı. Apartmanın açık balkonundan dışarı komşumuz Samet’e bağırarak haber verdiğimi anımsıyorum.
“Ankara Hukuk Sameett, senin?”
Samet karşı apartmanımızda otururdu. Odasının camından yukarı bakarak bana aynen cevap vermişti:
“Hasssiktir, baraj altı kalmışım.”
Karşımdakinin moralini düzeltmekte pek usta değildim. “Olsun, seneye olur” diyerek içeri kaçıvermiştim. Empati konusunda babama çekmiş olmalıyım ki karşımda üzülen arkadaşlarıma ya da anneme karşı pek rahatlatıcı çözümler sunamazdım. Samet’i de tatmin edecek bir cevap vermeden kendi zafer sarhoşluğumla çay içen annemin yanına koşmuş, üniversiteli olduğumu haber vermiştim. Kadın yerinden zıplamış, çığlık içinde salonun ortasında zıplamıştı, tıpkı sevdiği oyuncağı alan bir çocuk gibi. Yıllardır bu köse oğlunun bir halta yarayacağına inanmış gibiydi. Ah benim deli annem. Tek oğlu da ondan uzaklara gidecekti. İzmir’in o sıcak, nemli, palmiyeli kıyılarından Ankara’nın beton daireleri ile kaplı gri caddelerine ve uçsuz bucaksız bozkırına gidecektim. Boyoz yerine Ankara’nın çıtır simidine taliptim şükür. Güneşten kurumuş vücudumu biraz da ayaz kavursun, ne çıkardı.
Onu ilk olarak üniversitedeki “Dijital Çağda Hukuk” isimli seminerde görmüştüm. Uzun siyah ipek elbisesi uçuş uçuştu, saçları kumral omuzlarından aşağı sarkıyor, gözleri ise içinde karanlığı ve sonsuzluğu gösteren derin bir siyah çukurdu. Öyle bir siyah ki uzaktan bakıldığında yüzünde iki nokta gibiydi. İşte o iki nokta beni seminer boyunca içine hapsetmiş ve bir daha dışarı çıkamayacağımı anlamıştım. Hapsolmuştum. Tahliyem ölümdü.
Yaşı ellilerde olan bu profesör dijital çağı ve teknolojiyi salonu dolduran birçok gençten çok daha iyi biliyordu. Neredeyse annemin yaşında olan bu kadının çağı böylesine yakalaması, hatta çok daha ilerisinde olması beni dehşet bir şekilde etkisi altına almıştı. Bu etki öylesine kuvvetliydi ki kadının yaşı ve konumu bir o kadar önemsizdi, sadece onun yanında oturmak ve onu izlemek istiyordum.
Ellerini birbirine kavuşturması, kibar ve kendinden emin devinimlerle el çırpması, projektörü kumanda ile yönetmesi, laptopun tuşlarına manikürlü tırnaklarıyla basması beni mest etmişti. Arkadaşım Kaan ve Melike aralarında dalga geçip kıkırdasalar da onları umursamıyor, “susun” diyerek kadına odaklanmak istiyordum. Hukuk aşkın mı depreşti birden, iğnelemelerini umursamıyor, profesörün her kelimesini beynime kazıyordum. Didaktik konuşmalarından kadının duygu hâlini anlamaya çalışıyor, kendimce sakin, sinirli, çaçaron gibi tahminlerde bulunuyordum.
Parmağında alyansın olmaması nedeniyle medeni hâli hakkında bir fikir oluşmamıştı kafamda. Gerçi artık alyans takarak birine ait olduğunu topluma gösterme gibi bir çaba yoktu. Tüm bu “sahibim var” gösterileri annemlerin kuşağında kalmış, bizce geri kafalı uygulamalardı. Ancak böyle çekici ve başarılı bir kadını “bekâr” veya “sahipsiz” göstermek hiçbir erkeğin kabul edebileceği bir şey değildi. En azından ben kabul edemezdim.
İlk diyalogumuz benim yanına gidip kendimi tanıtmamla başladı.
— “Buyurun, bir şey mi diyecektiniz?”
— “Merhaba, ben Metin.”
İşte bizim ilk tanışmamız böyle olmuştu. Dijital konusunda bu kadar ilerlemiş bir kadını pek tabii internet üzerinden bir süre takip ettim ve onunla çeşitli bahanelerle konuştum. İlerledikçe aramızdaki bilgi alışverişi ufak bir flörte dönüşmüştü. Adı Füsun’du. Füsun’un evli veya yalnız olup olmadığını hiç sormadım ve umurumda olan şey bu değildi. Ben sadece ondan bilgi dilenen, onun dediği her şeyi ayet sayan basit bir insandım. Onun her şey hakkındaki uzmanlığına ve aşkına erişemeyecek, keçi kılı gibi sakalı olan süt çocuğuydum. Yan yana gelsek beni onun oğlu sanan binlerce kişi bulabilirdim, yemin ederim. Viskiyi bu kadınla tattım, limonlu ve tuzlu ayva yeme alışkanlığını onunla edindim.
