https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Gökçen Ayzıt Kırkali’nin Zamanın Unuttuğu Kapı adlı öykü kitabı, tarihsel zamanın loş koridorlarında kaybolmuş sesleri yeniden duyulur kılma çabasının edebi bir karşılığıdır. Bu kitap yalnızca geçmişin sisli bölgelerinde dolaşan bir anlatı toplamı değildir; aynı zamanda tarihin unuttuğu, bilinçli şekilde susturduğu ya da görmezden geldiği insanların yaşantılarına açılmış gizli bir kapıdır. Okur bu kapıdan içeri adım attığında yüzlerce yıllık bir zamanın içinden süzülerek gelen, kimi zaman karanlığın içinde kıvranan, kimi zaman umudun son kıvılcımlarını taşıyan bir dizi karakterle karşılaşır. Her öykü ayrı bir çağın nabzını tutar, farklı bir atmosfer kurar ve kendi içsel karanlığını, ışığını, çatışmasını ve kaderini okura hissettirir.

Kitabın bütününe yayılan temel izlek, “unutulmuşluk” duygusudur. Ancak bu unutulmuşluk salt tarihsel anlamda değildir; bireyin unutuluşu, duyguların unutuluşu, seslerin bastırılması, hakikatin örtülmesi, hafızanın karartılması… Hepsi birbirine eklemlenir. Yazar, bu unutuluşu anlatırken kuru bir tarih dili kullanmak yerine, insanın derin iç dünyasını görünür kılan canlı sahneler, simgesel imgeler ve ruhsal çözülmeler aracılığıyla çalışır. Bu tercih, kitabın duygu yoğunluğunu artırdığı gibi tarihsel gerçekliğin ağırlığını da daha derinden hissettirir.

Öykülerin her biri bağımsız bir hikâye sunsa da kitabın tamamı görünmez bağlarla birbirine tutunur. Her öyküde karşımıza çıkan ışık, gölge, ayna, kapı, yol, ateş, dağ ve su imgeleri yalnızca betimleyici unsurlar değildir; karakterlerin kaderlerini belirleyen, zamanın akışını durduran, içsel çatışmalarını görünür kılan simgesel yapılar olarak işlev görür. Bu imgelerin hem mekânsal hem duygusal hem de düşünsel anlamları, kitabı derinlikli ve katmanlı bir yapıya dönüştürür.

Kitabın açılışındaki öykü, bir rüyanın içinden başlar. Rüyada görülen ayna, düşmüş yol, ormanın içindeki ışık huzmesi ve elindeki sorgu sopasına benzeyen dallar, henüz ilk satırlardan itibaren tüm kitabın simgesel atmosferini kurar. Rüyayı gören padişahın iç dünyasındaki karanlık, devletin üzerindeki sis, yönünü kaybetmiş bir aklın çaresizliği; hepsi bu rüyanın içinde kristalleşir. Müneccimbaşının rüyayı yorumlarken yüzüne yansıyan belirsizlik ve korku, yalnızca bir devlet adamının tereddüdü değildir; aynı zamanda insanlığın karanlık zamanlarında sık sık kendini tekrar eden “ne olacak” kaygısının da yansımasıdır. Rüya metaforu, kitabın tamamında yankılanan bir simge hâline gelir: Geçmişin karanlığını görmek için bir ayna, geleceğin belirsizliğini anlamak için bir ışık, kaderin yönünü sezmek için bir yol…

Bu rüya öyküsü, kitabın tonunu belirleyen o ilk cümlede kendini açık eder: Zaman, unutmaya meyillidir. Unutulanlar kapıların ardında kalır. Bu cümle yalnızca tarihsel bir tespit değildir; aynı zamanda kitabın poetikasını da kurar.

Direniş üzerine kurulu öyküde yazar, toplumsal bir hareketin ruhunu bireylerin gözünden yansıtarak anlatır. Kalabalık sokaklara dökülür, meşaleler yükselir, çocuklar ve ihtiyarlar aynı duyguda birleşir. Ancak anlatının gücü, bu büyük toplumsal hareketi bireysel kırılmaların içine yerleştirmesinden gelir. Gençlik heyecanıyla sokaklara koşan Zeynep’in içindeki umut, orta yaşlı adamın yorgun ama kararlı bakışıyla birleştiğinde, sahne yalnızca bir miting sahnesi olmaktan çıkar; tarihin dönüşüm anlarından birinin bireylerin ruhlarındaki izdüşümüne dönüşür. “Vatan için ölmeyeceksek ne diye yaşıyoruz?” cümlesi, öykünün politik anlamının ötesinde varoluşsal bir sorgulamaya dönüşür. İnsan yaşamının değeri, fedakârlığın sınırı, kolektif bir inancın içinde bireyin kaybolup kaybolmadığı gibi sorular öykünün merkezine yerleşir.

