https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

“Ölüm, hikâye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır.”

Walter Benjamin, Hikâye Anlatıcısı

 

  1. Yolun Gerçeği

Cormac McCarthy’nin post-apokaliptik bilimkurgu türündeki Yol (The Road, 2006) romanı, dünyayı değiştiren bir felaketin ardından hayatta kalmaya çalışan bir baba ile oğulun hikâyesini anlatıyor. İsimsiz baba ve oğul karakteri, küllere bulanmış bir dünyada, açlıkla, soğukla ve kıyamet sonrası dünyanın zalimliğiyle karşı karşıyadır. Kıyametin nedeni belli değildir; McCarthy’ye göre bu önemli de değildir. Bu belirsizlik sayesinde, felaketi değil, felaketi yaşamış insanların bu yeni dünya düzenindeki etik seçimlerini odağımıza alırız.

Baba ve oğul yoldadır. McCarthy yolu, pek çok hikâyedeki gibi özgürlüğü, keşifleri, umudu simgeleyen bir metafor olarak ele almıyor. Yol, yalnızca yoldur. Hayatın acımasız gerçeklerinden biridir ve durmak mümkün değildir. Durmak demek, rüzgârlarla durmadan oradan oraya taşınan külün, soğuğun, daha da kötüsü açlıkla sınanan dünyanın en tehlikeli yaratığı olan yamyamların seni ele geçirmesi demektir. Bu yüzden durmadan ilerler baba ve oğul. Güneye gideceklerdir. Daha sıcak bir yere. Yolda ilerlemek, bir günü daha yaşayabilmek demektir. Kurulu düzen yıkılmış, insanlık büyük ölçüde yok olmuştur. Gökyüzü gri, toprak ölü, her şeyin üzeri kül ile kaplıdır. Bu karanlık anlatının mücadeleci karakterlerini ayakta tutan tek şey ise, hâlâ bir hikâyeye duydukları ihtiyaçtır.

“Adam ateşi ilk başta tahtaları koyduğu kayanın damarı önünde yaktı ve brandayı da ısıyı iletsin diye arkalarına gerdi ve oğlana hikâyeler anlatırken sığınaklarında sıcacık oturdular. Hatırladığı kadarıyla eski cesaret ve adalet hikâyeleri anlattı ta ki oğlan battaniyeleri içinde uyuyakalana kadar…”

 

  1. Felaketin Dili

Yol romanı geleneksel anlatı yapılarının dışına çıkar. Ne klasik bir gelişme çizgisi vardır, ne karakterlerde belli bir değişim yaşanır, ne de okuru rahatlatan bir çözüm sunulur. Romanda zaman, doğrusal değildir. Birbirinin tekrarı olan, mücadeleyle geçen günler, geçmiş zamanla iç içe geçmiştir. Sürekli paranoya ve şüphenin tedirginliğiyle sınanan karakterlerle birlikte bu parçalı zaman, gerçekliği sorgulamamızı sağlar. Romanın dili, kıyamet sonrası dünyanın atmosferinin izlerini taşır. Sert, yalın, süslemelerden uzak ve zaman zaman şiirselleşen ama çoğunlukla doğrudan bir dildir. Noktalama işaretlerinin ve diyalogların az kullanılmış olması, bu dünyanın sessizliğini biçimsel olarak ifade eder. İnsanlığın yok oluşuyla dünya da sessizleşmiş, iletişim kalmamıştır. Karakterler arasındaki kısa, tekrarlayan cümlelerle kurulmuş konuşmalar da gittikçe azalır.

Baba ve oğul, isimsizdir. Böylelikle tüm insanlığı temsil ederler. Ne felaketin ne zaman yaşandığını biliriz ne de hikâyenin tam olarak nerede geçtiğini. Bu durum, metne bir tür zamansızlık ve mekânsızlık niteliği katar. Kıyamet sonrası dünyanın kasvetli atmosferinde, tedirginlik ve belirsizlik içinde ilerleriz. McCarthy şiddet sahnelerini uzun uzun betimlemez, şiddetin etkisini söylenmeyen de hissederiz. Baba, eski dünyanın nesnelerinin isimlerinin de yok olduğunu düşünürken, yıkımın yalnızca fiziksel olmadığının, aynı zamanda dilsel ve duygusal boyutlarının olduğunu fark ederiz. Babanın zihninde beliren renklerin, kuşların, nesnelerin çocuğun dünyasında bir karşılığı yoktur. Bunları ifade etse bile çocukta bir yankı bulmaz; o isimler artık bir gerçekliğe işaret edemez. Dilin yıkımı büyük anlatıların yıkımını da yansıtır. Burası, çorak, sessiz, tanrısız bir dünyadır.

