https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Mustafa Deniz Serter’in Kargadaş adlı öykü kitabı, hem kırsal hem kasaba hem de yoksulluğun, dostluğun, çalışmanın, kader çizgisinin iç içe geçtiği o geniş Anadolu evrenini, sanki elinde bir kamera varmış gibi ayrıntılarıyla kaydeden güçlü bir anlatı bütünü sunar. Yazarın öyküleri, ilk bakışta birbirine temas etmeyen bireysel hikâyeler gibi görünse de temalar, karakterlerin iç acıları, yaşamın sertliği, hayvan-insan ilişkileri, işsizlik, çaresizlik, keder ve masumiyet; hepsi görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Bu nedenle kitabın bütününe baktığımızda, Serter’in yalnızca öykü değil, aynı zamanda derin bir yaşam panoraması kurduğu açıkça görülür.

Kitabın duygusal ekseni, en başta “Kargadaş” öyküsünde kurulur. Öykü, işsizliğin ve düşkünlüğün ortasında, insanın kendi içine doğru gömüldüğü o ağır dönemde başını kaldırıp gökyüzüne baktığında gördüğü karga sürüsüyle başlar. Kahraman uzun süre iş aramış, her kapı yüzüne tokat gibi kapanmış, ekmeğinin peşinde koşarken gururunu, cesaretini, hatta kimi zaman insanlara olan güvenini kaybetmiştir. Serter, bu karakteri anlatırken yoksulluğu dramatize etmez; aksine olağan, sıradan, sessiz ama ağır şekilde hissettirir. Bu sıradanlık kitabın bütün dokusuna sinmiştir: açlık guruldaması, soğanlı menemen kokusu, radyoda istasyon arayan Ekrem’in kıllı kulağı, boynu bükük yürüyüş, hepsi bizim bildiğimiz yoksulluğun gündelik yüzleridir. Fakat sonra gökyüzüne bakan adamın kargalarla göz göze geldiği o an, öykünün atmosferini bir anda değiştiren gerçeküstü bir kırılma yaratır. İçlerinden birinin adamın yanına inip gagasını oynatması, tekrar havalanıp geri dönmesi, “gaklayarak” konuşur gibi davranması, karakterin yalnızlıktan çatlayan ruhunun bir hayvanla kurduğu dostluğu simgeler. “İnsanoğluna söyleyemediğimi bir kargaya anlatıyorum artık” diyen adamın sesi, kitabın evrensel temasını özetler: İnsan bazen en büyük sırlarını bir insana değil, göğe, kuşa, taşa anlatır. Bu dostluk, Serter’in evrenindeki yalnızlığın hem ilacı hem göstergesidir.

Kargadaş, yalnızca bir kuşla dostluk değil; aynı zamanda toplum dışına itilmenin, görülmemenin, duyulmamanın acısıdır. Adam, “Nasılsın?” diye soran değil, “Ne kadar yaşıyorsun?” diye soran bir dost bulduğundan bahseder. Bu cümle kitabın bütün tonunu belirleyen o sancılı empati duygusunu taşır. Serter’in öykülerinde insanlar birbirine çok uzak, çok yalnız, çok kırılgan ama yine de bir avuç sıcaklık arayan canlılardır.

Kitabın diğer öyküleri de benzer bir iç yanma hâlini taşır fakat her biri kendi küçük dünyasını kurar. “Horoz” öyküsünde, Temmuz sıcağıyla kavrulmuş bir köy meydanı, çocukların uçurtmaları, salçalı ekmekleri, kahvehanenin tavanındaki örümcek ağları, sigara dumanı, iskambil kâğıtları, masa örtüleri… Serter burada neredeyse sinematografik bir gerçeklik sunar. Öyküdeki mekân anlatımları öylesine güçlüdür ki köyün tozunu burnunuzda hisseder, soba isinin kokusunu duyar gibi olursunuz. Serter için mekân yalnızca sahne değildir; karakterlerin iç dünyasının uzantısıdır. Köyün kahvehaneleri, meydanları, çocukların dizindeki kabuk bağlamış yaralar, hepsi o toplumun ruh hâlini yansıtır.

“Azmi” ve “Kuru-Yaş” gibi öyküler, Anadolu insanının gündelik mücadelesini yalın ama etkileyici bir dille işler. Özellikle yazarın çocukluk atmosferini, kasaba hayatının ağır ritmini, yoksulluğun nesilden nesile geçen mirasını anlatırken kullandığı detaylar, okuru hem gülümsetir hem hüzünlendirir. Serter’in öykülerinde çocuklar masum değildir; yetişkinler de kötü değildir. Herkes hayatta kalmaya çalışan bir canlıdır. Bu nedenle öyküler didaktik olmaz; tam tersine hayatın kendisi gibi gri bölgelerde dolaşır.

“Taze Fotoğraflar” öyküsü dosyada görünen muhtar sahnesiyle özellikle dikkat çekicidir. Kasabanın çocuklarının ilk kez otomobil gördüğü o ânın şaşkınlığı, muhtarın “Çeksene şu çocukların halini… Yaz da bilsin herkes” sözleri, kasabanın unutulmuşluğunu, gençlerin çalışmak için uzaklara gidişini, köyde sadece ihtiyar ve çocukların kalmış olmasını o kadar yalın bir şekilde ortaya koyar ki öykü sosyolojik bir metne dönüşür. Radyonun çekmemesi, gazete alınmadıkça dünyanın varlığından haberdar olamamak, Serter’in “Türkiye’nin unutulan yerleri”ni anlattığı güçlü bir alt metin yaratır. Bu atmosfer, modern dünyanın bir adım dışında kalmış insanların sessiz çığlığıdır. Muhtarın sesindeki buruk öfke, “Unuttular bizi!” cümlesi, yalnızlığın toplumsal bir hafızayla birleştiği anda ortaya çıkan en çarpıcı sahnedir.