Kitabın en çarpıcı kadın temsillerinden biri, sınır köyünde geçen öyküdür. Üç kadının gece yarısı kapısı çalınır. Kapıyı açma kararı bile başlı başına bir risk, bir cesaret göstergesidir. Bu sahne, tarihin en karanlık dönemlerinde kadınların görünmez yükünü taşıyan, suskun ama güçlü omuzlarını hatırlatır. Kapıda karşılarına çıkan şey ise bir tehdit değil, küçük bir kız çocuğudur. Kızın söylemleri kitabın kadın merkezli direniş temasını derinleştirir: “Okumak istiyorum, kılıç tutmak istiyorum, yaşamak istiyorum…”

Bu sözler, kadın karakterlerin içlerinde taşıdıkları özgürleşme arzusunun açık ifadesidir. Ancak bu umutlu sahnenin hemen ardından gelen karanlık, yani üç adamın gelişi, öykünün tonunu dramatik biçimde değiştirir. Kız çocuğunun saklanması, Zehra’nın yayı titreyen elleriyle kavrayışı ve karşısında rüyalarındaki gözlerle yüzleşmesi, öykünün gerilimini en yüksek noktaya taşır. Zehra’nın oku fırlatması yalnızca fiziksel bir savunma değil, tarih boyunca kadınların üzerlerindeki baskıya karşı içlerinde taşıdıkları biriken enerjinin, öfkenin, direnişin dışa vurumudur. Bu nedenle bu öykü kitabın omurgasını oluşturan metinlerden biridir; hem duygusal hem politik hem de simgesel açıdan derinlik taşır.

Sorgu üzerine kurulu öykü, psikolojik yoğunluğuyla kitapta ayrı bir yere sahiptir. Yazar burada insanı hem dış baskının hem iç korkunun katmanlarına sokar. Sorgu odası tekinsizdir; yalnızlığı, baskıyı ve güç dengesizliğini temsil eder. Kadının üzerinde gezinen gözler, sözlerin tehditkâr akışı, bedenin dili, terin kokusu… Her şey sessiz bir çığlık gibidir. Okur bu öyküyü okurken karakterin nefes alışını bile hisseder. Yazarın dili burada en keskin hâline bürünür; cümleler kısa ama ağır, hızlı ama yüklüdür. Bu ağırlık, sadece bir sorgunun değil, tarih boyunca “sorgulanan”, baskı altına alınan, kırılan kadınların kolektif acısının bir temsiline dönüşür.

“Işığın İkiz Kardeşleri” adlı öykü ise diğer metinlere göre daha mitik ve mecazi bir atmosfer taşır. Burada ışık yalnızca fiziksel bir varlık değildir; kaderin, hakikatin, aynılığın ve ayrılığın simgesidir. İki kardeşin birbirine bağlı ama farklı yazgıları, insanın kendi iç karanlığıyla yüzleşmesinin bir dışa vurumu gibidir. Işık ve gölge arasındaki çatışma, karakterlerin ruh dünyalarına paralel ilerler. Öykünün en güçlü yanı, sanki zamanın dışında bir yerde, soyut ama dokunulabilir bir gerçeklikte geçiyor hissi yaratmasıdır.

“Dağın Unuttuğu Adam”, yalnızlık temasını kitabın en çarpıcı metaforuyla işler: dağ. Dağ burada bir mekândan çok bir ruh hâlidir. Adamın kim olduğunu, neden yalnız kaldığını ya da neyi beklediğini okur tam olarak bilmez. Ancak onun sessizliği, gölgesi, nefesi bile dağın bir parçası hâline gelir. Doğa ile insan arasındaki bu kaynaşma, öyküyü varoluşsal bir boyuta taşır. Yazarın sade ama şiirsel dili, dağın soğukluğunu ve adamın iç dünyasındaki boşluğu aynı yoğunlukla hissettirir.