“Yeterince uzun yaşarsa en sonunda dünyanın bütün bütün kaybolacağını düşünürdü. Yeni kör olmuşların sakini oldukları dünya gibi hepsi yavaş yavaş hafızadan silinerek.”

 

 

  1. Hikâyenin Taşıdıkları

 

Roman bir varoluş mücadelesini konu alıyor. Fakat bu mücadele fiziksel bir varoluş çabasının ötesine geçer. Yalnızca hayatta kalmaya değil, insan kalmaya da çabalarlar. Etik seçimleriyle eski dünyanın değerlerini korumaya da çalışırlar. Baba, oğlunun onunla ölüm arasında duran tek şey olduğuna inanır. Bu ilişkinin dinsel bir karşılığı da bulunur. Baba, ‘Bildiği tek şey çocuğun onun garantisi olduğuydu. Dedi ki: Eğer o Tanrı kelamı değilse Tanrı hiç konuşmamış demektir.’ diyerek çocuğu kutsal bir konumda gördüğünü gösteriyor. Oğlana, onu koruma görevinin Tanrı tarafından verildiğini, oğlana dokunan herkesi öldüreceğini söylüyor.

 

Babanın ahlaki seçimlerini gerekçelendirmek ve umut etmesini sağlamak için oğluna anlattığı bir hikâye var. İkisinin iyi adamlar olduklarını ve ateşi taşıdıklarını, hayatta kalmalarını sağlayan şeyin bu olduğunu söylüyor. Ateşi taşımak, ısınmanın ve barınmanın en büyük zorluklardan biri olduğu bu soğuk ve kasvetli dünya için, umut veren bir misyondur. Oğlanın bu görevi içselleştirmesi, insanlığın geleceğine dair  umudu okurun da hissetmesini sağlar. Karşılarına çıkan zorluklar esnasında babanın hayatta kalmak ve oğlunu korumak için yaptıkları, bu etik anlatıyla çelişir. Çocuk babanın davranışlarını sorgular. Babanın aşırı şefkati ve iyiliği, kendi sınırlarını koruyamamasına yol açar ve ikiliyi etik seçimlerde karşı karşıya getirir. Çocuğun babaya olan inancı zayıflar. Karşılarına çıkan ihtiyar bir adama yiyecek vermek bile etik bir ikilemi doğurur. Çünkü yemek bulmak çok zordur, çocuk kemikleri sayılacak denli zayıftır. Önlerindeki günler belirsizdir; bir daha yiyecek bulup bulamayacakları da belirsizdir. Ama çocuk, yaralı ihtiyarın açlıktan ölmesinden endişe duyar. Yiyeceklerini paylaşmaları noktasında ısrarcı olur. Bu bakımdan çocuk, babanın belki de kaybetmek üzere olduğu vicdanına dönüşür. Baba çocuğun kararını onaylamasa bile yiyeceklerini paylaşmak durumunda kalır.

 

 

  1. Ateşi Taşıyanlar: Hayatta Kalmak mı, İnsan Kalmak mı?

 

Ateşi taşıyanlar hikâyesi, baba ve oğulun arasında tekrarlanan bir ritüeldir. Çocuğun inançlarını pekiştirmek ve kaygılarını azaltmak için uydurulmuş bir hikâyedir; ancak babanın çocuğa yüklediği ilahi niteliklerin de bir yansımasıdır. Bu hikâye, Tanrının kelamını yani çocuğun, iyiliğin yolunda kalmasını sağlayabilmek için gereklidir. Aynı zamanda kelimelerin unutulduğu, kültürün ve anlamın yok olduğu bir evrende anlam yaratma çabasıdır. Ancak karşılarına çıkan bir hırsız bu çabanın sekteye uğramasına neden olacaktır. Baba, hırsızdan eşyalarını silah zoruyla geri alırken, ona soyunmasını söyler ve hırsızın bütün kıyafetlerini alır. Baba burada intikam peşindedir; hırsızın onlara yaptığını ödetmek ister. Oğlan adamı soğukta çırılçıplak bırakmanın böyle bir dünyada idama göndermekten farklı olmadığının bilincindedir. Babasına ve babasının söylediği “bizler ateşi taşıyan iyi adamlarız” anlatısına inancı kırılır. Babasına anlattığı hikâyelerin doğru olmadığını söyleyerek veryansın eder ve onunla konuşmayı bırakır. Ona rüyalarını anlatmaz ve babanın hikâyelerini dinlemek istemez.