Sabahlara kadar sevişmeyi, birçok yatak numarasını, farklı yaş ve konumdaki iki kişinin nasıl beraber uyum içinde anlaşabileceğini, bazen kavga etmenin en küfürlü ve seviyesiz hâlini dahi bu kadınla deneyimledim. Öğretmenim oldukça donanımlı ve yüceydi ben de bir o kadar şaşkın ve ona aç. Feci bereketli bir üniversite hayatına sahiptim; bir yandan vize ve finallere girip çıkıyor, okulun tiyatro kulübünde çevremi genişletiyor, hayvan hakları ile ilgili yürüyüşler düzenliyor ve sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyordum. Tabii ki bu aktif okul hayatımdaki görünmeyen gücüm Füsun’du.
Buluştuğumuzda ve sevişmekten arta kalan yatak sohbetlerimizde sık sık okuldaki siyasi havayı, akademik bazı sorunları konuşur, fikir alışverişi yapardık. Önce bedenlerimiz buluşur ve çarpışırdı, sonra da fikirlerimiz. Ne büyük bir rüyanın ve hayalin içindeydim. Bu gizli sevgililik hâlimiz, aramızdaki bağın daha da güçlenmesine ve büyüsünün devam etmesine yol açıyordu.
Aramızdaki tek tabu özel hayatımızın konuşulmamasıydı. Kendi ailelerimize ve aşk hayatımıza dair hiçbir şeyi birbirimize söylememeyi tercih ediyorduk. Sınırların olduğu bir birliktelik bizim için çok daha gerçek ve güvenliydi.
Sakallarım gürleştikçe ben de değişiyordum. Daha güçlü, daha sağlam, daha âşıktım. Füsun her ne kadar umursamaz görünse de ben ona fazlasıyla tutulmuştum ve hayatını merak ediyordum; yine de onu bıktırmamak adına sesimi çıkarmıyordum. Anlattığı günlük yaşamından veya belirli konulara tutumundan hayatı hakkında ipucu yakalamaya çalışsam da nafile bir çabadan öteye gidemiyordu. Evet, ilişkimiz başladığı gibi devam etmek zorundaydı. Ona sorduğum “Hayatında biri var mı?” sorusu aramızdaki düğümün çözülmesine sebep olmuştu. Bu soruyu cevaplamayıp hayatımıza beraber devam etsek de benim içimi kemiren kirli şüpheler her buluşmada başka bir kuşku duymama sebep oluyor, soruyu deştikçe deşiyordum. Bu deşmeler zamanla Füsun’u bunalttı ve bahanelerle benden uzaklaşmaya başladı.
Acı çekiyordum. Sakallarıma ve bıyıklarıma dokunmuyor, yüzümü bir kıl ormanına çevirmesine aldırmıyordum. Füsun beni ne zaman ararsa o zaman sakallarımı kesecek, eski pürüzsüz yüzüme kavuşacaktım. Aramızdaki anlaşmayı bozduğum için kendimi suçluyor, vizelerden çakılıyordum. Tiyatroyu bırakmış, sabah akşam müsli tüketen, onun dışında vücuduma hiçbir vitamin ve proteini sokmamaya yeminli bir meczup olmuştum. Romantizm kokulu dünyamıza realizmi sokup her şeyi kirletmiştim. Şüphe doğuran bu ben, bu dümdüz kadını bunaltmış ve korkutmuştum. Kendimi inzivaya çekmiş, sadece insaf edip özlemesini bekliyordum ancak bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Yine vize haftası bir gün, sınav sonrası bizim çocuklarla kapıda karşılaşıp sınav hakkında konuşmaya başlamıştık. Elindeki gazeteyi uzatan Kaan, “Füsun Hoca öldürülmüş.” dediğinde kalbimin sıkıştığını hissettim. Çarpıntımı boğazımda ve ağzımda hissediyor, elimle kavradığım gazete haberine bakıyordum. Füsun’un uzun fönlü saçları, kara delik gibi yüzünün ortasına oturtulmuş gözleri ve hafif gülümseyen dolgun dudaklı bir vesikalık fotoğrafı; yanında da onunla aynı yaşlarda, gözlüklü, zayıf, ciddi tavırlı bir erkeğin fotoğrafı vardı. Haberde şöyle yazıyordu:
“Ünlü hukuk profesörü Füsun Bilgin, kendisini aldattığı için ayrılma kararı aldığını iddia ettiği eski eşi tarafından evinde ölü bulundu.”
Gazeteyi fırlatıp eve yürüdüm. Tek yapmam gereken şeyi yaptım ve sakallarımı kestim.