Sahaf temalı öykü, kitabın düşünsel ve metaforik derinliğini temsil eder. Sahafın dünyası yalnızca kitaplarla dolu bir mekân değildir; aynı zamanda hafızanın, zamanın ve unutulmuş hikâyelerin de merkezidir. Sahaf, rafların arasında dolaşırken sadece kitaplara değil, geçmişe ve insanın kolektif birikimine dokunur. Kitapların kaderiyle kendi kaderi arasında kurduğu bağ, yazının insan hayatındaki yerini ve hatırlamanın gücünü yeniden vurgular.

“Zehir” öyküsü, kitabın politik gerilim yüklü metinlerinden biridir. Zehir burada yalnızca bir öldürme aracı değil; insanın gücü elde tutma hırsının, ihanetin ve kötülüğün içsel halinin bir temsilidir. Öykünün ritmi hızlıdır ancak hiçbir sahne aceleye getirilmez. Yazar gerilimi küçük detaylara yaslayarak büyütür: titreyen bir bardak, soğuyan bir nefes, karanlık bir odanın içinde bir adım sesi… Tüm bunlar okuru psikolojik bir gerilimin içine çeker.

Kitabın en güçlü öykülerinden biri olan “Musa’nın Ödülü”, kolektif suç, adalet, ceza, arınma ve kader temalarını bir arada işler. Köyün alevlere teslim oluşu yalnızca fiziksel bir felaket değildir; aynı zamanda toplumsal bir çöküşün, insanın kendi karanlığına yenilişinin sembolüdür. Musa’nın kardeşinin başı için verilen ödül ise insanlığın en karanlık noktalarından birini işaret eder. Yazar bu öyküyü neredeyse şiirsellikten arındırarak, en çıplak, en sert hâliyle yazar. Çünkü anlatılan şey ne süslenebilir ne de hafifletilebilir. Her cümle bir yara izi gibidir; okudukça yanar, içe işler.

“Hattat” öyküsü kitabın kapanışında adeta bir epilog gibi durur. Hamdi Efendi’nin ömrünü harflerin güzelliğine adayan sessiz dünyası, zamanın sanatı nasıl unuttuğunu gösteren çarpıcı bir anlatıdır. Üsküdar sokaklarındaki ıhlamur kokusu, keskin mürekkep kokusuna karışır; her harf, her çizgi bir ömrün izini taşır. Ancak zaman, bu emeği görmezden gelir. Öykü, emeğin değerinin yitip gittiği modern dünyanın eleştirisini incelikle yapar. Bu nedenle kitabın adı, Zamanın Unuttuğu Kapı, en çok burada anlam bulur: zamanın en kolay unuttuğu şey insanın emeğidir.

Kitabın dilsel yapısına bakıldığında, yazarın çok katmanlı ama kontrollü bir üslup kurduğu görülür. Cümleler ne fazla süslüdür ne de yalnızca bilgi verir. Duygu, gerilim, atmosfer ve simge hep dengeli biçimde kullanılır. Yazarın dramatik anları şiirselleştirmeden, şiirsel anları da dramatikleştirmeden yazması, metnin olgunluğunu gösterir. Her öykü kendi ritmini taşır; kimi hızlı ve keskin, kimi ağır ve meditasyon gibi akar. Bu ritim farklılıkları kitabın bütünlüğünü bozmaz; aksine her öykünün kendi zamanını, kendi kapısını, kendi ışığını taşıdığını hissettirir.

Tematik olarak kitapta en baskın konular: unutulma, direniş, kadınların kaderi, adalet arayışı, tarihin karanlık sayfaları, hafızanın gücü ve bireyin içsel yolculuğudur. Yazar bu temaları görünür kılmak için karakterlerini büyük olayların gölgesine değil, doğrudan merkezine yerleştirir. İnsanların korkularını, arzularını, umutlarını, hayal kırıklıklarını okura doğrudan hissettirir. Bu yaklaşım kitabı yalnızca tarihsel bir anlatı olmaktan çıkarır ve evrensel bir duygu haritasına dönüştürür.

Sonuç olarak Zamanın Unuttuğu Kapı, hem tarihsel hem insani hem de poetik bir bütünlük taşıyan güçlü bir öykü kitabıdır. Her öykü kendi karanlığını ve ışığını içinde taşır; her karakter kendi unutulmuşluğuyla yüzleşir; her sahne tarihin unuttuğu bir hikâyeyi yeniden görünür kılar. Bu nedenle kitap yalnızca okunmaz, hissedilir; yalnızca anlatmaz, düşündürür; yalnızca geçmişi göstermez, bugünü de yeniden anlamlandırır.