“Sessiz Sinema” öyküsü dosyada yer alan en dokunaklı metinlerden biridir; çocuk dostluğu, masumiyet ve yoksulluğun iç içe geçtiği bir hikâye kurar. Ateş ve Toprak’ın sinema macerası, sadece çocukların dünyasına bir pencere açmakla kalmaz; aynı zamanda sinemanın büyüsünü, çocukların masum hayal gücünü ve utancı anlatır. Yanlış salona girip romantik bir film izlemek zorunda kalan Toprak’ın yüzünün kızarması, sonra arkadaşına yalan söylememek için çırpınması, uydurduğu “çizmeli kedi” hikâyesi… Serter burada çocuk bakışının hem komik hem hüzünlü yanını mükemmel bir şekilde kurar. Toprak’ın “Bu sefer sesli anlatacaksın filmi!” sözü, kitabın en samimi, en insancıl anlarından biridir. Yazar, çocuk ruhunun kırılganlığını büyütmeden, abartmadan, tamamen gerçeğin içinden çıkarır.

“Mezarcılar”, ölümün sıradanlaştığı, fakirliğin bir meslek gibi “kusursuz” icra edildiği, mezar kazmanın soğukluğunu insan sıcaklığıyla dengeleyen bir öyküdür. Serter burada ölümü romantize etmez; tersine, ölümü aynı gündelik hayat gibi doğal, sessiz ve her an yanı başımızda duran bir gerçeklik olarak sunar.

“Lal”, “Tavşan”, “Bu Ölü Başka Ölü”, “Ekmeğin Peşinde”, “Şaşı”, “Artiz Tahsin” gibi öykülerde de benzer bir çizgi vardır: kasabanın kenarında yaşayan insanlar, küçük işlerle dönen hayatlar, umudun kıl payı varlığı, yoksulluğun hem gurur hem utanç oluşu, hayvanların dünyasının insanınkine paralel bir çizgide ilerlemesi… Serter’in hayvanlara bakışı da son derece belirgindir: Karga, horoz, tavşan, eşek, beygir… Hepsi yalnızca birer hayvan değil, birer tanıktır. İnsanların gözyaşlarına, işsizliğe, kedere, sevince, küçük mucizelere tanıklık ederler. Bu nedenle Kargadaş kitabı, yalnızca insanı değil, insanın çevresini de anlatır. Ekosistemi, doğayı, sesi, kokuyu, rengi… Serter’in üslubunda bütün canlılar eşittir.

Kitabın önemli ögelerinden biri de “yoksulluğun estetiği”dir. Serter doğrudan yoksulluğu anlatmaz; yoksulluğu sezdirir. Bu sezdirme, bir salçalı ekmekte, bir çocuğun dizindeki yarada, mendil kokusunda, ayakkabı boyacısının sandığa vurduğu ritimde, foseptik kokusundan kaçan insanlarda, radyonun çekmediği bir odada, menemen kokusunda görünür. Yazar yoksulluğu bir tema olarak dayatmaz; hayatın doğal bir parçası olarak ele alır. Bu nedenle metinler melodramdan uzak, gerçekliğe yakın durur.

Serter’in dili ise kitabın en güçlü yanlarından biridir. Uzun betimlemeleri vardır ama hiçbir zaman dil şişkinleşmez; aksine, ayrıntılar metni daha sinematografik ve inandırıcı kılar. Bazı cümleleri tokat gibi vurur; bazı cümleleri bir çocuğun fısıltısı kadar hafiftir. Diyaloglar doğaldır; karakterler kendi ağızlarıyla konuşur, yapay bir edebi ton yoktur. Bu doğallık öyküleri daha da güçlü kılar. Serter’in üslubunda gözlem yeteneği belirgindir; insanlar, hayvanlar, mekânlar, eşya… Her şey sanki bir fotoğraf karesinde dondurulmuş gibidir ama aynı zamanda yaşamaya devam eder.

Kargadaş, bütün bu özellikleriyle modern Türk öykücülüğü içinde kendine özel bir yer açar. Ne tam toplumsal gerçekçidir ne tam bireysel odaklıdır; ikisinin ortasında, hayatın gerçek ritminde yürür. Ne tamamen hüzünlüdür ne tamamen neşelidir; tıpkı hayat gibi ikisini de aynı potada taşır. Serter’in dünyası, Anadolu’nun unutulmuş kasabalarının, göç veren köylerin, ağır işlerin, gururla taşınan yoksulluğun, küçük sevinçlerin ve büyük kederlerin dünyasıdır. Bu dünyanın en önemli özelliği, insanın insana benzediği, acının ortak olduğu ve dostluğun bazen bir insanla değil bir kargayla kurulduğudur.

Kitap bittiğinde okurun aklında şu duygu kalır: Hayat her şeye rağmen sürer. İnsan bazen kimseye anlatamadığını bir hayvana anlatır, bazen bir çocuğun yüzündeki utançta kendi çocukluğunu görür, bazen bir muhtarın sesindeki kırgınlıkta bütün bir ülkenin unutulmuşluğunu duyar. Serter’in öyküleri, okuru yalnızca düşündürmez; ona nefesini, kokusunu, toprağını, sesini, rüzgârını hissettirir. Ve belki de en önemlisi şudur: İnsan bazen kendi en doğru arkadaşını gökyüzüne uçan bir karganın kanat çırpışında bulur.