 

“Sana bir hikâye anlatmamı ister misin?

Hayır.

Neden?

Oğlan ona baktı, sonra başını çevirdi.

Neden?

O hikâyeler doğru değil.

Doğru olmaları gerekmiyor. Hikâye işte.

Evet. Ama hikâyelerde daima insanlara yardım ediyoruz ve biz insanlara yardım etmiyoruz.”

 

 

  1. Küllerinden Doğan Umut

Pulitzer ödüllü Yol, hayatta kalma mücadelesinin işlendiği; kıyamet öncesi eski dünyanın değerlerinin geçerliliğinin sorgulandığı; tüm yaşam kaynaklarıyla birlikte anlamının tükendiği bir düzlemde ‘neden ve nasıl yaşanır?’ sorusunun cevabını araştıran bir roman. Bu araştırmanın odağında, “yaşamak” ve “anlatmak” arasında var olan gizil bağ bulunuyor. Bunca yıkımın arasında şeylerin isimlerini kullanmak, dili unutmamak, hikâyeler anlatmak insanca yaşama dair kalan son varoluş biçimidir. Geriye kalan her şey ise açlık, susuzluk gibi temel ihtiyaçların belirlediği zorunluluklar. Babanın en zor şartlarda bile anlatacak bir hikâyenin peşine düşmesi, yalnızca anlamı var etme çabasından dolayı değildir. Aynı zamanda sessizlikle kuşatılmış bu dünyada çocuğuyla iletişim kurma çabasındandır. Hikâyeler ve gördükleri rüyaları anlattıkları anlar, bütün gün tehlikeyi uyandırmamak için ses çıkarmadan yürüdükleri yolu unuttukları, belki de güvende hissettikleri yegâne anlardır.

Hikâyeler olmadan bu zalim dünyanın şartlarına direnebilmek güçtür. Çünkü hikâyeler aynı zamanda peşine düşülebilecek bir amaç verir. Ateşi taşımak bir misyondur; anlamadığı bir dünyada yerini bilmeyen oğul için etik bir pusuladır. Babanın ateşi taşıyan iyi adamlar anlatısı, eylemleriyle çeliştiğinde, artık büyük anlatıların var olamayacağını anlarız. Çünkü babanın eylemlerini de anlarız. Vahşet dolu bir dünyada oğlunu korumaya çalıştığını, korktuğunu, yorulduğunu, zor şartların onu değiştirdiğini anlarız. Onda pür kötülük yoktur. Yalnızca hayatta kalmaya çalışan, endişeli bir babanın hatalarını yapar. Böyle bir dünyada iyi olmanın ne anlama gelebileceğini düşünürüz. Her şeye rağmen oğluna iyi kalmayı öğretmeyi seçmiştir. Bu da bize böyle bir dünyada bile bir umut kırıntısı olduğunu gösterir. Çocuk sonunda başka bir iyi adama rastlayacak ve o adama ilk olarak iyi biri olup olmadığını, ateşi taşıyıp taşımadığını soracaktır. Babasının eylemlerine dair şüphelerine rağmen iyiliği bırakmayacaktır. İyi bir adam bulduğunda, babasının ölümünün ardından başlayan yalnız yolculuğu, sevgi dolu bir aileye varacaktır. O ailede başka hikâyeler dinleyecektir. Her şeyin küle dönüşmeden önceki hâlini anlatan, güzel bir dünyaya dair hikâyeler… Çünkü hikâyeler, gerçeğin şiddeti karşısında ayakta kalabilmenin tek yoludur.